Makale

Prof. Dr. Ömer Faruk Harman

Söyleşi:
Ayfer Balaban

Prof. Dr. Ömer Faruk Harman:

“Gerek kendi kültür tarihimizden, gerekse başka kültürlerin tarihlerinden sosyal adaletin ve sosyal barışın teminine yönelik güzel örnekleri alıp, onları uygulamalı ve hep birlikte dünyayı daha yaşanılır bir hâle getirmeliyiz. Bu, sadece Müslümanların geleceği için değil, hangi inanca mensup olursa olsun, bütün insanlar ve insanlığın geleceği için çok elzem bir kuraldır, “

Sosyal adalet kavramının ifade ettiği mânâ nedir?
İnsanı, iki temel vasıfsız düşünmek mümkün değildir.
Birisi; inanma vasfıdır. Bu sebepledir ki din, insanı muhatap almaktadır ve insanın mutluluğu için kurallar getirmiştir. İnsanın ikinci temel vasfı ise başkaları ile birlikte yaşama, bir guruba ait olmasıdır. Tabiatı gereği insanın tek başına yaşaması mümkün ve sağlıklı değildir. Birlikte yaşayan insanların ise birbirlerine karşı hak ve ödevlerinin olduğu aşikardır. Bir cemiyet içinde yaşama zorunluluğu olan insanın, birlikte yaşama sürecinde, başkasına karşı vecibeleri, başkalarının da kendisiyle alâkalı söz konusu olan görevlerini ve haklarını ortaya koyan, ifade eden, en kapsamlı ve en köklü kavram olan sosyal adalet; ferdî ve İçtimaî yapıda dirlik ve düzenliği, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine uygun yaşamayı sağlayan ahlâkî erdemdir.
Dinler, adaletten bahsetmiş, kutsal kitaplar, insanlara adil olmayı emretmiş, çeşitli düşünce ve felsefeler, adaletin insanlara getirdiği faydalar üzerinde durmuşlardır. Fakat sosyal ilişkilerdeki dengeyi, düzeni ifade eden adalet kavramının, pratik hayata yansıması noktasında bir başka kültür, bizimki gibi bir kemâl örnek ortaya koyabilmiş değildir.
Sosyal barışın tesisinde sosyal adaletin değeri nedir?
Sosyal barışın tesisi, insanı yaratan Yüce Mevlâ’nın muradıdır, insanın varoluşunun, yeryüzüne hakim oluşunun ve başka varlıklar üzerinde hakimiyet tesis edişinin, halife kılınışının temeli, dünya üzerinde barışın tesisine yöneliktir. Dolayısıyla insanın bir görevi de barışı tesis ve temsil etmek ve bu konuda Kur’an’ın gösterdiği hassasiyeti hayata yansıtmaktır. Üstelik Müslümanlar sadece kendi aralarında değil, tüm insanlar için adalet ilkesine uymakla ve sosyal barışı tesis etmekle yükümlüdürler.
Barışı tesis ve temsil etmek her birimiz için aynı zamanda sosyal bir mesuliyet değil mi?
Tabiî, mutlaka. Her insan doğuştan tertemiz bir fıtrat üzere yaratıldığından barışa müheyya bir vaziyettedir. Ama barışın ne olduğunun ortaya konması, barışın tesisi, yine insanlar tarafından gösterilecek gayrete bağlıdır.
Kur’an’da, kişinin adaletinden, toplumun adaletinden ve toplumlar arası adaletten bahsedilmektedir. Nisa sûresi 135. ayette şöyle buyurulmaktadır: "Ey iman edenler! Kendinizin, ana babanızın veya akrabanızın aleyhine olsa bile, Allah için şahitler olarak adaleti ayakta tutan kimseler olunuz. Bunlar ister zengin isterse fakirler olsun, çünkü Allah, onlara herkesten daha yakındır. Onun için siz adaleti uygulama hususunda heva ve nefislerinize uymayınız. Eğer adalet üzere hüküm vermekten ve şahitliğinizde doğru söylemekten dilinizi bükerseniz veya tamamen yüz çevirirseniz, şüphe etmeyin ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır."
