Makale

Dini ÖĞRENME, ANLAMA VE ANLATMA

Dini
ÖĞRENME,
ANLAMA VE ANLATMA

Doç. Dr. İsmail Karagöz
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Yüce Allah, dinin ve onun temel kaynağı olan Kur’an’ın anlaşılmasını istemektedir. Bu yazımızda dinin iyi anlaşılması, anlatılması ve bu konuda uzman bir grubun bulunması gerektiğini ifade eden;
"Müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Öyle ise her topluluktan (bir grup savaşa çıkarken), bir grup da din konusunda sağlam bilgi sahibi olmak ve dinî hükümleri öğrenmek için çalışmalı ve savaşa çıkanlar geri döndüklerinde onları (günahlardan) sakınmaları için uyarmalıdırlar." anlamındaki Tevbe sûresinin 122. ayetini tahlil etmeye çalışacağız.
Tevbe sûresinin 120. Ve 121. ayetlerinde Allah yolunda fedakârlık yapan, cihat eden ve harcamalarda bulunan kimselere "sâlih amel" sevabı yazılacağı, bu kimselerin emeklerinin boşa çıkarılmayacağı ve yaptıklarının en güzeli ile ödüllendirileceği bildirildikten sonra,
122. ayette bütün müminlerin sefere çıkmalarının doğru olmadığı ve bir grup müminin dinî ilimlerde derinleşmeleri ve dini insanlara anlatıp öğretmeleri gerektiği bildirilmektedir.
Ayet, üç hüküm içermektedir.
1. Düşman saldırılarına karşı hazırlıklı olmak ve ülkeyi düşmana karşı savunmak
Kök anlamlarından biri de "barış" olan İslâm, savaşı değil barışı esas almış, aile, toplum ve uluslararası anlaşmazlıkların kavgasız ve savaşsız yöntemlerle çözülmesini istemiş (Bakara, 224; Nisa, 114; Hucurat, 9) ve barışın daha haytflı okluğunu bildirmtş- tir.(Nisa 128; Bakara, 208; Enfal, 1,61; Nisa, 90)
İslâm; insanların, sulh, sükûn, güven ve huzur içinde yaşamalarını, fertler ve toplumlar arası ilişkilerin düzeltilmesini, barış ortamının bozulmamasını ister. (A’raf, 56, 85) Savaşı ancak saldırı söz konusu olduğunda savunma amacıyla meşru sayar: "Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın, ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez". (Bakara, 190) anlamındaki ayet, barışın esas olduğunu, saldırı olmadıkça savaş açılmamasını, savaş yapıldığında da zulme ve işkenceye, telef ve talana meydan verilmemesi gerektiğini ifade etmektedir. Bir saldırı söz konusu olduğunda düşmanla savaşmak Allah’ın kesin emridir. (Nisa, 71; Tev- be, 41) Bu erme uymamak büyük günahtır. (Tevbe, 38, 39-81) Mazeret olmadan savaşa katılmamak büyük günah olduğu gibi, savaşa katıldıktan sonra savaştan kaçmak da büyük günahtır. Yüce Allah Kur’an’da savaştan kaçan kimselere gazap ettiğini ve onları cehennemde cezalandıracağını bildirmektedir. (Enfal, 15-16)
Barışı sağlamak, düşman saldırılarını önlemek ve saldırı karşısında hezimete uğramamak için Yüce Allah, Müslümanların savunma ve savaşa daima hazırlıklı olmalarını, bu amaçla kuvvet ve savaş araç-ge- reçleri hazırlamalarını emretmektedir. (Enfal, 60) Tahlil etmeye çalıştığımız ayetin, "Müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir." cümlesi de; ülkenin düşmana karşı savunulması gerektiğine, askerlik tekniklerini iyi öğrenen ve bu sahada uzman olan bir grubun bulunması ve askerliğin âdeta profesyonelleşmesi gerektiğine işaret etmektedir. Bunu, sefere çıkmak, savaşa katılmak anlamındaki "nefr" kelimesi ile müminlerin hepsinin topluca savaşa çıkmamaları gerektiğinin bildirilmesinden anlıyoruz.
