Makale

Fatih ve SANAT

Fatih ve SANAT
Mustafa Bektaşoğlu

Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı padişahları arasında ilim ve marifeti, fen ve sanatı himaye etmekle tanınmış, diğer sahalardaki meziyetlerine bu meziyeti de ilâve etmiş büyük bir şahsiyettir. Türk tarihinin bu şanlı dönemi fetih ve zaferle olduğu kadar, ilim ve hünerle de doludur. İstanbul’u fethettikten sonra bu güzel şehri bir ilim merkezi yapmak için mümkün olan her şeyi sarf etmiş, maddî, manevî hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştır. Âlimleri ve sanatkârları İstanbul’a toplamayı kendine en büyük şiâr edinmiştir.

Fatih, şüphesiz ki XV. Asır dünya tarihinde üzerinde durulması gereken Türk İslâm hükümdar ve âlimlerinin en büyüğü ve milletlerarası şahsiyetlerin en yükseğidir. Çocukluğundan ölümüne kadar ilim ile meşgul olduğu gibi, sanata da meraklı ve ondan iyi anlayan bir hükümdardır. Bu merakın kendisinde ihtisas derecesine vardığını, onun zamanında ve onun için hazırlanan eserlerden anlıyoruz. Fatih öyle bir hükümdardır ki, sanatkâra ne istediğini anlatabilmiş ve onların çalışmalarında önemli bir rol oynamıştır. Şer’î ve müspet ilimlerde, edebiyatta, tarihte, coğrafyada ileri derecede bilgisi olan Fatih, aynı ihtimam ve dikkati Türk sanatı için de göstermiştir.

İstanbul alındıktan sonra Fatih yalnız bilime değil, sanayiye de önem vermiştir. İstanbul’a âlim ve fazılları, edebiyat mensuplarını çağırdığı gibi, sanatkârların en ileri gelenlerini de davet etmişti. Fatih, nasıl ki âlimler, fazıllar ve edebiyatçılarla ayrı velâkin birbirlerine uygun çevreler oluşturmuş ise, sanatkârlarla yakından ilgilenerek, onlarla da uygun bir sanat çevresi oluşturmuştur.

Şair ruhlu olan Fatih’in ince ruhu, sanat eserlerine tutkundur. Bu nedenle, edebiyat ve sanat adamlarına o kadar kıymet vermiştir ki, huzurunda oturabilmişlerdir. Serbestçe tartışma ve münakaşa edebilmişlerdir. Yalnız idareye geçen devlet adamları ile ordu erkânına oturma yetkisi verilmemiştir.

Fatih Sultan Mehmet, XV. yüzyılda azim ve cesareti, dürüstlük ve adalet gibi meziyetleri kendisinde toplamış, köklü bir iradeye sahip Türk toplumunun bir temsilcisidir. Güzel sanatların her kolu onun himayesinde gelişme imkânı bulmuştur. Âlimlere, şairlere, sanatkârlara sonsuz imkân sahaları açarken, başarılarından dolayı onları ödüllendirmiş, hiçbir zaman maddî ve manevî desteğini esirgememiştir. Zamanında hat sanatının temeli atılmış, celî yazı zirveye çıkmıştır. Aklâm-ı sitte (altı çeşit yazı) den başka divanî yazı Fatih döneminin hatırasıdır. Siyakat yazı da resmî evrakta kullanılmaya başlanmış, vakıf ve tahrir defterleri bu yazı ile yazılmıştır.

Fatih’in otuz senelik saltanat döneminde yetişen hattatların sayısı otuzdan fazla olup, bu, küçümsenmeyecek bir rakamdır. Fatih döneminde hat sanatının yuvası Amasya ve civarıdır. İstanbul’un fethinden sonra yavaş yavaş İstanbul’a intikal etmiştir. Devrin en seçkin ve sanat kıymetini kabul ettirmiş hattatları şunlardır: Edirneli Yahya Sufî, oğlu Ali Sufî, Abdullah Amasî, Muhiddin Amasî, Cemal Amasî, Şeyh Hamdullah, II. Bayezid ile Şehzade Korkut da aynı dönem hattatlardandır.

