Makale

Doğumunun 1000. yılında Kaşgarlı Mahmut ve Divan-ı Lügati't-Türk

Doğumunun 1000. yılında
Kaşgarlı Mahmut ve
Divan-ı Lügati’t-Türk
Mustafa Özçelik
Bir kitabın hikâyesi

Meşrutiyet yıllarıdır... Vani oğullarından Nazif Paşa’nın akrabası olan yaşlı bir kadın, İstanbul Sahaflar Çarşısı’na koltuğunda bir kitapla gelir. Önüne çıkan ilk dükkâna girerek kitabı dükkân sahibine uzatır. Kadın otuz altın istemektedir. Kitapçı ise bu fiyatı ödeyecek durumda değildir.

Hikâyenin devamını Kilisli Rıfat Bilge’den okuyalım: “Ali Emîrî Efendi, sık sık gittiği Sahaflar Çarşısı’nda her zaman olduğu gibi Burhan Bey’in dükkânına girmişti. “Yeni bir şey var mı?” diye sordu. “Bir kitap var ama biraz pahalı, bu kitabı belki iyi bir fiyatla alır diye Maarif Nazırı Emrullah Efendi’ye götürdüm. Bilim kuruluna havale etti, araştıralım sonucunu bildiririz dedi, sonra gittiğimde bu kitaba on lira teklif ettiler. Ben de, “Kitap benim değil, başkasınındır, otuz liradan aşağı vermiyor.” dedim. Bunun üzerine, “Öyleyse al bu kitabı biz istemiyoruz, biz otuz liraya bir kitap değil bir kütüphaneyi satın alırız.”dediler.

Kitaba şöyle bir göz atan Emîrî Efendi, bir define keşfettiğini hemen anladı. Sayfaları çevirdikçe eserin büyüsüyle âdeta kendinden geçen Emîrî Efendi, kitapçıya heyecanını göstermemeye çalıştı; çünkü kitapçı kitabın fiyatını yükseltebilirdi. İsteksiz gibi davranarak, “Dağınık bir kitap, noksan mı tamam mı anlaşılmıyor, noksansa hiçbir işe yaramaz. Bununla beraber ne de olsa eserdir. Madem ki maarif on lira teklif etti, ben beş lira fazla veriyorum. On beş liraya olursa alayım, kütüphanemde bulunsun.” dedi.

“Mümkün değil efendim” dedi kitapçı. Arz ettiğim gibi sahibi otuz lira istiyor. Bu fiyata alırsanız ne âlâ, almazsanız yarın kitabı sahibine iade edeceğim. “Sahibi kimdir?” diye sordu Emîrî Efendi. Yaşlıca bir hanım. Eski nazırlardan birinin yakını. Paşa bu kitabı hediye ederken; “Sana kıymetli bir kitap veriyorum. Bunu iyi muhafaza et, sıkıntıya düşersen kitapçılara götürür satarsın, ama altın para otuz liradan aşağı verme” diye tembih etmiş. “Alırsanız muhtaç bir kadına iyilik etmiş olursunuz.” Kitabı almak için can atan Emîrî; “Şimdi işin rengi değişti, muhtaç bir hanıma yardım etmek vazifemizdir. İstediğiniz fiyata aldım” dedi.

Ama düşündü ki cebinde on beş liradan fazla yok. “Şu on beş lirayı al, gerisini yarın getireyim.” dese olmaz. Parayı tamamlamak için eve gidecek olsa, bu da tehlikeli. Çaresiz bir şekilde dükkânda oturup, ona ödünç para vermesi için bir tanıdık göndermesi, o kitaptan mahrum etmemesi için Allah’a yalvarmaya başladı. Birkaç dakika sonra dükkânın önünden bir dostunun geçtiğini gördü. Bu kişi eski Darülfünun Edebiyat Muallimi Faik Reşat Bey idi. Hemen arkadaşını çağırarak; “Allah gönderdi seni, yanında varsa aman bana yirmi lira ver” dedi. Arkadaşı cebindeki tüm para olan on lirayı verdikten sonra ücreti tamamlamak için acele ile eve gidip paranın geri kalanını getirdi.

Emîrî Efendi, kitapçının eline otuz lirayı saydı. Üç lira da bahşiş verip helâlleşti. Ve otuz üç liraya mâl olan Divan-ı Lügati’t-Türk’ü alarak sevincinden uçarcasına oradan uzaklaştı.”

