Makale

“Her Şeyi Allah’a Bağlamak”

“Her Şeyi
Allah’a Bağlamak”
Prof. Dr. M. Şevki Aydın
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı

Bir önceki yazıda (Bk. Aydın, Nisan, 2008), bir yayınevinin çocuklar için hazırlamış olduğu kitapların içeriğini, “Her şeyi Allah’a bağlıyor” gerekçesiyle eleştiren bir haberi konu edinmiş; her iki tarafın da yanlışını dile getirmeye çalışmıştım. Bu yazıda ise, “her şeyi Allah’a bağlama” tutumunu, din eğitim-öğretimi bağlamında bir başka açıdan ele almayı düşünüyorum.

İnsanoğlu dünyaya gözlerini açtıktan sonra çevresiyle ilgilenmeye başlar. Geliştikçe çevresiyle ilgileniş biçimi ve niteliği de değişir, gelişir. Çocuk, çevresinde yer alan varlıkları, olayları sürekli gözlemler, onları inceler, anlamaya çabalar. Çocuk, tam anlamıyla merakı giderek artan bir kâşiftir. Bu keşif yolculuğu esnasında, varlığı, kendi varlığını, hayatı, olayları, olguları sorgular; onları tanımaya/anlamlandırmaya çalışır. Çocuk, çevresindeki varlıklara ilişkin ve cevabı bilimle verilecek sorular sorduğu gibi, “Ben kimim?”, “Hayat nedir?”, “Hayatın anlamı nedir?”, “Ölüm nedir?” vb., cevabı sadece dinden gelen soruları da sorar.

Çocuk bu soruları cevaplama çabasını sürdürürken çevresindeki kişilerden yardım almak ister. Ne olduğunu merak ettiği her şeyi onlara sorarak bilgilenmek ister. Bu soruların uygun cevabını bulma konusunda ona yardımcı olabilmek, son derece önem arz etmektedir. Ancak, söz konusu yardımda bulunmak pek de kolay değildir. Bu bağlamda, anne babalar, öğretmenler, büyükler çok zor durumlarda kalabilmektedirler. Dahası, yararlı olmak amacıyla zararlı olabilmektedirler.

Büyüklerin en fazla zorlandıkları sorular, çocukların Allah hakkındaki sorularıdır, denebilir. Ne var ki, büyükler de çocuklara Allah’ı tanıtmak adına her fırsatı değerlendirmeye kalkışabilmektedirler. Kendilerince fırsatı yakaladıklarını sandıkları her durumda, Allah’ı konu edinebilmektedirler. Bu çerçevede en fazla yapılanlardan biri de, varlıklarla, çevrede olan olaylar ve olgularla Allah arasında doğrudan bağ kurmaya çalışmaktır.

Varlık dünyası, çevrede olup biten olaylar ile Allah arasındaki bağı çocuğun fark edip doğru anlamlandırmasına yardımcı olmak, çok da kolay değildir. Çocuğun neyi nasıl algıladığı, soruyla neyi aradığı, soru ile asıl neyi öğrenmek istediği vb. iyi anlaşılmaz ve onun ihtiyacının ne ile nasıl karşılanacağı iyi kestirilemezse yapıcı olmak adına yıkıcı olunabilmektedir. Soruya cevap verirken, çocuğun altında ezileceği soruların sökün etmesine yol açılabilmekte; tatmin sağlamak amaçlanırken, tam aksine dinmez bir huzursuzluk oluşturulabilmektedir. Daha kötüsü, Allah’ı sevdirmek istenirken O’ndan uzaklaştırmaya neden olunabilmektedir.

Bir meslektaşım anlatmıştı. Marmara depremine ilişkin acı tabloları oğlu ile birlikte televizyonda izlerken, 4-5 yaşlarındaki çocuk birden şu soruyu yöneltiyor: “Baba! Bunları kim yapıyor?”

Meslektaşım bu sorudan şunu anlıyor: “Bu yerin altını üstüne çeviren, kocaman binaları hallaç pamuğu gibi atan güç nedir? Bu kadar büyük olayları kim yapıyor? Vs.” Çocuğun sorusunu böyle anlayan baba, tam fırsatı yakalamış olduğunu düşünerek değerlendirmeye kalkışıyor ve şöyle cevap veriyor: “Oğlum! Bunları Allah yapıyor.” Biraz sonra çocuk şunu haykırıyor: “Öyleyse, ben de gidip onun evini yıkacağım!” Bu cevap karşısında meslektaşım şaşırıyor, ne diyeceğini bilemez hale geliyor. Baltayı taşa vurduğunu anlıyor; ama olan olmuştur artık.

