Makale

Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Görmez ile “Din Üzerine Konuşmanın Adabı”

SÖYLEŞİ

Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı
Prof. Dr. Mehmet Görmez ile
“Din Üzerine Konuşmanın Adabı”
Dr. Yüksel Salman
Dini Yayınlar Dairesi Başkanı

Malumunuz olduğu üzere çağımızda, özellikle son yıllarda hem dünyada hem ülkemizde günlük hayatta, yazılı ve görsel medyada en çok konuşulan ve tartışılan konuların başında din geliyor. Bilgili bilgisiz, sorumlu sorumsuz herkes din üzerine konuşuyor, kanaatlerini ifade ediyor, hatta tartışıyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bunun faydalı yönleri olabileceği gibi hem dinin kendisi için hem insanlık için çeşitli sakıncaları da olabilir. Her şeyden önce küresel bazda, siyasî, sosyal, kültürel, ekonomik bütün sorunların zaman zaman din merkezli imiş gibi takdim edilmesi, bölgesel çatışmaların din üzerinden izahı, dini çıkar amaçlı pek çok kavga ve çatışmanın odağı haline getirme çabaları sizin de ifade ettiğiniz konuşma ve tartışmaların gerçekten dinî olup olmadığı konusunda tereddütle karşılanması gerekmektedir.

Medeniyet tarihi büyük oranda dinden ibarettir. Din, tarih boyunca bütün insanlığın ve hayatın en önemli parçası olmuştur. Düşünülenin aksine din, çağımızda da en çok yükselen değerdir. Böyle olduğu içindir ki, insanların dinî konulara merakla eğilmesi, din üzerine konuşması ve tartışması kaçınılmazdır. Bütün bunlardan azâde olarak dinî konular üzerine yapılan konuşmalara ve tartışmalara gelince şu unutulmamalıdır ki, hayatın en basit bir meselesini dahi ele alırken, bir tek insan hakkında yahut bir tek insanın özel bir hasleti hakkında değerlendirme yaparken dahi dikkatli olmak gerekirken; tarih boyunca yüz milyonlarca insanın en mukaddes değerlerini oluşturan din hakkında konuşurken, tartışırken, yargıda bulunurken elbette çok daha dikkatli olmak gerekir.

Her söz bir emanettir, bir konuda konuşmak için hem doğru bilgi sahibi olmak hem uygun bir dil ve üslûp kullanmak bir zorunluluktur. Din hakkında her kafadan bir ses çıktığında, bizi birleştirmek için gelen dinin, bizi ayrıştıran bir unsur olarak kullanılmaya başlanması ve din üzerinden toplumsal gerginlik meydana gelmesi kaçınılmazdır.

İnsanın din üzerine konuşabilmesi için taşıması gereken asgari şartlar nelerdir?
Bu, din üzerine konuşan kişinin o din ile ilişkisine bağlıdır. Eğer din üzerine konuşan kişi, o dine iman etmiyorsa, inkâr içinde ise, biz o kişiden iki şey isteriz. Bu bizim en tabii hakkımızdır. Doğru bilgi, saygılı dil ve üslûp. Doğru bilgi derken; sadece dinin sahih bilgi kaynaklarını ve on dört asırlık kültür mirasını kastetmiyorum. Müslümanların, söz konusu bilgi kaynaklarından yararlanmak için nasıl bir usul ve yöntem geliştirdiklerini, dinî metinlerin ve kadîm bilgilerin yaşadığımız çağ ile ilişkisi konusunda nasıl bir yorum/yahut yorumlar yöntemi veya yöntemleri geliştirdiklerini bilmek ve bu çerçevede konuşmak gerekir. Bu, konuşulan konuya göre değişebilir ama bir bütün olarak din üzerinde konuşabilmek için doğru bilgi sahibi olmak mecburiyeti vardır. Dinin sahih bilgi kaynaklarına, Kur’an ve hadis bilgisine, on dört asırlık kültür mirası bilgisine sahip olmak yetmez. Aynı zamanda söz konusu bilgi kaynaklarından yararlanma yöntemine, usûl bilgisine, kadîm bilginin çağdaş hayatla ilişkisi konusunda yorum yeteneğine sahip olmak da gerekir. Biz dinî metinleri anlama, yorumlama ve bilginin hayatla irtibatını kurma konusunda farklı metodolojiler geliştirmiş ve bunu diğer medeniyetlere takdim etmiş bir gelenekten geliyoruz. Din üzerine konuşan kimse, o dine iman etmiş bir ilim adamı ise, bunlara ilâveten İslâm, ondan bilgiye sadakat gereği sahih amel, ihlâs ve samimiyet isteyecektir. Ayrıca yüksek bir bilgi ahlâkına da sahip olmak gerekmektedir.

