Makale

Kulluk Bilincinin Gösterdiği Hedef TESLİMİYET

Kulluk Bilincinin Gösterdiği Hedef
TESLİMİYET

Doç. Dr. Halil Altuntaş
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

İrâde sahibi bir varlık olan insanı gerçekte insan yapan, onun bu niteliğidir. Bu sebeple o, "insanlığını korumak"; hep, iradesini "infaz etmek" ister, teslim olmak istemez. Fakat inanın iradesi "kâmil" değil "nâkıs"tır. Bu sebeple direnmek insan için her zaman tek seçenek değildir. Teslim olmanın seçenek olduğu yerler de vardır. Bu alanları belirleyip uyarınca davranmak "âlem"e hakim olan değişmez sistemin gereğidir. Dolayısıyla insan, "külli irade" karşısında takınması gereken tavrı ve bulunması gereken konumu bilmek durumundadır. Zira "Her şeyin hükümranlığını elinde tutan" (Yâsîn, 83) "mutlak irade" onu da kapsamına almaktadır. "Kendi çapında" irâdî olan (insan), mutlak iradeye tabidir. Bu tâbi oluş, O’na teslim olmayı da beraberinde getirmektedir.
Yaratıcı kudret, bir yandan kâinat üzerindeki mutlak hakimiyetini çok açık Kur’ânî ifadelerle ortaya koyarken; diğer yandan, bu hakimiyetin varlık âlemi üzerindeki tabii sonucu olan "külli teslimiyet" hâlini de ön plâna çıkarır. Bu İlâhi yönelişin temelinde, esas itibarı ile, Kur’an’ın ve diğer bütün semavî kitapların varlık sebebini oluşturan şu mesaj yer almaktadır: "Her şeyi yaratan, bunlarla ilgili kanunları ve kuralları koyan Allah’tır. Şu halde yaratılanlara düşen, bu kanunlara ve kurallara uymaktır." Buradaki "yaratılan her şey" ifadesi; canlı-can- sız, ruhanî-maddî, kozmik-yerel bütün varlıkları içermektedir. Kur’an’ın bu geniş çaplı anlatım üslûbunda gözetilen temel hedef, insana varlık âlemi içinde ve Yaratıcı karşısındaki konumunu anlatmak ve belletmektir.
Varlığını sürdürebilmeleri için Allah’ın kâinata koyduğu kanunlara (sünnetullaha) uyma zorunluluğu açısından yaratılmışlar arasında hiçbir fark yoktur. Gök cisimlerinden, mikroorganizmalara kadar her şey "Kudret"in eseridir. Varlıkların oluşturduğu sistem "sünnetüllah" çerçevesinde işlemektedir. Bu çerçevenin dışına çıkılması söz konusu değildir. Zira "Göklerdeki ve yerdeki herkes ister istemez O’na boyun eğmiştir." (Âl-i İmran, 83) Varlıkların gölgeleri bile bu boyun eğiş kuralının dışında değildir. (Ra’d, 15) "(Allah) sonra duman hâlinde bulunan göğe yöneldi; ona ve yer yüzüne; ’isteyerek veya istemeyerek gelin’ dedi, ikisi de, ’İsteyerek geldik’ dediler." (Fussilet, 11) ayeti bu vurguyu çok daha elle tutulur halde yapmaktadır.
Teslimiyet, "sünnetüllah" alanında olması gerektiği gibi gerçekleşirken, cüz’î iradenin etkinlik alanı olan insan hayatında "aksama"lara uğramaktadır, işte Kur’an, sunduğu hayat düsturu ile bu aksamaları gidererek, insan hayatını da usûlü ve üslûbu içinde "külli teslimiyet" noktasına yükseltmeyi amaçlamaktadır.
Teslimiyetin bütün sebepleri de terk etmek mânâsında anlaşılıp uygulamaya sokulması İslâm’ın asla tasvip etmeyeceği bir şeydir. "Bir lokma bir hırka" anlayışının beslediği yanlış züht yönelişi teslimiyeti değil, tam aksine karşı duruşu, sünnetüllaha karşı çıkışı ifade eder. "Sa’y u gayret"i terk etmek, var olmak için yapılması gerekenleri yapmamak olmaz. Yanlış züht anlayışı Kur’an’ı hayata yansıtma çizgisinde ne kadar törpüleyici ise, "esbaba tevessül" ettikten sonra da "takdir"e direnmeye kalkışmak da o derce törpüleyicidir. "Direnme", hayata bağlılığı ve yaşama sevincini ifade ettiği noktada makul ve makbuldür, işte bu nokta zahiri sebeplerin hakim olduğu, insanın kendini ve haddini bildiği "dış yüzeyler" alanını işaretler.
