Makale

Ekmek

Ekmek

Mustafa Bektaşoğlu

Buğday ve ekmek, dünya tarihinde kültür tarımını başlatan ilk bölgelerden biri olan Anadolu’da yaşayanların adeta genlerine sinmiştir. Bugün bile, ekmeksiz bir yaşamı düşünemez insanımız. Yoksul olsun, zengin olsun fark etmez; önce ekmek lokmasını ağzına atar, sonra tabağındaki zeytini, peyniri, eti ekmeğine katık eder. Oysa Batılı ülkelerde insanların yemek biçimi daha değişiktir. Çatal önce tabağa gider, sonra el ekmeğe yönelir. Bizde ekmek azık, onlardaysa katıktır; biz önce ekmekle başlarız, onlar ise yiyecekle. Ancak, kültürler farklı olsa da ekmek tutkusu tüm insanları birleştirir.
Geçmişten günümüze, kıtadan kıtaya, bir iklimden ötekine, ülkeden ülkeye, coğrafya ve kültüre göre, adları, yapılış biçimleri, pişirme teknikleri ve tatları ne denli değişik olursa olsun, ekmek başlı başına bir yiyecek, hem de vazgeçilmez bir gıdadır insanlar için. Bu yüzden de dünyada en çok üretilen ve tüketilen temel besin kaynağı olmuştur ekmek.
Orta Asya’dan gelen göçebe Türk boylarının getirdiği ekmek kültürü; Selçuklular, Türk beylikleri, ardından Osmanlı İmparatorluğundan bugünlere kadar uzayan bir zaman çizgisinde Anadolu komşu bölgelerin ekmek alışkanlıkları çeşitleriyle iç içe geçti. Ülkemizin gerçek bir ekmek hâzinesi olması, bu kültürel zenginliklerin doğal bir sonucudur.
Türkiye’de ekmek yapımı için genellikle buğdayın yanı sıra; çavdar, arpa ve özellikle Karadeniz bölgesinde mısır da kullanılmaktadır. Ülkemizde evde üretilen ekmek türleri olarak "yufka, pide, somun" yapılmaktadır. Anadolu’da, özellikle köylülerin kullandığı yufka, pişirildikten sonra iyice kurutulmakta; böylece uzun bir süre muhafaza edilebilmesi mümkün olmaktadır. Bir oklava yardımıyla açılan yufka, ters yüz edilerek sac üzerinde pişirilir.
Bir diğer ekmek türüyse pidedir. Fırında pişirilen pide, yuvarlak veya oval formda yapılır. Üzerine susam, çörekotu serpilir, yumurta da sürülebilir. Ramazan aylarının vazgeçilmez ekmeğidir. Bu güzel ve değerli besin yalnız ülkemizde değil, dünyanın dört bir yanında da en çok üretilen ve tüketilen gıda maddesidir. Yapılış biçimleri, türleri, kullanılan malzemeler, ülkenin coğrafi ve kültürel yapısına göre farklılıklar arz eder.
Ekmek, bizim en temel yiyeceğimizdir. Çinli için pirinç ne ise, Türkler için de un odur. Her şeysiz yaşamak mümkün ama, un kullanmadan bir gün geçirmek bile hemen hemen imkânsızdır. Bu açıdan ekmek, yiyeceklerimizin başında gelen bir beslenme maddesi olmuştur. Hatta hiçbir ordunun ekmek istihkakı bizimki kadar çok olmamıştır.
Türkler kadar ekmeği seven başka bir millet var mıdır acaba? Avrupalıların yedikleri ekmek bizim için tadımlıktır. Bizler ise onu yemiş niyetine yeriz. Karpuzla yeriz, üzümle yeriz, cevizle yeriz, onun tadını çıkarırız. Çorbayı ekmek doğramadan içmeyiz. Yanında ekmek olmadan yediğimiz yemekten bir tat alamayız. O kadar ki, pilâvı, baklavayı bile ekmekle yeriz. Küçükler okuldan gelir gelmez, yemiş niyetine yemek için annelerinden ekmek isterler. Başka yemekler, ekmek yemeye vesile olan bir süs gibi gelir bize. Şehirlisi de böyledir, köylüsü de...
Ekmek, günlük kazancımızın da bir ifade şeklidir. "Ekmek parası için çalışıyoruz", "evde çocuklar ekmek bekliyorlar", "biz bu işten ekmek yemeyelim mi?” gibi tabirleri sıkça kullanırız. Ekmek, Türk sofralarının temel gıdası, mübarek bir nimet olarak bilinir; bu sebeple çiğnenmez, rast gele atılmaz ve ona saygısızlık etmek günah sayılır. Yere düştüğünde Kur’an-ı Kerim gibi yerden alınır ve üç defa öpülür; inanın ekmeğin böylesine değerli olduğunu sadece Müslümanlar bilir. Ekmeğe o kadar büyük hürmetimiz vardır ki, kırıntılarını itina ile tane tane toplamaktan üşenmeyiz, günahından korkarız. (Akyavaş, A. Ragıp, asitâne, 227, TDV Yay., Ankara-2000)
Vaktiyle annelerimiz, babalarımız yere düşen ekmeği hiç ihmal etmezler, hemen kaşlarını çatarak "öp" ihtarını basarlardı. Bugünkü sofralarda yere düşen ekmeği öpüp başına koymak âdeti artık tarihe karıştı. Büyüklerimizin bile elini zor öpüyoruz.