Burada birkaç yanlış birden yapılmıştır. Her şeyden önce çocuğun sorudan maksadının ne olduğu iyi anlaşılmadan cevap verilmeye kalkışılmıştır. Çocuk, gördüğü manzaralar karşısında çok üzülmüş ve bu yoğun üzüntüyle aslında şunu sormak istemektedir: “Bu yapılır mı? Bunu kim yapar? Bu yapılacak iş mi? Hiç mi acıma yok? Bu ne merhametsizlik? Vs.” Çocuğun kendince kodlayıp yönelttiği sorular, büyükler için her zaman açık seçik olmaz; onların kodlarını doğru çözmek pek kolay değildir. Bu soru da o türden. Baba, soru cümlesindeki kodlamayı doğru çözümleyemeyip yanlış anladığı için verdiği cevap da uygun düşmemektedir.

Diğer bir vahim yanlış da, meydana gelen olayın Allah ile bağının yanlış biçimde kurulmasıdır. Olay, doğrudan Allah’a bağlanmaktadır. Depremle tabiî ki Allah’ın ilgisi var; O dilemeden hiçbir şey olamaz, her şeyi yaratan O’dur. Ama O, bütün yapıp etmelerini sebeplere bağlamış; tabir caizse kendi icraatlarını sebeplerin arkasında saklı tutmuştur. O’nun her varlık ve olayın mutlak yaratıcısı olduğunu anlamak için bu sebepler perdesini iyi tanıyıp onu aralayabilmek gerekmektedir. Bu yüzden, depremde olup bitenleri doğrudan Allah’a bağlamakla söz konusu ilginin mahiyeti ve niteliği yanlış anlatılmaktadır. (Bk. Aydın, Nisan, 2008)

Bu deprem olayının arkasında yatan sebepler zinciri var. Allah, nihaî sebeptir. Çocuğun bu sebepler zincirini anlamasına yardımcı olmak gerekirdi. Depremi oluşturan doğal nedenler tanındıktan sonra, deprem nedeniyle ortaya çıkan can yakıcı manzaraların doğrudan nedenleri sorgulanmalıydı. Evleri inşa edenlerin yer etütlerini iyi yapmamasından tutun, kullanılan malzemenin yetersizliğine, işlerin bilgisizce/bilinçsizce yapılmasına kadar uzanan bir sürü insan hatalara dikkat çekilmeli, onlar irdelenmeliydi. Depremin ve onun doğurduğu kötü sonuçların doğrudan sebeplerini açıklamak yerine, o kadar uzun mesafeler atlanarak hemen Allah’a bağlanmaktadır. Özellikle idrak düzeyi pek gelişmemiş çocuğun, bu doğrudan Allah’a bağlamayı anlaması mümkün değildir. Hiç farkına varılmadan, böylesine can yakıcı bir olayın biricik sebebi olarak Allah ileri sürülmektedir. Hem de suçlunun arandığı bir durumda! Yani Allah, sebep olarak değil, hâşâ suçlu olarak takdim edilmiş olmaktadır. Kelimenin tam manasıyla, kaş yapılırken göz çıkarılmaktadır.

Böyle bir yaklaşım, din eğitiminin düşünmeyi tetikleyici işlevini yok edip, düşünmeyi durdurucu bir rol üstlenmesine neden olmaktadır. Düşünmeyi durdurunca, bireyin varlık ve olaylar hakkında bilgilenme, onları araştırıp tanıma merakını da dumura uğratmaktadır. Oysa bireyin varlık ve hayata ilişkin bilgi ve anlamlandırma düzeyinin yüksekliği, onun Allah’ı tanıma ve idrak imkânını artırmaktadır. İnsanın DNA şifresini çözerek bilim tarihine geçen Francis Collins, “Otuz yıldır ateisttim artık Tanrı’ya inanıyorum” diyor ve ekliyor: “Tanrı’nın var olduğuna dair rasyonel bir temel var ve bilimsel gelişmeler insanı Tanrı’ya daha da yaklaştırıyor. ...DNA’nın şifresini çözmek beni Tanrı’ya biraz daha yakınlaştırdı.” (Bk.Vatan, 08.04.2008) Sadece Allah’ı tanıma konusunda değil, dinin bütün değerlerini, ilkelerini anlama konusunda da evrene ve hayata ilişkin bilgi düzeyimiz belirleyici role sahiptir. İşte, varlık ve olaylar üzerinde derinlemesine düşünmeyi, sorgulayıcı eleştirel yaklaşımı geliştirmeyen bir din eğitimi, kişinin varlık dünyasını, hayatı tanıyıp doğru anlamlandırmasına katkıda bulunma işlevini yitirir.

