Makale

AVRUPA BİRLİĞİ İslam ve Müslümanlık

AVRUPA
BİRLİĞİ
İslam ve Müslümanlık

Prof. Dr. Hüseyin Tekin Gökmenoğlu
Selçuk Üniv. İlahiyat Fakültesi

Ekim 2004 tarihinde Avrupa Birliği Komisyonu’nun Türkiye’nin üyeliğe alınması hakkındaki ilerleme raporunun olumlu açıklanmasıyla gözlerimiz, 17 Aralık’ta Hükümet ve Devlet Başkanları düzeyindeki Avrupa Birliği Konseyinde, tam üyelik için müzakerelere başlayıp başlamama; eğer başlanacaksa bunun için tarih verme amacıyla yapılacak toplantıya çevrildi. Bir taraftan milletçe âdeta nefesimizi tutarak 17 Aralık’ta ülkemizle ilgili verilecek bu kararı beklerken, bir taraftan da, ilerleme Raporu muhtevasında yer alan hususlarla ilgili olarak, iç ve dış basın yayın organlarında yapılan, yorum, değerlendirme ve tartışmalara şahit olmaktayız. Tüm bu yazılan, çizilen ve konuşulanlardan çıkan genel kanaat, Avrupa Birliği’ne Türkiye’nin tam üyeliği sürecinin büyük bir aşama kaydettiği, Türkiye’nin bu süreçte, Birlik tarafından daha önceki toplantılarda öngörülmüş asgari kriterleri büyük ölçüde yerine getirdiği ve üzerine düşeni yapma sırasının, Birliğin nihaî karar organı olan Konseyin omuzlarında olduğudur.
Türkiye 40 yılı aşkın bir süredir bu maratonun içinde olmakla beraber, halkımız Birliğe katılma iradesi yönünde, hemen tüm siyasî ve sivil oluşumlarıyla günümüzdeki kadar bir tavır, gayret gösterememişti. Bu oluşumlardan bu iradeye katılmadıklarını beyan edenler de zaten mutlak bir karşıtlığı değil, kendilerince bazı hassas noktalar tespit ederek, bu noktalarda bir ihtimal gelişebilecek bazı endişeleri seslendirmektedirler.
Birliğe katılma iradesi ve talebi bizden gelmiştir. Az evvel belirttiğimiz gibi yarım asra yakın bir süredir bu talep, çeşitli siyasî çalkantılara ve demokrasinin kesintiye uğramasına rağmen hiç askıya alınmamış ve son yıllarda ise karşı olanların sesi oldukça kesilmiştir.
Avrupa Birliği’ne katılma irademizdeki temel saik, çok yakınımızda oluşan bu güçlü ittifakın dışında kalmamak ve ekonomimizi güçlendirerek milli gelirimizi artırmaktır. Yabancı sermayenin ülkemize en kolay ve emin biçimde gelmesini sağlamanın, bu birliğe girmek sayesinde olacağı düşüncesindeyiz. Karşı tarafa baktığımızda, bizim üyeliğe kabulümüz için, daha önce üye olmuş ve yakın tarihlerde üye olması kararlaştırılmış 27 ülkede aranan ve bulunan objektif şartlarla yetinmeyi pek kabullenmiş gözükmemektedir. Bu endişemizden dolayıdır ki, -farklı muamele istemediğimizi- Hükümet Başkanımızın dilinden bir mesaj olarak kendilerine ulaştırma çabasındayız. Avrupa Birliği açısından ne vazgeçilebilecek ne de diğer sıradan ülkeler gibi birtakım kriterlere ulaşmış olmakla hemen kabul edilebilecek bir ülkeyiz. İlk defa 1963 yılında adaylık statüsü tanınmasına rağmen tam üyeliğin henüz sağlanamaması ve en iyimser yaklaşımla, bunun en az on yıl daha vakit alacağı olgusu, Türkiye’nin farkından kaynaklanmaktadır.
Birlik üyesi ülkelerin hükümet yetkilileri veya bu konuda beyanda bulunan diğer akademisyen, gazeteci gibi vatandaşları, birliğin bu çekingen ve ürkek tavrının gerekçesi olarak -yerine getirilen kriterlerden başka- Türkiye’nin mevcut nüfusu, nüfus artış hızı, ekonomik yapısı, işsizlik oranı, komşularıyla olan problemleri vs. gibi hususları öne sürmektedirler. Tabii bunlardan daha önemlisi, Türk halkının % 99’unun Müslüman olmasıdır. Ancak bu fenomen, Birlik üyelerinin şiddetle karşı çıktıkları ve itiraz ettikleri bir önerme olan, "Avrupa Birliği bir Hıristiyan Kulübüdür" ifadesini doğrulayacağı için, resmiyette veya yüksek sesle öne sürülmemektedir. Bizde ise, son yıllarda pek fazla kalmamakla beraber, zaman zaman çeşitli argümanlar ileri sürerek, bu birliğe katılma iradesi göstermenin İslâm’la bağdaşmadığını ileri sürenler olmuştur. Evet bu irade bir siyasî birliğe katılma ve daha açık söylemek gerekirse, egemenliğin bir bölümünün devri iradesidir. Ama hemen bununla birlikte, kendimiz dışında çok büyük bir coğrafî-siyasî alanda egemenlik kazanma ve ortak olma iradesidir. Belki burada tarihten gelen gerekçeler ve biraz da hissi bir tutumla, bizim bu ortak egemenlik faaliyetlerinde ve tezahürlerinde dışlanacağımız endişeleri akla gelebilir. Ama böyle bir tutumu engelleyecek yapılanmalar, sistemin içinde zaten mevcut olsa gerekir.