2. Dini iyi öğrenmek, anlamak ve anlatmak
Yüce Allah, ayetin ikinci cümlesinde müminlerden bir grubun "dinde tefekkuh etmesi" gerektiğini bildirmektedir. Ayette geçen "din"; Hz. Peygamberin insanlara tebliğ ettiği, akıl sahiplerini kendi arzuları ile bizzat hayırlara sevk eden İlâhî nizam ve ilkeleri Allah tarafından belirlenmiş doğru yol demektir. İlk insandan beri var olan "hak din", insan ve toplumların maddî ve manevî ihtiyacı olan ve insan hayatının her alanını kuşatan sosyal bir olgudur.
"Tefekkuh" bilmek ve anlamak demektir, ancak bu, basit bir bilgi ve anlama değil, bir sözün mânâ ve maksadını kavramak, konuşanın kastını bilmek ve anlamak, mevcut ilim ile mevcut olmayan ilme ulaşmaktır. "Fıkıh", ilimden daha özeldir. Düşünme, araştırma ve gözlem sonucu elde edilen bilgi, "fehm" (anlama)dır. Bunlarla birlikte hüküm çıkarma, özünü ve esasını kavrama ve hikmet varsa bu bilgi, "fıkıh" olur. Terim olarak "fıkıh"; şer’i hükümleri, kişinin leh ve aleyhine (yararına ve zararına) olan şeyleri (hükümleri ve davranışları) bilmektir. Bu kelimenin isim şekli olan "fakîh"; bilen, anlayan, mânâ ve maksadı kavrayan bilgin demektir.
"Dinde tefekkuh", dini iyi öğrenmek, dinin temel kaynaklan olan ayet ve hadislerin ne dediğini ve ne demek istediğini doğru ve detaylı bir şekilde anlamak ve kavramaktır. Kur’an-ı Kerim; okunsun, anlaşılsın ve hükümleri uygulansın diye indirilmiştir. Yüce Allah, Kur’an’ın anlaşılmasını istemektedir, (bk. Nisa, 78; Enam, 65-9); Yüce Allah, kâfir, müşrik ve münafıkları gerçekleri anlamamakla yermektedir, (bk. Enam, 25; Isra, 46; Kehf, 57; Fetih; 15; Haşr, 13)
Bilme-anlama faaliyeti için; anlamaya konu olan bir şeyin (metin, söz, ayet, olay) olması ve anlama yetisinin kullanılması gerekir. Anlama yetisi Kur’an’da "kalp" kelimesi ile ifade edilmektedir: (bk. Enam, 25; Araf, 179; Tevbe, 87-93-127; Münafikun, 3-7; is- ra, 46; Kehf, 57) "Kalp", zihin ve akıl kavramlarını da içerir.
"Anlama" konusunda; "anlatan", "anlayan", "anlam", "anlatım", "kavrama", "kavram", "açıklama", "yorum" ve "yorumlama" kavramlarını birlikte düşünmemiz gerekmektedir.
Din ve dinin temel kaynağı olan Kur’an söz konusu olduğunda "anlatan", "hitap eden", "söyleyen", "beyan eden", "açıklayan" Allah; "anlayan", "yorumlayan" ve "kavrayan" ise insandır.
Anlamada; anlatmaya ve anlamaya konu olan metnin dili, ifade üslubu, kelime ve cümle yapıları önem arz etmektedir. Her hangi bir yazılı metni; hazırlayan, yazan, dinleyen ve anlayandan soyutlamak mümkün değildir (metin dilbilim). Bir sözün, yazının, metnin anlamını, ancak kullanıldığı zaman dilimi, mekan, çevre, şartlar ve bağlam çerçevesinde anlamak mümkün olur (kullanım bilim). Anlamada, anlatan, metin dili, üslup ve anlatım tarzı önemli etkendir (anlatım bilim). Önce anlatanın ne dediği anlaşılmalı (anlam bilim / semantik), sonra ne demek istediği kavranmalıdır (yorum bilim / hermenötik).
Her dilin kendine özgü anlatım biçimi olduğu gibi Kur’an’ın da kendine has anlatım biçimi vardır. Kur’an’ı anlama faaliyetinde bu "anlatım biçimi", kelime ve cümle yapısı önemlidir. Kelimeler anlaşılmadan cümleler, cümleler anlaşılmadan metin, metnin "ne dediği" anlaşılmadan "ne demek istediği" anlaşılamaz.