Osmanlı şehzadelerinin terbiye ve tahsillerinde estetik unsurlardan istifade etmek teamül hükmünde idi. Ok, cirit, av, gülle sporlarının yanı sıra, el sanatlarını öğrenmeleri için de teşvik edilirdi. Başta şiir terbiyesi olarak zihni aruz ilminin nizam ve ölçüsü içinde düşünmeye sevk eden ve sırasıyla güzel sanatların her kolunda kabiliyetleri tecrübe edilen şehzadelerden birçoğu, döneminin meşhur hattatlarından olmuşlardır. II. Bayezid ve Şehzade Korkut’tan sonra, II. Süleyman, II. Mustafa, III. Ahmet, II. Mahmut ve Sultan Mecid döneminin değerli kabul edilmiş hattatlarındandı.

Osmanlılar hat sanatında öyle tasarruflu, öyle emin ve cesur adımlar atmışlardır ki, meydana getirdikleri bu Türk İslâm sanatı yazı olmaktan çıkarak stilize edilmiş ritmik bir desen hâline gelmiş ve hattat, yazdığı levhaya kelimeleri değil, kendi benliğini koymuştur. Osmanlı sanatının bu şahlanışına, güzel sanatların hemen her kolunda rastlamak mümkündür.

Fatih Sultan Mehmet, çocukluğundan beri aldığı ilmî terbiye, sanat konusunda da etkisini gösterdi. Onun, bütün sanat eserlerine sevgisi vardır. Şu misalde olduğu gibi:

İstanbul’u aldığının dördüncü günü büyük bir zafer alayı ile Ayasofya’ya geldiğinde, bu kilisenin süslerinden ganimet malıdır diye koparmakla meşgul olan bir askeri asasıyla vurarak uyarmıştır. Bunlar benim malımdır, ne hakla onu bozuyorsun? Diye sanata verdiği değerin önemini ortaya koymuştur.

Sarayda kurmuş olduğu nakış haneye Edirne ve Anadolu’dan en usta hattat, nakkaş ve müzehhipleri getirtmiştir. Bu suretle sarayında o asrın en parlak ve verimli bir Güzel Sanatlar Akademisi kurmuştur ki, özel olarak kendisi için yazdırttığı kitapların çok değişik nakışlarından silâhlara, fresklere, çiniler, mezar taşları, kumaşlar ve hatta resimlere kadar bunların en mükemmellerini yaptırmıştır.

Bütün bunlar sanata verdiği kıymetin birer örneğidir. O, Doğu’da ve Güney’de gördüğümüz diğer Müslüman memleketlerin sanat eserlerinde çok defa görüldüğü üzere monoton eserler istememiştir. Sanatkârların millî üslûpla meydana getirdiği eserlerde birbirinden kopya edilmiş ikinci bir esere rastlayamayız. Zira Fatih’in sanat terbiyesi ancak orijinal ve birbirine benzemeyen sanat eserleriyle karşılaşmaya müsaittir. Onun bu suretle hazırlanmış yaklaşık yüz eserin güzelliği ve mükemmeliyeti karşısında Fatih’in bu ince zevkine ve sanat görüşüne, sanatkârları daima taklit olmayan orijinal eserler vermesine teşvik etmesine hayran olmamak mümkün değildir.

Fatih’in merakı resme, yazıya ve yalnız tezhibe ait değildir; o çiniye, duvar nakışlarına da önem vermiştir. O halde Fatih’in ilgi duyduğu sanatları şöyle sıralayabiliriz:

Fatih bir sanat adamıydı.Yalnız şiir sanatını değil, diğer sanatları, bu arada Rönesans’ın Hristiyan sanatını da anlıyor ve takdir ediyordu. Kütüphanesinde bulunan bir defterde Fatih’in, çocukluğunda bizzat resim yaptığı görülmüştür. Bu çizgiler onun resim sanatında da kabiliyetli olduğunu göstermektedir.

Mimarî sanatına verdiği değer, fethettiği toprakları yüzlerce mimarî abidelerle süslemesinden bellidir. Başta Ayasofya olduğu halde, girdiği şehirlerdeki Hristiyan abidelerini kendi askerlerinden bile koruduğu, yabancı kaynakların da itiraf ettikleri gerçeklerdir. Sarayını resimlerle süslemesi, bir İslâm hükümdarı için cesaret sayılacak bir sanat toleransı ile mümkün olmuştur.