Yine Maide sûresi 8. ayette şöyle buyurulmaktadır: "Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan ve adaletle şahitlik yapan kimseler olunuz. Bir topluluğa olan öfkeniz, sizi sakın adaletsizliğe sürüklemesin. Adil olunuz. Adil olmak takvaya daha yakınıdır. Allah’tan korkun, çünkü Allah gerçekten yaptıklarınızdan haberdardır."
Dinimiz, barışı hem öğütlüyor, hem de barış için çalışmaya, gayret etmeye dair kurallar getiriyor. Yani Islâm’da barış esastır. Müslüman’ın tarifi içinde de her ne şekilde olursa olsun, başkalarının rahatsız edilmeme kriterleri vardır ki bu aynı zamanda barıştır.
İslâm Peygamberi’nin ortaya koyduğu sistemde, sosyal adalete ve sosyal barışa dair uygulamada zengin örnekler var. En çok barışa muhtaç olduğumuz bugün ve her zaman, hayatımızı, İlâhî hikmetin ve hayat-ı Rasûlullah’ın aydınlığında yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor herhalde?
Hz. Peygamber’in hayatı, İslâm’ın anlaşılması ve yaşanmasında her Müslüman için bir prototiptir, bir örnektir. Bu sebepledir ki Kur’ an-ı Kerim’de; "Allah’ın Rasûlü’nde sizin için bir usve-i hasene vardır." buyurulmakta- dır. Peygamberimizin, gerek insanlar arası ilişkilerde, gerek Müslümanlar arası ilişkilerde, gerekse Müslümanlar ile gayrimüslimler arası ilişkilerde yani Yahudiler, Hıristiyanlar ve müşrikler ile ilişkilerde ortaya koyduğu sistem ve yaptıkları, günümüz dünyası insanları için bir örnek, vazgeçilmez bir prototip olmalıdır. Peygamberimizin o günlerde, bir taraftan Mekke müşrikleri ile, bir taraftan düşmanla işbirliği yapan Yahudilerle, öbür taraftan Hıristiyanlarla hem Mekke hem Medine hem de Arap yarımadasında tesis ettiği barış düzeni, günümüz insanları için bir örnek olmalı. O, bir taraftan Mekkeli ve Medineli Müslümanlar, yani Muhacir ve Ensar arasında kardeşlik ilân ederken, diğer taraftan ’Medine Sözleşmesi’ ile Müslüman, Yahudi ve müşrikler arasında hak ve adaleti sağlamaya çalışıyordu.
Yine, insan hakları beyannamelerinden çok daha özlü ve bütün insanları muhatap alan Veda Hutbesi’nin evrensel ilkelerini düşününüz. Aslında İlâhî dinlerin özünde ve kökünde bu evrensel ahlâk ilkeleri, birlikte yaşama kuralları söz konusudur ki, Islâm bunları tahrifattan arındırmış, süzmüş, arı- duru hâle getirmiş ve insanlığa yeniden takdim etmiştir. Hz. Nuh’a bildirilen İlâhî kanunlar, Hz. Musa’ya verilen "on emir" (evâ- mir-i aşere), Hz. Isa’nın ^tebliğ ettikleri ve Kur’an’da Isra sûresinde ortaya konulanlar, dünya barışına yönelip evrensel ahlâk ilkelerinin vazgeçilmez olduğunu ve her dönemde mutlaka hayat düsturu olarak kabul edilip, yaşanması gerektiğini zaten ifade etmektedir.