Bilgi ahlâkı derken neyi kast ediyorsunuz. Biraz açar mısınız?
Din konusunda her türlü bilgiye sahip olan kimsenin dahi, hem bu bilgiyi elde ederken, hem bu bilgiyi başkasına naklederken takınması gereken bir edep, hem de kullanması gereken nezih bir dil ve üslûp vardır. Günümüzde bazen kişisel kapris ve şöhret-i kazibe adına sadece on dört asırlık birikimi değil, elli yıllık ilâhiyat birikimini de bir çırpıda harcayanlar çıkabiliyor. Kadîm kültüre saplanıp kalmak elbette doğru değildir, ancak bir bilim adamının, dinî bilgi konusunda tarihte ortaya çıkmış yüzlerce ekolü, binlerce ilim adamını, dünya kütüphanelerini dolduran, her konuda oluşmuş muazzam literatürü yok sayarak konuşması, ilmin kendisine, bilim adamı hassasiyetine de saygısızlık olarak nitelendirilmiştir.

Din üzerine ihtisas yapmış, ilâhiyâtçı, araştırmacı yazarlarımızın konuşmaları bazen aydınlatıcı olmuyor, bilâkis kafaları karıştırıyor diye toplumdan bir eleştiri var. Buna ne dersiniz?

Her şeyden önce yüce dinimize göre hiç kimse dinde otorite değildir. Bilindiği gibi İslâm’da ruhban sınıfı yoktur. Hiç kimse Allah adına konuşma yetkisine sahip değildir. İslâm’ın ilk asırları her açıdan örnek bir âlimler zümresi meydana getirdi. Hicri III. asrın sonları ve IV. asrın başlarında nispeten kendi bilginleri bir önceki âlimlerle mukayese edilerek eleştiriye tabi tutuldu.

Bilhassa bilgi-ahlâk ilişkisi açısından âlimleri veya âlimliği değerlendiren bir literatür oluşmaya başladı. Ebu Bekir el-Acurrî’nin meşhur “Ahlâku’l-Ulema” adlı kitabı, Hatib el-Bağdâdi’nin “İktidâu’l-İlm ve’l-Amel” adlı risâlesi, daha sonraları Endülüslü âlim İbn Abdi’l-Ber’in “Câmiu Beyâni’l-İlm ve Fadlihî” adlı eserinin bazı bölümleri, hatta tarihçi Zehebî’nin “Beyânü Zağeli’l-İlm” ile İbnu’l-Cevzî’nin “Telbîsu İblîs” adlı eserlerde, din bilginlerinin farklı ilim alanlarında şeytanın iğvalarına nasıl maruz kaldıklarına, yahut kalabileceklerine dair ilginç tespitlere yer verilir.

Fahreddin Râzi, din üzerine konuşanları üç sınıfa ayırır.
1. Bilenler ve bildiğini bilenler, yani hem bilgi sahibi olup bildiklerinin farkında olanlar. Ona göre bunlar gerçek bilginlerdir. Onlara uymak gerekir.
2. Bilmeyenler ve bilmediğini bilenler, bilmediğinin farkında olanlar. Bunlar aydınlanmak isteyenlerdir. Aydınlatmak gerekir.
3. Bilmeyenler ve bilmediğini bilmeyenler. Cahil olup cehaletinin farkında olmayanlar. Asıl kaçınılması gerekenler bu kategoride olanlardır.

Bizce klâsik manada “âlimler” zümresini kaybettiğimiz modern zamanlarda da dinî bilgi üreten, dinî bilgiyi anlatan kimselerin de kendilerini bir özeleştiriye tabi tutmaları gerekir. Hatta bu sahada ciddi eleştiriye, yeni bir literatürün oluşmasına şiddetle ihtiyaç vardır.

Âlimler zümresini kaybettiğimiz modern zamanlarda diye bir tabir kullandınız. Biz âlimleri kayıp mı ettik?

Bugün din hakkında malumatımız eskiye oranla artmıştır, ancak dinî manada ilim, Hz. Peygamberin ifadesiyle inkıbaz halindedir.