Türklerin bu özelliği Ermeni asıllı olan, Türk devletini ve kaynaklarını çok büyük bir dikkatle incelemiş, batılı yazarların aksine Türkler ve Müslümanlar hakkında peşin hükümleri olmayan, objektif görüşler ortaya koyan d’Ohsson’un dikkatini çekmiş ve şu değerlendirmede bulunmuştur: "Müslümanların ekmeğe karşı sonsuz hürmetleri vardır. İlâhî nimetlerin en değerlisi kabul ettikleri için, ekmekten daima özel bir hürmetle bahsederler. En küçük bir ekmek parçasını evde bir yerde veya sokakta gören bir Müslüman, isterse en yüksek rütbede olsun, onu mutlaka alıp öper, sonra cebine koyar yahut ayaklar altında kalmayacak bir köşeye bırakır. Hatta birçokları sofrada yemeğe başlamadan önce ekmeği öpüp başlarına koyarlar." (d’Ohsson, 18. Yüzyıl Türkiyesinde Örf ve detler, 34)
Soframızda her öğünde yer alan, olmazsa olmaz ve tadından asla vazgeçemediğimiz ekmeği, kimimiz fırından yeni çıkmış, buharı üzerinde çıtır çıtır severiz; kimimizin midesi hassastır, ağızda dağılanı tercih ederiz. Kimimiz pamuk gibi yumuşacık içine, kimimiz kıtır kıtır kabuğuna vurgunuzdur. Kısacası soframızdan ekmeği eksik etmeyiz. Onun güzel tadı dilimize öylesine yerleşmiştir ki, atasözlerinde, benzetmelerde, günlük yaşamda bir an bile bırakmaz peşimizi. Ekmek bize Allah’ın verdiği bir nimettir. Ekmeğin bir adı da nimet’tir. Bu nedenle "Kur’an, nimet çarpsın" diye ekmek üzerine yemin ederiz. Direnmek, zorluklarla mücadele, hem ekmek içindir, hem de bu mücadeleyi sürdürebilmek için gerekli gücü ekmekten alırız. Alnımızın teriyle "ekmek parası" kazanırız, ama "ekmek aslanın ağzındadır". Kısacası ülkemizde, inancın, emeğin, hayat veren, güç veren bir yiyeceğin adıdır ekmek...
Ekmeğin köylerdeki öyküsü daha bir başkadır. Buğday, başaktan koparılıp öğütüldüğünde, sabaha sıcak köy ekmeği oluverir. Eli öpülesi annelerin, ninelerin gün doğarken mayaladıkları ekmekler buram buram sofralara geliverir. Hem şehir ekmeklerine benzemez köy ekmekleri. Kocaman, tekerlek büyüklüğünde olur. Tadı, içindeki lifler ve kepek sayesinde farklıdır, tazeliğiyle sıcaklığını öyle koruyacak sanırsınız. Şehirde, köylerdeki gibi ekmeği bulmak neredeyse imkânsızdır.
Ekmeği severiz... Ekmek kokusu, toprak kokusudur. Belki bütün bir tabiatı onda koklarız. Ekmek, kokusuyla çağırır, davet eder bizi. Çocukluğumuzun fırınlarından, sokaklara yayılan o buram buram kokuları hiç unutur muyuz?
Çiftçiler... En çok ekmek kokar ve ekmeğe nasıl da benzerler; esmer, mütevazı, cömert ve mütebessim...
Ekmeği severiz... Ekmek kokusunda kendimizi buluruz. Toprak kokusu hep çeker bizi. Ekmekte bizden bir şeyler koklarız. Ekmeği ısırırken bilmem kaç kişinin emeği geçmiştir diye düşünürüz... Sofraların ağasıdır o. Sevdasız baş, ekmeksiz aş olmazmış. Ekmeğe basan ayağa düşer, ekmekle oynayanlar da iflâh olmazmış.
Ekmeği severiz... Kokusu mu, mûnisliği mi, değirmende ezilip ateşlerde yanması mı, açlığımızın panzehiri olması mı çeker bizi? En çok da, ekmeğin çektiği çileye saygı bizimkisi belki de... Delice savurur tarlaya buğdayları çiftçiler:
"Ya Allah, Ya Rahman, Ya Rezzak... Şensin biri on, otuz, yüz edecek. Şensin çamurlu su içen tohumlardan kokuları, gıdaları gönderecek!..."
Savururuz tohumları sonsuz bir tevekkülle. Biliriz ki her bir tohumu gören var. Bunun için "Hangi tohum toprağa düştü de bitmedi" der Mevlâna. Sana şükürler olsun ey Rezzâk! Bütün tohumlar üstünde Rezzâk ismi yazılı. Rızık da Rezzâk’tan gelir. Toprak ne tanır beni, yağmur ne bilir yoksa!...
Yeryüzünde ekmeksiz yaşayan millet yoktur. Her milletin ekmeği kendinedir. Milletler ekmeğini, kendi kültürüyle mayalar, kendi alışkanlıklarının teknesinde yoğurur, kendi geleneğinin sıcağında pişirir. Milletler kadar ekmek vardır yeryüzünde. (Ekmeğimiz, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yay.)
Böyle bir nimete ancak Sürûrî’nin şu beytindeki gibi şükredilebilir:
Tende kudret nerden olsun, nimeti can şükrüne, Bin dilim olsa yetişmez, bir dilim nân şükrüne...