Dini bilmek ve anlamak insan için hayatî önemi haizdir. Çünkü bilme ve anlama kişiyi imana götürecek ve ona Allah rızasını kazandıracaktır. Anlama İlâhî bir lütuftur. Peygamberimiz (s.a.s.), sahabeden ibn Abbas için, "Allah’ım! Onu dinde fakîh kıl ve ona te’vili öğret" diye dua etmiştir.(Buhari, ilim, 17,1,41; Müslim, Fedailü’s-Sahabe, 30.IV, 1928)
Anlama, bir kavramı, bir nesneyi, bir varlığı, bir hadiseyi zihnimizde canlandırabilecek bir göstergeye bağlayabilmektir. Kavrama, eşya ve olaylar arasındaki ilişkilerin elde edilmesidir. Gözleme dayalı şeyleri kavrar, bilgiye dayalı şeyleri anlarız. Anlama, herhangi bir göstergenin (dil, metin, hareket, işaret, olay vs.) anlamıdır. Yorum, anlama verilen anlamıdır. Anlamadan yorum yapılamaz.
Anlama konusunda sözün, ifadenin; kime ait olduğu (sözün sahibi), kime söylediği (muhatap), nerede, niçin ve ne zaman söylediğinin ve ne söylediğinin bilinmesi anlamayı kolaylaştıracaktır. "Anlam" dilin kendisinden ziyade kullanımında ortaya çıkar. "Anlam", anlatan kimsenin maksadında saklıdır. Anlamak isteyen kimse, sadece dilin genel kurallarını bilmekle yetinmez, sözün sahibinin muradını da bilmek zorundadır. Bunun için; dilin genel bilgisi yanında; lafız ve ibarenin hakiki ve mecazi anlamlarını bilmek gerekir.
Anlama; söyleneni anlamı kavrama sürecidir. "Anlatılan" ile "anlaşılan" örtüşüyorsa "doğru anlama"; "anlatılan" ile "anlaşılan" farklı anlamları içeriyorsa veya bir "anlatılana" karşı birden fazla "anlaşılan" varsa ve bu anlaşılanlar birbirinden farklı ise "yanlış anlama" vardır. Anlam, anlatılana sorularak doğrulanabilir. Şu diyalog buna güzel bir örnektir. Peygamberimiz (s.a.s):
"Bana cehennem gösterildi, bir de ne göreyim, çoğu inkâr eden kadınlar." Sahabe, "Allah’ı mı inkar etmişler?" diye sordu, Peygamber Efendimiz, "(hayır) kocalarına karşı nankörlük etmişler" buyurdu. (Buhari, iman, 21, 1, 13)
Sahabe Peygamberimizin "küfür" kelimesi ile inkâr mı, nankörlük mü kastettiğini anlayamamışlar ve bunu Hz. Peygambere sorarak öğrenmişlerdir.
Anlatana sorma imkanı yoksa sözün bağlamına başvurulur. Kimin kime ne söylediği, nerede ve ne zaman söylediği tespit edilir. Bağlamdan maksat; sözün söylendiği ortamdır yani sözün söylendiği yer, zaman, konuşan-dinleyen ilişkisi, konu, ifadenin öncesi ve sonrası... (bk. Şuara, 19)
Bir şeyi anlayıp kavrayabilmek için o şeyi bilmek ve öğrenmek gerekir. Dolayısıyla tahlil ettiğimiz ayet, dini iyi öğrenmenin, Kur’an’ı doğru anlamanın, ilim tahsilinin, eğitim ve öğretimin gerekliliğini de ifade eder.
"Dinde tefekkuh" farz-ı kifâyedir. imam Buhârî, el-Câmiu’s-Sahîh adlı eserinde, "İlim, söz (iman) ve amelden önceliklidir" demiş ve "Bil ki Allah’tan başka ilâh yoktur..." (Muhammed, 19) anlamındaki ayeti delil olarak zikretmiştir.(Buhari, ilim, 10) Çünkü ilim olmadan Allah’ı, Peygamberi ve Kitabı tanımak, gerçek anlamda iman ve ibadet etmek mümkün değildir. En faziletli ve en değerli amel ilim tahsilidir, hiçbir amel ilme denk düşmez. İlme, eğitim ve öğretime vurgu yapan birçok ayet ve hadis vardır. (Âl-i Imrân, 18; Zümer, 8; Ankebut, 43; Fatır, 28; Tahâ, 114)
Peygamber Efendimiz (s.a.s.): "Allah kime hayır murat ederse onu dinde fakîh yapar."(Buhari, ilim, 13,1,25), "Kim bir ilim elde etmeye başlarsa Allah onu cennetin yollarına sevk eder..."(Ebu Daud, İlim, 1. IV, 5758) ve "Âlimler nebilerin varisleri- dir."(Ebu Davud, İlim, 1. ıv, 5758) sözleriyle, İslâm’ın ilme, eğitim ve öğretime verdiği değeri ifade etmiştir.