Araştırmacılarımız, yazarlarımız, ilâhiyatçılarımız, akademisyenlerimiz çoğalmıştır fakat “âlimlerimiz” azalmıştır.

Hadis-i şeriflerde ifade buyrulan, enbiyânın mirasçısı anlamında âlim, dinin hakikat çizgisi üzerinde sabit olan, Allah’ın hayır murat ettiği, dinde fakîh olan, yerde ve gökte bulunanların, denizdeki balıkların bile kendisi için mağfiret dilediği, âbidlerden ve şehitlerden üstün kabul edilen âlimi kast ediyorum. Ölümü, âlemin ölümü sayılan âlimi kast ediyorum.

Biz bu anlamda “âlimi” kaybettik. Artık araştırmacılarımız, yazarlarımız, akademisyen ve ilâhiyatçılarımız var. Bunun yanı sıra popüler din anlatıcılarımız ve tele-vaizlerimiz var. Biz modern zamanlarda, Kur’an’ın “âlim” diye yücelterek tarif ettiği insanı kaybettik. Âlim kelimesi dahi, semantik açıdan anlam kaymasına uğramış durumdadır.

Maalesef âlim; klâsik düşünen bilgin, softa, molla gibi kelimeler ile eş anlamlı kabul edilir oldu, hatta son günlerde bunun çoğulu olan ulemâ, siyaset arenasında ciddî tartışmalara sebep olmuş, hukuken de zanlı ve sakıncalı bir kelime olarak da ilân edilmiştir.
Günümüz Türkiye’sinde din üzerinde sadece dine mesafe koyanların değil, dindar olduklarını söyleyen bazı kimselerin de çokça konuştuğunu görüyoruz. Bu kişilerin din üzerine konuşmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dindar olmak, dinin herhangi bir simgesini taşımak, hiç kimseye din hakkında sorumsuzca konuşma yetkisi vermez. Dindarlıklarıyla öne çıktığı halde; İslâm’ın kötü olarak nitelediği bir davranış sergileyenlerin, yanlış birtakım dinî referanslara müracaat ederek kendilerini savunmaya kalkışmaları ise daha da kötü bir durumdur.

Son olarak aydınlarımızın din bilgisi, din üzerine konuşmaları ve tartışmaları hakkında neler söyleyeceksiniz?

Kişisel olarak dinden tamamen azade, eleştirel de olsa dinî bilgiden tamamen yoksun bir aydınlığın olup olmayacağı tartışılır. Ancak zaman zaman bazı Türk aydınların, ortaçağda egemen olan kilisenin skolastik düşüncesine yönelik batıda yapılan eleştirileri ezberleyerek İslâm’a, İslâm’ın engin bilgi kaynaklarına ve İslâm tarihine uyarlamalarına üzülüyorum. Bilhassa din-akıl, din-bilim, din-çağdaşlık, din-demokrasi, din-ahlâk ilişkileri konusunda bazı aydınlarımızın dünyada gelişen sosyal bilimlerle ilgili gelişmelerin de çok gerisinde kaldıklarını özellikle ifade etmek istiyorum. Pek çok aydınımızın din ile ilgili konuşma ve tartışmalarında on dokuzuncu yüzyılda batıda moda haline gelen felsefî akımlardan biri olan pozitivist bakış açısı öne çıkmaktadır. Oysa pozitivizmin din hakkında ileri sürdüğü fikir ve yorumlar yaklaşık bir asırdır sosyal bilimciler, felsefeciler, dinler tarihi araştırmacıları ve teologlar tarafından çelişkili bulunmuş, beşerî gelişimin çok yönlü ve karmaşık yapısını indirgemeci ve ideolojik bir yaklaşımla açıklamaya çalışması sebebiyle reddedilmiştir. Türkiye’deki bilimcilik, bilim tarihini çok geriden takip etmektedir.


“Bugün din hakkında malumatımız eskiye oranla artmıştır, ancak dinî manada ilim, Hz. Peygamberin
ifadesiyle inkıbaz
halindedir.”

“Kadîm kültüre saplanıp kalmak
elbette doğru değildir, ancak bir

bilim adamının, dinî bilgi konusunda tarihte ortaya çıkmış yüzlerce ekolü, binlerce ilim adamını, dünya
kütüphanelerini dolduran, her
konuda oluşmuş muazzam
literatürü yok sayarak konuşması,
ilmin kendisine, bilim adamı
hassasiyetine de saygısızlık olarak
nitelendirilmiştir.”