Sonrasını tahmin etmek güç olmasa gerekir. Ali Emîrî Efendi’nin sevincine diyecek yoktur. Osmanlı bilginlerinin peşinden koştukları ama bulamadıkları eser onun elindedir. Üstelik dünyada da başka bir nüshası yoktur. Onun sevincini şu satırlar en iyi şekilde anlatmaya yeter: “Bu kitabı aldım; eve geldim. Yemeyi içmeyi unuttum... Bu kitabı sahaf Burhan otuz üç liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli ağırlığındaki elmaslara, zümrütlere değişmem.”
Türkçe’nin İlk Sözlüğü

Böylesine ilginç bir bulunma hikâyesine konu olan bu kitap, Divan-ı Lügati’t-Türk’tür. Ona her ne kadar adından hareketle, “Türkçe’nin ilk sözlüğü” desek de özellikleri bundan ibaret değildir. Eser, aynı zamanda Türkçe’nin ilk gramer kitabı, ilk edebiyat ansiklopedisi, Türk dili, tarihi, kültürü, folkloru üzerine yazılmış bir belgeler mecmuası olarak da dikkati çeker. Yine Türk dünyasına ait bilinen ilk haritanın da yer alması, eseri daha da önemli hâle getirir. Eserde, bu bakımdan Türklere ilişkin hemen her şeye rastlamak mümkündür. Her şeyden önce Arapça karşılıklarıyla birlikte verilen 7500 Türkçe kelime dilimizin o çağda nasıl bir zenginlik taşıdığını gösterir.

Yazar, eseri sadece kitabî bilgilerle hazırlamamış, Türklerin yaşadığı yerlerde yaptığı gözlemleri, derlediği atasözleri, deyimler, türküler, maniler, destan parçaları... bakımından da büyük bir zenginlik taşımaktadır. Yine esere bir Türk tarihi gözüyle de bakmak mümkündür. Zira, kitapta Müslüman olmuş Türk boylarıyla, geleneksel inanışlarını koruyan Türkler arasındaki mücadeleler, başka milletlerle yapılan savaşlar da anlatılmaktadır. Ama bütün bunların adına sözlük denilen bir eserde topluca yer alması, onu bugün bile benzeri yapılamamış muhteşem bir çalışma seviyesine yükseltmektedir.

Yazılış Amacı
Eser, muhtevası kadar yazılış amacıyla da ilgi çekicidir. O tarihlerde İslâmiyet’i kabul edişimizin bir sonucu olarak, Arapça ve Farsça kelimeler Türkçe içinde büyük bir hâkimiyet kazanmıştı. Bu durum bir bakıma normal olmakla beraber, Türkçe’nin aleyhine, diğer dillerin ise lehine gelişmelere sebep olmuş, Türkçe âdeta küçümsenir hâle gelmiştir. İşte böyle bir durumda bu eser, bir taraftan Türkçe’nin zenginliğini ortaya koyarken, bir yandan da “Araplara Türkçe”yi öğretmek” amacıyla kaleme alınmıştır ki, bu tavır Türkçe’nin de öğrenilmesi gereken zengin bir dil olduğu meselesini ortaya koyması itibariyle son derece önemlidir.

Eserin Yazarı
Divan-ı Lügati’t-Türk’ün yazarı, eserinin dilimizle ilgili taşıdığı zenginlikten dolayı ilk Türkoloji bilgini sayabileceğimiz Kaşgarlı Mahmud’dur. 1008 yılında Kaşgar’da doğmuştur. Kendisi Karahanlı hükümdar sülâlesine mensuptur. Babası, dedesi ve büyük babası emir, hakan hükümdar olarak görev yapmışlardır. Divan-ı Lügati’t-Türk’ten başka bir de Cevahirü’n-Nahv fi Lügati’t-Türk adıyla bir de gramer kitabı bulunmaktadır. Bu kitap da ne yazık ki ya büsbütün yok olmuş yahut henüz bulunamamıştır.

Biyografisine ilişkin böylesi sınırlı bilgilere sahip olduğumuz bu büyük âlim, bu eserini 25 Ocak 1072 yılında yazmaya başlamış ve 9 Ocak 1074’de bitirmiştir. Eseri kendisine takdim ettiği hükümdar ise, Alpaslan’ın damadı olan Halife Muktedi Billah’tır.

Eserin bugün İstanbul Millet Kütüphanesi’nde bulunan biricik nüshasının istinsahı Ebi’l-Feth tarafından 1266’da Şam’da tamamlanmıştır. Eserden Osmanlı döneminde ilk kez Kâtip Çelebi ve Antepli Mahmud Çelebi bahsederler. Fakat eser ortada yoktur. Bu durum 1910 yılına kadar sürer.