Dini öğrenmek ve anlamak her şeyden önce Kur’an’ı öğrenmek ve anlamaktır. Kur’an’ı anlama söz konusu olduğunda iki husus ön plâna çıkar:
a) Kur’an’ın ne olduğunu anlamak (Kur’an bakış açısı). Siz Kur’an’a "Allah sözü" diye bakarsanız ayrı, "peygamber / insan sözü" diye bakarsanız ayrı; "evrensel" diye bakarsanız ayrı, "tarihsel" diye bakarsanız ayrı anlam ve sonuca ulaşırsınız.
b) Kur’an’ı anlamak (Kur’an’ın anlamını öğrenmek ve kavramak). Kur’an’ı anlamada, önce sözcüklerin ve kavramların anlamlarının iyi öğrenilmesi ve anlaşılması gerekir. Kur’an kavramlarını anlamada, Kur’an’ın indiği zaman esas alınmalıdır. Çünkü kelimelerin anlamları zamanla değişmekte, anlamlan daralmakta veya genişlemekte, hatta kelimelere zamanla farklı anlamlar yüklenmektedir. Bu sebeple kelimenin yüklendiği ve taşıdığı ilk anlamı nedir? Peygamberimizin ilk muhatabı olan sahabe bu kelimeden ne anlamıştır? Kelime, Kur’an’da hangi anlamda kullanılmaktadır? Kelimenin eş ve zıt anlamları nelerdir? Bulunduğu bağlamda hangi anlama gelmektedir? Kelime aslî anlamda mı, yoksa mecâzî anlamda mı kullanılmıştır? Bir ayet içerisinde her kullanımda farklı anlamlar içeren kelimeler olabilir. Meselâ, 22/46. ayetinde geçen birinci "kulûb" mecazî, ikinci "kulûb" hakikî anlamda kullanılmıştır. Peş peşe gelen iki ayette aynı kelime farklı anlamlara gelebilir. Bir Kur’an kavramının doğru ve iyi anlaşılabilmesi için bütün bu hususların dikkate alınması gerekir (semantik tahlil).
Ayette geçen kelimeler bu şekilde doğru ve sağlıklı olarak öğrenilip anlaşıldıktan sonra, bu kelimelerden oluşan cümlenin anlamı kavranmalıdır. Cümle haberi mi, inşâî mi? Olumlu mu olumsuz mu? isim cümlesi mi, fiil cümlesi mi? Emir cümlesi mi, nehiy cümlesi mi? Emir veya nehiy vücûp mu, ibâha mı, irşat mı veya başka bir anlam mı ifade ediyor? Cümlede tekit, takdim-te’hîr var mı? Ayetin nüzul sebebi ve ayet ile ilgili bir hadis var mı? Cümleyi anlamada bütün bu hususların dikkate alınması gerekir. Ayrıca ayetleri kendi terkibi, bağlamı içinde anlamak, aynı konudaki ayetleri birlikte değerlendirmek, Kur’an-Sünnet bütünlüğüne dikkat etmek gerekir. Bu anlama faaliyetinde sözlük ve tefsir kitaplarından yararlanılır, sahabe, tâbiî ve diğer âlimlerin ayete nasıl anlam verdiklerine bakılır. Bir ayetin ne anlama geldiğini öğrenmek kadar, niçin ve nasıl o anlama geldiğini öğrenmek de gerekir. Anlama, açıklama ve yorumlama için dilbilim yanında aklın çalıştırılması, salim bir kafa ile düşünülmesi ve muhakeme edilmesi, çağın bilgilerinden, öğrenme ve anlama tekniklerinden de yararlanılması gerekir.
Bir hadisi anlamada kelime ve cümlenin çözülmesinde aynı usûllere başvurulur. Ayrıca hadisin sahih olup olmadığına, hadisin diğer varyantlarına, aynı konuda başka hadis bulunup bulunmadığına bakılır.