Hz. Peygamberle başlayan bu örnek muamelenin daha sonraki asırlarda da devam ettiğini teyiden söylemekte istiyorum. Meselâ; Osmanlı hükümdarları, yöneticilerin halka zulmetmesini önlemek için "adaletnâme" adı verilen fermanlar yayınlamışlardır. Devletin bir faaliyetinden zarar gören vatandaşın, mezalim mahkemelerine başvurarak, uğradığı zararın ödenmesini isteme hakkı vardı. Bütün bunlar muhakkak sosyal adalet ve sosyal barışın tesisine ve devamına önemli katkılar sağladı. Aynı şekilde ecdadımız, kurduğu sosyal dayanışma müesseseleriyle de adalet ve barış ortamını destekledi değil mi?
Ecdadımız, sosyal dayanışmaya yönelik olarak kurduğu müesseseleri, vakıfları ve bu vakıfların mal varlıklarını, insanlığın barışı yönünde emre amade kılmıştır. Bu noktada diğer milletlere, kültürlere örnek olacak bir hoşgörü ortamı tesis etmiştir. Meselâ; bütün dünya insanlığı âdeta Yahudilere karşı iken, İngiltere onları 1290’da kovmuş, Almanya 1 340’da çıkarmış, İspanya 1492’de ülkesinden tard etmiş iken, ecdadımız onlara kucak açmıştır. Polonya Yahudileri, aynı şekilde. Meselâ; Hıristiyanların birbirlerine yaptıklarını, hiçbir Müslüman, Hıristiyan’a yapmamıştır.
Hıristiyan ve pagan Roma’nın Yahudilere yaptıklarını hiçbir Müslüman, Yahudi’ye yapmamıştır. Ama insanı en çok üzen nokta; dün güç kendisinde iken, inancı ne olursa olsun bütün insanlığa kol kanat geren Müslümanların, bugün, geçmişte himaye ettiği, iyilik yaptıklarından gördüğü muameledir. işin diğer acı yönüde bugün, en çok ıstırab çeken kesimin Müslümanlar olmasıdır.
Böylesine büyük bir medeniyet üreten milletin mensuplan olarak, kendi değerlerimizi insanlığa doğru takdim etmekte yeterince başarılı olamıyor muyuz ki, dünya kamu oyunda çok farklı değerlendirmelerle karşı karşıya kalabiliyoruz bazen. Bu sorunu nasıl aşarız?
Çok haklısınız. Biz sahip olduğumuz değerlerin farkında olarak, bunları muhataplarımıza ve yeni nesle aktaramıyoruz. Çok şey yapmışız/yapmaktayız ama, biraz da müte- vazılığımızdan dünya kamuoyuna, "biz şunları yaptık/yapıyoruz" diye gerektiği gibi takdim edemiyoruz. Haklı olduğumuz bir çok hususta, haksız duruma düşürülme nedenlerinden biri de bu. Bir başka neden de; maksatlı olarak tarihin çarpıtılıyor olması. Buna rağmen, bir Müslüman olarak İslâm dininin getirdiği o yüce değerleri ve bu değerlerle şekillendirdiğimiz medeniyetimizi, kamu oyuna doğru taşıdığımızda, evrensel barışa çok önemli katkılar yapabiliriz diye düşünüyorum. Belgeleri, arşivden vitrine çıkarıp, evrensel düşünceye doğru katkılar yapma noktasında tarihçilere, ilâhiyatçılara, kültür alanında çalışan bilim adamlarına, hepimize büyük işler düşüyor. Hepimiz, aynı zamanda büyük bir vebal altındayız. "Hikmet, müminin yitiğidir." Gerek kendi kültür tarihimizden, gerekse başka kültürlerin tarihlerinden sosyal adaletin ve sosyal barışın teminine yönelik güzel örnekleri alıp, onları uygulamalı ve hep birlikte dünyayı daha yaşanılır bir hâle getirmeliyiz. Bu, sadece Müslümanların geleceği için değil, hangi inanca mensup olursa olsun, bütün insanlar ve insanlığın geleceği için çok elzem bir kuraldır. Umarım en kısa zamanda gerçekleşsin.