Yukarıdaki örnekte sözü edilen yaklaşımla yapılan din eğitimi, çocuklarda yanlış bir Allah anlayışının ve buna bağlı olarak da yanlış din anlayışının oluşmasına neden olmaktadır. Bu yanlış din anlayışı, ilerde etkili bir din eğitimiyle düzeltilmediği takdirde yetişkinlikte de varlığını sürdürmektedir. Nitekim toplumumuzda, her olup biteni hemen Allah’a bağlayarak işin içinden çıkma alışkanlığı yaygın biçimde görülmektedir. Söz gelimi, insan hataları yüzünden sel felâketlerine maruz kalmakta; malımızı ve canlarımızı kaybetmekteyiz. Yüzde yüz insan hatası sonucu olduğu belirlenen çok sayıda trafik kazası var. Canımızı yakan ve tekrarlanan bu ve benzeri olaylar karşısında insanımızın genelde değerlendirmesi şudur: “Ne yapalım! Takdir-i ilâhî. Diyecek ve de yapılacak bir şey yok.”

Böyle bir dinî söylem, öncelikle İslâm’ın birçok temel değerleriyle çelişmektedir. Her şeyden önce, bu tür olayları bu şekilde doğrudan Allah’a bağlamak, bütün olup bitenlerin suçunu O’na yüklemektir ki, bu Allah’ın sıfatlarıyla, Sünnetullah ile bağdaştırılamaz. “Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez; fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler.” (Yunus, 44) “Şüphesiz Allah, zerre kadar zulmetmez.” (Nisa, 40) Allah’ın evrene, varlık dünyasına yerleştirdiği kanunlar vardır (Sünnetullah). Onlarda hiçbir değişme olmaz. (Fatır, 43) Allah, ilke olarak dünya hayatında cezayı bu kanunlara göre verir. Daha doğrusu insanlar, genelde bu kanunlara uygun davranıp davranmamalarına göre olumlu veya olumsuz sonuçlarla karşılaşırlar. Yüzme bilmeyen kendini denize bırakırsa boğulur; yüzme bileni ise deniz suyu kucağında taşır vs.

Olayların Allah’la ilişkisini bireyin doğru algılamasını önleyen bu yaklaşımı, Kur’an’ın sorumluluk, kader gibi temel meselelere ilişkin koyduğu değerlerle uzlaştırmak da mümkün değildir. Bu dinî söylem, bireyin sorumluluk bilincinin gelişmesini önlemekte, varlık dünyasında insanı nesneleştirip pasifize edici rol oynamaktadır. Bu birey, kendisini kuşatan şartlar ve imkânlar karşısında özne olarak görememektedir. Bu tutum, Kur’an’la açıkça çelişmektedir:

“Herkes, kendi yaptıklarının karşılığında rehindir.” (Tûr, 21), “Allah, herkesi ancak gücünün yettiği ile yükümlü kılar. Onun yaptığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır.” (Bakara, 286), “İnsanların bizzat kendi yaptıkları sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır/çıkar.” (Rûm, 41), “Başınıza her ne musibet gelirse, kendi yaptıklarınız yüzündendir.” (Şûra, 30)
Kur’an’ın ruhuyla bağdaşmayan bu tür bir dinî söylem, bireyin (ve dolayısıyla toplumun), kendi yapıp ettikleri üzerinde düşünmesini, onları sorgulayıp değerlendirmeye çalışmasını, ciddi bir özeleştiri mekanizmasını canlı tutmasını önleyici niteliktedir. Bu anlayış, insanların kendilerini yenileyip geliştirmelerini engellemekte; dolayısıyla yanlışların ve onlara bağlı olumsuz sonuçların tekrarlanarak sürüp gitmesine yol açmaktadır.

Böyle bir din eğitiminin, İslâm açısından tasvip edilmesi mümkün olmadığı gibi, aklı başında hiç kimse tarafından da asla talep edilemez/edilmemelidir.
Bunlar gösteriyor ki, din eğitimi son derece hassas bir iştir; hangi faktörün nerede, nasıl devreye girip ne ölçüde tahribatta bulunacağını kestirip önlemler almak uzmanlık istemektedir. Onun için din eğitim-öğretimi işinin, atadan babadan görme anlayış ve usullerle, gelişigüzel, deneme yanılma yoluyla yapılması hoş görülemez. Eğitimciler, anne babalar olarak bu işi, bilimle, bilgiyle, bilinçle yapmak zorundayız.

Kaynak:
Aydın M. Şevki, “Din Eğitiminde Âlemi Öğreterek Allah’ı Tanıtma”, Diyanet Aylık Dergi, Nisan, 2008, Ankara.

“ Yanlış din anlayışı, ilerde etkili bir din eğitimiyle düzeltilmediği takdirde yetişkinlikte de varlığını sürdürmektedir. Nitekim toplumumuzda, her olup
biteni hemen Allah’a bağlayarak işin içinden çıkma alışkanlığı yaygın biçimde görülmektedir.”


“Din eğitimi son derece
hassas bir iştir; hangi faktörün nerede, nasıl devreye girip ne ölçüde tahribatta bulunacağını kestirip önlemler almak uzmanlık istemektedir. Onun için
din eğitim-öğretimi işinin, atadan
babadan görme anlayış ve usullerle,
gelişigüzel, deneme yanılma yoluyla
yapılması hoş görülemez.”