Bu düzeyde anlama ile herkes değil belirli bir grup yükümlüdür. Bu hususu ayetin ikinci cümlesi açıkça ifade etmektedir. Dolayısıyla her toplumda dini iyi öğrenen bir grubun bulunması farz-ı kifâyedir. "Din", hayatın bütün alanlarını kapsadığı ve bütün ilimleri içerdiği için toplumun her bilim dalında uzman bir grup yetiştirmesi bu ayetin gereğidir. Sözgelimi, doktor, veteriner, eczacı, ziraatçı, fizikçi, kimyager, biyolog, tarihçi, dil bilimci, hukukçu, fıkıhçı, hadisçi, müfessir, eğitimci, ahlâkçı, felsefeci ve benzeri her bilim dalında uzman bir grup yetiştirmek, bu ayetin hükmü içersine girmektedir.
3. Müslümanları günahlara karşı uyarmak
Kur’an’ın ve Hz. Peygamberin temel özelliklerinden biri de "nezîr" yani uyarıcı olmasıdır. (Meselâ, bk. Maide, 19; Kehf, 1-2) Yüce Allah tahlil ettiğimiz ayetin son cümlesinde "dinde tefekkuh edenlerin" toplumlarını uyarmaları gerektiği ifade edilmektedir. Ayette geçen "inzâr" sözlükte; bir şeyi bildirip sakınmasını istemek, dikkatini çekmek, uyarmak, korkutarak bildirmek anlamlarına gelir. Din ıstılahında ise; insanları, inkâr, şirk, nifâk ve isyan gibi İlâhi azaba ve cehenneme girmeye sebep olacak her türlü inanç, söz, fiil ve davranışlardan sakındırmak, gelecek tehlikeyi önceden bildirerek insanları iman, ibadet ve itaate yöneltmek demektir.
İnzâr, içinde korku bulunan bir haberdir. İçinde sevinç bulunan "tebşîr" kavramının zıddıdır.
Allah, her ümmete bir uyarıcı göndermiştir. Son uyarıcı Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. (Ahzab, 45) Nezir ve inzâr kelimelerinin geçtiği ayetlerde korkutma, sakındırma ve İlâhî azap ile uyarı ön plâna çıkmaktadır, "inzâr", tebliğin en önemli yöntemlerinden biridir. Kur’an ayetlerinden peygamberlerin en çok bu yöntemi kullandıkları anlaşılmaktadır. Son Peygamber Hz. Mu- hammed, (s.a.s.)’e sadece içinde yaşadığı toplumu değil, bütün insanları Kur’an ile uyarma görevi verilmiştir.(Enam, 19) Bu görevi peygamberin vefatından sonra dinde tefekkuh edenlerin yapması gerektiği, tahlil ettiğimiz ayetten anlaşılmaktadır. Dolayısıyla dini yüksek tahsil yapmış her insanın sözlü olarak (va’z, öğüt ve dini sohbet ile) veya yazılı olarak (makale ve kitap vs. ile) dini anlatma görevi vardır. Bu görevi ihmal etmek İlâhî emre muhalefet etmek demektir. Bildiklerini insanlara anlatmamak, sorulan dini sorulan cevaplandırmamak, Peygamberimizin beyanı ile (Ebû Davud, İlim, 9, IV, 67-68) âhirette İlâhî cezayı gerektiren bir davranıştır. Öte yandan dini iyice öğrenmeden ve anlamadan din konusunda bilgi ve fetva vermek günah bir davranıştır. Yanlış fetvanın vebali fetvayı verene aittir.(Ebû Davud, ilim, 8, IV, 66) Dini bilen ve anlayanların azalması, cehaletin artması, (Müslim, ilim, 8, III, 2056) bilmeden ve anlamadan fetva verenlerin ortaya çıkması kıyamet alametidir.(Müslim, İlim, 13, III, 2058)
Dini anlamak ve anlatmak aslında sadece din bilginlerinin değil her müminin görevidir. Bu husus Kur’an’da pek çok ayette ma’rufu emir ve münkeri nehiy kavramlarıyla ifade edilmektedir.(ÂI-i İmran, 110; Nisa, 114; Araf, 157; Tevbe, 71,112; Lokman, 17; Hac, 41) İslâm dininin bütün emir ve yasaklan, öğüt ve tavsiyeleri "ma’rûf" ve "münker" kavramına dahildir. Dolayısıyla "ma’rûfu emir" Allah ve peygamberin yapılmasını istediği görevleri, akl-ı selîmin iyi, güzel ve yararlı gördüğü şeyleri insanlara emretmek, yapılmasını istemek ve tavsiye etmektir. Münkeri nehiy ise; Allah ve peygamberin yapılmasını yasakladığı ve akl-ı selîmin çirkin, kötü ve zararlı gördüğü şeylerden insanları menetmektir. Marufu emir ve münkeri nehiy müminlerin temel özelliğidir. (Tevbe, 71)
Dini anlatma, marufu emir ve münkeri nehiy görevinden sonuç elde etmek, İlâhî iradeye bağlı bir olaydır. Dolayısıyla din bilginleri ve müminler, dini anlatacaklar, anlatılanların insanlara faydası olur mu, olmaz mı diye düşünmeyeceklerdir. Bu husus, tahlil ettiğimiz ayetin sonunda (le’allehüm yehzerûûn) "umulur ki onlar sakınırlar" cümlesi ile ifade edilmektedir. Allah Kur’an’da, İnsanları kendisine karşı gelmekten sakındırmaktadır.(ÂI-i İmran, 2830)
Sonuç ve değerlendirme
Tahlil etmeğe çalıştığımız Tevbe sûresinin 122. ayetinde Yüce Allah; müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmalarının doğru olmadığını, bir grup müminin dinde derinlemesine bilgi sahibi olması ve insanları haram ve kötülüklere karşı uyarması gerektiğini bildirmektedir.