Eserin bulunuşu, haklı olarak gerek Türk dünyasında gerekse Avrupa’da büyük yankılar uyandırır. Ali Emîrî Efendi, kitabın başına bir hâl gelir korkusuyla onu kimselere göstermek istemez. Sadece çok güvendiği Kilisli Rıfat’a göstermektedir. Onun arzusu ise kitabın bir an önce yayımlanmasıdır. Fakat Ali Emîrî Efendi’yi buna razı etmek çok da kolay olmaz. Sonuçta devreye Sadrazam Talat Paşa girer. Onun ricasıyla kitabın yayımlanmasına razı olur, ama bir şartı vardır. O da, kitabı yayına Kilisli Rıfat Efendi’nin hazırlamasıdır. Talat Paşa onun şartını memnuniyetle kabul eder, ayrıca kendisine yüksek bir memuriyet teklif ettiyse de Ali Emîrî Efendi bunu kabul etmez.

Böylece üzerinde yoğun çalışmalar başlar. İlk olarak 1915-17 yıllarında üç cilt hâlinde basılır. Sonraki yıllarda da bu çalışmalar sürer. Tıpkı basımı yayımlanır. Ayrıca tercümesi Besim Atalay tarafından yapılarak Latin harfleriyle, Dehri Dilçin tarafından Arap harfleriyle yayımlanır. Türkiye dışında da benzer çalışmalara konu olur.

Ali Emîrî Efendi
Kaşgarlı Mahmud’dan bahsederken, Ali Emîrî Efendi’ye bir paragraf açmamak haksızlık olacaktır. Zira, o olmasaydı bu eser belki de hâlâ kayıp olacaktı.
Ali Emîrî Efendi, 1857’de Diyarbakır’da doğdu. İyi bir öğrenim gördü. Küçük yaşlarından itibaren okumaya ve yazmaya meraklı bir insandı. Sürekli olarak kıymetli eserleri toplardı. Bu gayretiyle 1916 yılında Feyzullah Efendi Medresesi’nde bir kütüphane kurmuş, buraya sahibi olduğu 16 bin 500 kitabı bağışlamıştır. Bütün ısrarlara rağmen kütüphaneye kendi ismini değil de, “Ben bu kitapları milletim için topladım ve milletime vakfediyorum“ diyerek, kütüphanenin adını “Millet Kütüphanesi“ koymuştu. 23 Ocak 1924 yılına yani ölümüne kadar bu kütüphanenin müdürlüğünü yapmıştır.

Ali Emîrî’nin bu tür bir tavrını da Divan-ı Lügati’t-Türk’ün basımı aşamasında görmekteyiz. Kitabın neşir çalışmaları başlar başlamaz, Talat Paşa Ali Emîrî Efendi’ye 300 lira hediye gönderir. Ali Emîrî Efendi bu hediyeyi kabul etmeyerek şunları söyler: "Lütfunuza, kadirşinaslığınıza teşekkür ederim. Fakat parayı kabul edemem. Çünkü, kabul edersem, vatanî, millî bir ufacık hizmet mukabilinde para almış olacağım. Bu ise vicdanıma ağır gelen bir şeydir. Bundan dolayı, size teşekkür ile beraber parayı da iade ediyorum. Siz parayı muhtaç olan birkaç namuslu aileye dağıtırsanız, ben size müteşekkir kalacağım gibi, Cenab-ı Hakk da memnun olur. Bu sadakanın adı da Divan-ı Lügati’t Türk sadakası olsun.”

Ali Emîrî Efendi, sadece iyi bir kitap okuyucu ve toplayıcısı değildir. Onun otuzu aşkın telif, neşir ve istinsah ettiği eseri bulunmaktadır.
İşte Divan-ı Lügati’t-Türk’ü böylesine kadirşinas, milletini çok seven bir insana borçluyuz. Bu yüzden onun da Kaşgarlı Mahmut’la birlikte yaşamaya devam edecek ve hayırla anılacaktır.


“Kitapta Müslüman
olmuş Türk boylarıyla, geleneksel inanışlarını koruyan Türkler arasındaki mücadeleler, başka milletlerle yapılan savaşlar da anlatılmaktadır. Ama bütün bunların adına sözlük denilen bir eserde topluca yer
alması, onu bugün bile benzeri yapılamamış muhteşem bir çalışma seviyesine yükseltmektedir.”