Halkının % 99’u Müslüman olan Türkiye, vakıa olarak şimdilik tüm üye ülkelerinin vatandaşları Hıristiyan olan bu birliğe girerse ne olur? İslâm’a ve Müslümanlığımıza bir zarar gelir mi?
Burada evvela belirtmek gerekir ki İslâm, "tevhid" inancı üzerine kurulu, çeşitli ritüelleri yanında insanlara önerileri ve buyrukları olan ve en önemlisi kıyamete kadar baki kalacağına inandığımız bir dinin adıdır. Müslümanlık ise, İslâmî din olarak kabul eden insanlarda bu dinin yansıma biçimidir. Bu yansımada sosyal, kültürel, coğrafî, tarihî birtakım faktörler de rol oynayabilir. Bu nedenle bize göre Türk İslâmî, Arap İslâmî, Fars İslâmî gibi tamlamalar, kavram muhtevası açısından doğru değildir. İslâm tektir, milletlere göre değişmez. Ama onun yansımaları ve tezahürleri milletlerin hatta coğrafî şartların gereğine göre değişebilir. Bu açıdan Türk, Arap, Fars Müslümanlığı denilebileceği gibi, Afrika Müslümanlığı veya Sibirya Müslümanlığı da denilebilir.
Ülkemizde mevcut şartlar bakımından, lâiklik ilkesi çerçevesinde bir Müslümanlık hayatı hüküm sürmektedir. Halkın büyük çoğunluğu dindardır. Dindar olmayanların da birçoğu İslâm’a saygılıdır. Avrupa’ya baktığımızda ise, ülkelerin vatandaşlarının hemen hepsine yakını Hıristiyan olmakla birlikte, halkların dindarlığı milletimizin dindarlığı ile kıyaslanamayacak derecede zayıftır. Kilisenin Orta Çağ’daki tahakkümü zaten çoktan sona ermiştir. Din ve vicdan özgürlüğü, üye ülkelerden birkaçı göz ardı edilirse oldukça ileri düzeydedir.
Tartışmaya açık olmakla beraber, bize göre geçmişte de, gerek Endülüs’te, gerekse Önasya ve Doğudan Orta Avrupa’ya kadar olan bölgelerde, birçok İslâm-Hıristiyan medeniyetleri karşılaşması, çatışması, buluşması, mücadelesi olmuştur. Ama bunların hemen hepsi Hıristiyan kesimin stratejisini kilisenin belirlediği zaman ve şartlarda gerçekleşmiş, belki de bu nedenle bu karşılaşmaların çoğu hasmane (birbirini düşman gören) yaklaşımlarla gerçekleşmiştir. Medeni ve dostane bir karşılaşma, büyük çoğunluğunu yine 40 yıl kadar önce Türklerin oluşturduğu küçük Müslüman kolonilerin Avrupa’ya gitmesi durumu dışında, bildiğim kadarıyla ilk defa gerçekleşecektir. Gerçi Osmanlı devletinde, devletin o günkü toplam nüfüsuna oranla çok büyük bir Hıristiyan nüfus, vatandaş olarak emniyet altında yaşamışlardır. Ama bu statü elbette ki siyasî birlik statüsünden oldukça farklıdır.
Avrupa’da halkın dine daha doğrusu Hıristiyanlığa ilgi göstermemesinin temelinde, genel gözlem ve kanaat odur ki, teolojisinin yani "kelâmî" önermelerinin kabullenilmesindeki handikap yatmaktadır. Bunun başında da "teslis" önermesi gelmektedir. Halbuki İslâm’ın çok güçlü ve her türlü teolojik tartışmaya girebilecek kelâmî önerme ve esasları vardır. Dolayısıyla birliğe girildiğinde bırakın Müslümanların dinden soğumasına yol açmayı, onların bu önerme ve esaslarla karşılaşması ve buluşması şansı sağlanmış olur. Belki içimizden bazıları, onların İslâmî bizden iyi bildikleri gerekçesiyle, bu kadar iyimser olmamamız gerektiğini düşünebilirler ve buna da delil olarak, Batı’da İslâm konusunda yapılan çalışmaların nicelik ve niteliğini ileri sürebilirler. Ancak burada unutulmaması gereken husus, o çalışmaların oryantalist bir zihniyetle yapılmış olmasıdır. Yani o çalışmaları, arayış içinde olan insanlar yapmış değildir. Bunların birçoğu siyasette ve diplomaside kullanılmak üzere siparişle yaptırılmış çalışmalardır.
Bu bakımdan İslâm’ın ve Müslüman olan halkımızın, bu buluşma ve karşılaşmadan duyacağı dinî açıdan hiçbir altta kalma endişesine gerek yoktur. İslâm’ın umdelerini iyi bilen bir Müslümanın, başka hangi din olursa olsun, o dinler hakkında bilgi sahibi olmasında bir sakınca söz konusu olamaz. Bu durum olsa olsa onun kendi dinine bağlılığını güçlendirir. Temenni ederiz ki, bu birlik sürecinde karşılaşılan Hıristiyan kesim de önce iyice kendi dinlerini, sonra da İslâm’ı öğrenirler. Önce kendi dinlerini diyoruz, zira bu ne derece iyi gerçekleşirse, İslâmî o derece iyi anlar ve değerlendirirler. Ve temenni ederiz ki, bu da hayırlara vesile olur.