Bu ayete göre her bilim dalında ve meslek alanında uzman bir grubun yetiştirilmesi, toplumda kötülüklerle mücadele edilmesi ve dinin iyi anlaşılıp insanlara anlatılması gerekmektedir.
Ülkemizde toplumu din konusunda aydınlatma görevi Diyanet işleri Başkanlığına verilmiştir. Başkanlık, bu görevini taşrada vaiz, müftü ve imam- hatipler vasıtasıyla yürütmektedir. En iyi iletişim yüz yüze yapılan iletişim ve tebliğdir, bu itibarla bütün imam-hatiplerin kendilerini iyi yetiştirip va’z ve irşat hizmetlerine katılmaları gerekir. Aslında toplumu din konusunda en iyi bir şekilde aydınlatabilecek olanlar, sürekli halkın arasında bulunan cami görevlileridir. Namaz öncesi ve sonrası, düğün, nişan, cenaze ve benzeri merasimler, bu iş için birer fırsattır. Az ama sürekli yapılan faaliyetler daha kalıcı ve etkili olur. Bir imam-hatibin her gün bir ayeti anlamı ve hükümleriyle birlikte öğrendiğini ve cemaatinin en kalabalık olduğu bir vakitte namazın duasından sonra ayağa kalkıp bir-iki dakika içinde, "Muhterem Müslümanlar! Size Kur’an’dan bir ayet ve mealini okumak istiyorum." diyerek ezberlediği ayetin metnini okuyup anlamını verdiğini, ayetin içerdiği hükümleri, emir ve yasaklan söylediğini düşünelim. Bir imam-hatip, buna bir yıl içinde üç yüz gün devam etse, üç yüz ayet ezberlemiş, anlamını öğrenmiş ve cemaatine anlatmış olur. Bu işi, bir gün ayet bir gün hadis şeklinde yapsa, bir yıl içinde yüz elli ayet, yüz elli hadis ezberlemiş, anlamını öğrenmiş ve cemaatine de anlatmış olur. Bir imam-hatip, bu işe beş yıl devam etse, yedi yüz elli ayet yedi yüz elli hadis ezberlemiş, anlamını öğrenmiş ve cemaatine anlatmış olur. Bir görev boyu buna devam ettiğini düşündüğümüzde bir imam-hatip, görev hayatı boyunca Kur’an ve sünnet ile yoğrulmuş, İslâm’ı ana kaynaklarından öğrenmiş ve cemaatini de yetiştirmiş olur. Günde bir ayet veya bir hadis ezberlemek zor değildir. Küçük bir kağıda yazdığı ayeti ve anlamını yolda yürürken, haber izlerken, hatta yemek arasında bile ezberleyip öğrenebilir. Tabii ezberlediği ayet ve hadisleri unutmamak için zaman zaman tekrar etmesi, gerektiğinde ayet ve hadislerin içerdiği hükümleri anlayıp kavrayabilmesi için, tefsir ve hadis şerhlerine müracaat etmesi de gerekir. Bu gayret, bir gönül ve sevda işidir. Allah’ın dinini, Allah’ın kullarına anlatmak, insanların en faydalısı olabilmek, böylece Allah’ın rızasına erebilmek ne mutlu bir görev...