Kur’an’ın insan hayatı için amaçladığı bu külli teslimiyetin cümle kapısı iman alanıdır. Bu alan, varlığın asıl sebebini bilmek, onu tanımak, onun iradesi doğrultusunda bir hayat sürülmesi gerektiğine inanmak temeli üzerine oturur. "Asıl sebep" plânı ile ilgili konularda sergilenecek direnme, yaratıcı-kul ilişkilerinde, kul açısından bir kaosun ortaya çıkması demektir. Birinci tavır kişinin "Başı dik" olmasını sağlarken diğeri onu "dik başlı olmak" konumuna sürükler. Bu vadide insanın takip edeceği yol haritasını Kur’an şöyle çiziyor:
"Allah’a ve peygamberlerine iman edin. Eğer iman eder ve Allah’a karşı gelmekten şakırsanız sizin için büyük mükâfat vardır." (Âl-i Imrân, 1 79) "Allah’a ve Resûlüne itaat edin ki size merhamet edilsin." (Âl-i imrân, 132) "Salih amel işleyin." (Sebe’, 11) İlâhî iradeye paralellik endişesi ile yaşanan hayatın tamamını içine alır bu salih amel kavramı.
Mutlak kudret insanı, teslimiyet konusunda kendisinden beklediği tavrın somut örneğinden de mahrum bırakmış değildir. O, şu noktada olmasını ister insanın: "Rabbimiz! Biz, ’Rab- binize iman edin1 diye imana çağıran bir davet- çi işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla. Kötülüklerimizi ört. Canımızı iyilerle birlikte al." (Âl-i imrân, 193) Kur’an böy- lece "kul"un kalbi ve fiili eylemler dünyasına bir davranış profilini çizmiş oluyor. Bu profili "(Allah’ım!) İşittik ve itaat ettik" (Bakara, 285) şeklinde özetlemek mümkündür.
Peygamberler teslimiyetin her bakımdan en mükemmel örneğini teşkil ederler, zaten risalet görevinin temelinde de bu örneğin gerçekleştirilmesi hedefi yer almaktadır. Vahyin Hz. Peygamber’e yönelttiği şu emre bakınız: "De ki; ’Bana, (Allah’a) teslim olanların ilki olmam emredildi,’" (En’am, 14 )
Teslimiyet konusunun en dikenli yolu, istemeyen durumlara "hikmet" penceresinden bakabilmektir. Her şeyin Allah’tan olduğu gerçeği (Nisa, 78) bir şemsiye gibi bütün beşerî tasarrufların üzerinde tutularak, insanların yapıp ettikleri yüzünden karşılarına çıkan (Nisa, 79; Rûm, 41) "fatura"nın yıkıma değil, yeni bir enerjiye dönüşmesini sağlayacak şey teslimiyettir. Bütün çabaların sarf edilmesinden sora, sebeplerin ötesindeki sebebi ve hikmeti zihin ve gönül plânında öne almak bu işin ilk adımıdır, işin bu yönü, lafını etmek kadar kolay olmayan bir şeydir. Burada, yüksek bir nefis ve ruh terbiyesinin, güçlü bir iman-amel bütünlüğünün beslediği marifetullah (Allah’ı gerektiği gibi tanıma) niteliği temel yapıyı oluşturur, işte bu temel yapının gerçekleşmesi hâlinde insan, hoşlanmadığı şeylerde Allah’ın pek çok hayırlı sonuçlar yaratmış olabileceği (Nisa, 19) hakikatine yükselmiş olur. Artık bu yapılanmada; kul için acı ile tatlı, varlık ile darlık, keder ile sevinç sadece dış yüzeyleri ile farklıdır. Madem ki onları varlık düzeyine çıkarak Kudret birdir ve o (insan), O’nun kulluğunu gönülden kabullenmiş ve O’na teslim olmuştur, maddî bedenin ve ona ait algılama yollarının yapacağı nitelemelerin hepsi tek sonuca ulaşır: "Madem ki O uygun görmüştür, uygundur". Gönül erbabının "rıza makamı" diye niteledikleri şey işte bu haldir. Erzurumlu İbrahim Hakkı "Hak şerleri hayr eyler, Zannetme ki gayr eyler, Arif ânı seyr eyler, Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler" diye terennüm ettiği; İbrahim Tennûrî (öl. 1481) nin, "Hoştur bana senden gelen, Ya gonca gül yahut diken, Ya hil’at ü yahut kefen, Kahrın da hoş lutfun da hoş" diye dile getirdiği yöneliş işte bu rıza makamını temsil ediyor; diğer bir söyleyişle, O’na teslim oluşu. Sevgili oğlu Yûsuf’u kuyuya atan diğer çocuklarının anlattıklarına inanmayan ve onlara; "Artık bana düşen, güzel bir sabırdır. Anlattıklarınıza karşı yardım istenilecek de ancak Allah’tır" (Yusuf, 18) karşılığını vermişti Hz.Yakup. Diğer oğlu Bünyamin’i de bilemediği olayların akışına kaptırınca, gözlerini yitirecek kadar üzülmesine rağmen teslim olacağı kapıyı asla unutmamıştı: "Ben tasa ve üzüntümü ancak Allah’a arz ederim." (Yusuf, 86)
İlâhî hikmetin, oğluyla sınadığı tek peygamber Yakup (a.s.) değildi.