Fatih Sultan Mehmet hayatında asla taassup göstermemiştir. Fatih, belki ilk defa resmini yaptırmış bir hükümdardır. Ondan önceki hükümdarların resimleri sonradan yapılmıştır. Şöhretini duyduğu ressamları yanına getirmiştir. Bunların içinde Bursalı nakkaş Sinan Bey ve öğrencilerinden Bursalı Şibli Ahmet Efendi gibi sanata kabiliyetli, Anadolu’dan gelenler olduğu gibi; madalyasını ve resmini yapmak üzere Avrupa’dan kendileri gelen veya getirilenler de vardır. Bunlar arasında Mastori Pavli Paolo da Ragusa ve ayrıca Matteo D’Patsi gibi gelenler ve getirilenlerin yanında, Gentile Bellini gibi davet olunanları da vardır.

Fatih, sanata çok meraklı olduğundan dolayı sarayında ressamlarla nakkaşlardan oluşan bir nakış hane kurmuştu ki, bunların başında olan Baba Nakkaş, Fatih’in her zaman yanında olmuştur. Onun dönemindeki eserler çok çeşitlilik arz etmekle beraber sanat açısından değerlidir. Fatih’in zevki, herhangi bir tezyini parçanın tekrarından ibaret değildir; o sanatın her dalında birbirinden farklı, özgün çalışmaların yapılmasını istemiş ve sanatkârlardan da bunu istemiştir. Zamanındaki çinilerden ve fresk sıva üzerine nakışlardan ve alçı kabartmalardan tutunuz da, kitaplardaki tezhiplere ve onların el işi kaplarına kadar hiçbir motifin tekrarlanmadığı görülür.

Özellikle kitap süsleme sanatı önemli bir yere sahiptir. Bu sanatı Selçuk üslûbunda ilerletenlerin başında Anadolu’dan gelen süsleme sanatkârları gelir. Fatih, memleket âlimlerine kıymet verdiği gibi, dışarıdan gelenlere ve getirdiklerine de önemli mevkiler vermiştir. O tarihlerde Anadolu’nun serhat şehri olan Tebriz’den gelmiş sanatkârlar da vardır. Yalnız önemli kısmını Anadolu’dan gelenler oluşturur. Tezhibe olduğu gibi, duvar çinilerine, süslü tabaklara, nakışlı eşyaya, özellikle tahta nakışlarına ve çiniler üzerinde altınlı süslere de meraklıdır. İstanbul’da yaptırdığı binalarda bu duvar çinilerine rastlıyoruz.

Fatih Sultan Mehmet şüphesiz ki bir mimar değildi. Fakat devrin sanat anlayışına uygun mimarını yetiştiren bir toplumun kurucusu, toplumu etik ve estetik kemal noktasına götüren insandı. Bir hükümdar ve büyük bir imarcı sıfatıyla en önemli görevlerinden birinin yeni binalar yapmak olduğunu biliyordu. Nitekim şehri alır almaz saraylar ve camilerle güzelleştirmeye başladı. İstanbul’un mimarî şaheserlerinden ilki Rumeli Hisarı’dır ki, gerek askerlik, gerek sanat ve gerek kısa sürede yapılması bakımından aynı büyüklükte bir başka kale gösterilemez.

Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u almadan önce, “bütün binalar tamamen benimdir” demesinden dolayı onlara kimse ganimet malı diye dokunamamış, oraları millet uğruna ve yararına imar etmek isteyenlere birer birer vermiştir. Fatih’in, “binalar benimdir” demesi milletimizin hayrı içindi, çünkü onlar talan olabilirdi. Bu sayededir ki, Bizans’ın birçok bina ve abideleri korunmuş ve ayakta kalabilmiştir.

Güzel sanatların her kolu ile ilgilenen, resme özel bir önem verip sarayını bir resim galerisi hâline getiren, kütüphanesinin kitaplarını harikulâde cilt ve tezhiplerle süsleyen bu ince ve zarif sanat adamının sadece Osmanlı padişahları içinde değil, tarihin kaydettiği cihan hükümdarları arasında bir ikincisi görülmemiştir.
Evet, bu büyük adam, çevresi tarafından oluşturulan değil, çevresini kendi oluşturan ve meydana getiren kimsedir. İşte Fatih, hayatı boyunca fikir ve aksiyon noktaları arasında tozu dumana katarak koşmuş ve dünya yarışını kazanmıştır.