Nuh (a.s.); Tufan öncesinde, "Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir.(Onu da kurtar)" (Hûd, 45) şeklindeki dileğine, "Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı iş, (sana inanmayıp gemiye binmeyişi) iyi olmayan bir iştir" karşılığını alınca derhal teslim olmuş ve şöyle demişti: "Rabbim! Şüphesiz senden, hakkında bilgim olmayan bir şeyi istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana acımazsan, şüphesiz ziyana uğrayanlardan olurum" (Hûd, 47)
Hz. İbrahim’in, oğlu İsmail ile birlikte geçirdikleri teslimiyet tecrübesi, bu konuda ibret yüklü örneklerden biridir. Kur’an’ın bizlere aktardığı "Ey Rabbim! Bana salihlerden olacak bir çocuk bağışla" (Saffât, 100) şeklindeki duası kabul görüp de "Çocuk kendisiyle birlikte koşup yürüyecek yaşa gelince İbrahim ona, ’Yavrum, ben rüyamda seni boğazladığımı görüyorum. Düşün bakalım, ne dersin’ dedi. " (Saffât, 102)
İmtihan konusunu bildiren vahiy rüya yolu ile gelmişti ve Allah’ın peygamberi Hz. İbrahim durumun farkında idi. Emri veren, onu ve her şeyi var eden, üstelik kendisini de peygamber olarak gönderen Allah’tır. O’nu emrinin uygulanmasında tereddüt mü gösterilebilirdi. Böyle bir şey asla söz konusu değildi. Emri hemen yerine getirmeye hazırdı.
"Yavrum, seni boğazlamam emredildi, (bunu yapmak durumundayım.)" sözlerini bu baba hangi yürek yangınları ile dudaklarından dökebilmişti acaba? Biricik oğlunu kendi elleri ile boğazlama emrini almak yerine, "kendini öldür" emrini almış olmayı bin kere tercih etmez miydi? Ama gel gör ki emir öyle değil de böyle ve emrin muhatabı da bir peygamber. O kendine düşeni yapıp derhal emre teslim oldu ve konuyu oğluna açtı. Ama ortada bir başka şey vardı. Ya çocuk, aldığı emri uygulaması konusunda zorluk çıkarırsa? Ya emrin Allah’tan geldiğini söyleyen babaya inanmaz ve karşı koyar da, Nuh’un yaşadığı acıyı iki katı ile yaşamak zorunda kalırsa? Bütün bu endişeleri giderecek cevap oğul ismail"den geldi:
"-Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden (biri olarak) bulacaksın." (Saf- fât, 102)
Aynı baba-oğul aynı teslimiyeti, Kâbe’yi inşa emrini aldıklarında da göstermişler ve derhal işe koyulmuşlardı. Bu açıdan Kâbe, "Mümbit bir yerde değil de neden bu ot bitmez vadide?" tereddüdü yaşanmadan sergilenen bu teslimiyetin sembolüdür.
Zaman süreci var oldukça yankılanmasını sürdürecek olan bir emir: "İnsanlar arasında haccı ilan et ki, gerek yaya olarak, gerek uzak yollardan gelen yorgun develer üzerinde sana gelsinler" (Hac, 27) Bu emre "baş üstüne" diyerek uyan; renk, coğrafya, ırk ve maddi standart telakkilerinin yanıltıcı etkilerinden kurtulan müminler, hac ibadetinin sağladığı o dönüştürücü iklimde teslimiyet ruhunun en vefakar varisleri olduklarını her halleriyle gösteriyorlar. Bu ruhun tohumu insanın mayasındaki "teslim olma ve sığınma" ihtiyacı ise, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail gibi canlı örnekler de onu çimlendiren, geliştiren, boy attıran havadır, nemdir, sudur. Allah evini ziyaret edenlerin (hac yapanların) "maddi hayattan soyutlanma" atılımının ifadesi olarak her fırsatta tekrarladıkları "telbiye", teslimiyet hâlini bilinç noktasına ulaştırma gayretinin sergiler durur. Kâbe ve onu çevreleyen iklimde yaşanan o manevî ve de- runî tecrübe ruhu Allah’a yükselten bir sürecin yaşandığı yer. "Mültezem"e sokulmuş; siyah örtüye yasladığı yüzüne süzülen göz yaşlarını silecek gücü kendinde bulamayan şu delikanlı; iki büklüm, ama büyük bir gayret ve hevesle tavaf etmeye çalışan şu yaşlı insan; kucağında bebeği, yüzünde tarifi imkansız mutluluk ifadeleri ile dönen şu anne... Hayatın her rengini, her yönünü ve her tarzını simgeleyen şu insanlar şimdi o mekânda, o iklimde hal dillerini konuşturuyorlar: "Lebbeyk! Buyur Allah’ım buyur! Senin hiçbir ortağın yoktur. Şüphesiz her türlü övgü, nimet, mülk ve hükümranlık sana mahsustur. Senin ortağın yoktur."
Teslim olmak esaret değil, belki hürriyettir; usulünü bilmek kaydıyla.