Makale

Bu Yağmurlar Bize Ne Söyler?

Bu Yağmurlar Bize Ne Söyler?

Muhammet Emin GÜrdamur


Efendimiz bir defasında yolda ashabıyla yürürken yağmur yağmaya başlamış. O da mübarek başını açıp yağmurun tenine, yüzüne yağmasına izin vermiş. Neden böyle yaptığını soranlara da “çünkü” demiş, yağmuru göstererek, “Onun Rabbiyle ahdi benden daha taze.”

“Bana eşyanın hakikatini göster.” diye dua eden Peygamber (s.a.s.), sadece eşyaya değil, sadece hakikate değil, varlığın da yokluğun da sahibi Allah’ı kâmilen bilmeye taliptir. Bir insan için ufku değil, ufkun ardını değil, ufkun sahibini bilmek en büyük marifet olsa gerektir.


Duralım ve yağmuru dinleyelim. Eşyayı dinleyelim. Kâinatı dinleyelim. Her ses bir tohumdur. Tohum bir ayettir, kuru bir odun parçası yemyeşil etekler giyinir. Bu dünyadan kam almak ham hayaldir.

Eskiden kalma ama eskitilememiş bir sorudur; eşyanın hakikatinin ne olduğu.
Her şeyin ölçüsü insan mıdır bilinmez ama her şeyin muhatabı insandır. Uzayıp giden yolların, solan güllerin, kuş uçmaz kervan geçmez dağların, birbirini tekrar edip duran ve bunu bir marifet sayan çöllerin, akreplerin, çıyanların, krizantemlerin, okyanus dibindeki karanlıkların, savaşlarda bombalanan şehirlerin, titreyerek ölen çocukların, onların kamerada duran gözlerinin, kan sıçramış duvarların, bu eskitilmiş kelimelerin muhatabı insandır. Boyna asılan iradenin, ayaklara dolanan kaosun, elinden tuttuğu kaderin ve ciğere oturan firakın muhatabı insandır.
Her doğum kitabın ortasından başlamak gibidir. Öyle değil midir? Öncesi ve sonrasına dair pek az şey bilen tarafıyla, bilmediğinin farkında olan tarafıyla en cerbezeli varlığa dönüşüvermez mi insan? Gezegenler onun etrafında döner, kuşlar ya ona doğru ya ondan öte uçarlar. Âlem bir dekordur artık. İnsan o dekorun kalbi, “zübde-i âlemdir.”
“Bana eşyanın hakikatini göster.”
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz bu duayı yaparak, meseleyi salt zihinsel bir devinim olmaktan çıkartıp bizzat hakikat kıvılcımına dönüştürmüştür. Buradan mülhem, eşyanın, varlığın ve insanın hakikati aynı yöne kıyam duran ayçiçekleri gibi bize bir istikamet sunmaktadır. Yer, gök ve içindekiler kendilerinden daha büyük sorularla idrakimizin sinir uçlarını ayartırken, zihinlerimiz kelimelerin kifayetsiz kaldığı mayın tarlalarına sürüklenirken, insanlığın en bilge yol göstericisi Efendimiz, neyi nerede aramamız, neyi kimden istememiz gerektiği konusunda altın bir öğüdü kulaklarımıza küpe yapmakla kalmamış, bizlere hakikatin istikametini göstermiştir.
Nedir bu olup bitenler etrafımızda, nedir bu yağmur, bu toprak nedir? Şu yeryüzünün çukurlarını dolduran okyanuslar, gece ve gündüz nedir? Mukayyet olduğumuz şu zaman nedir? Geri dönülmez bu gidiş nedir? Bir dağ köyünde yıldızları sayan şu çocuk nedir? Kentlerin günah kokan dehlizlerine tempo tutan bu ağır aksak müzik nedir? Soruların teker teker değil, üst üste, iç içe gelmesi nedir?
Hayat delirtici alaşımıyla hiçbir şeyi kendi başına bırakmaz. İnsan bir su kuyusuna düşüp renkleri akan, birbirine karışan resimlere benzer. Şimdilerde ona “kelebek etkisi” diyorlar. Bizler rastgele kanat çırpar ve yolumuza devam ederiz. Ancak o kanat çırpışımız, geride bıraktığımız o minicik iz büyür büyür ve bir kasırgaya sebep olur.
“Gerçekten biz ölüleri mutlaka diriltiriz, onların önceden yapıp gönderdiklerini ve bıraktıkları eserlerini yazarız.” (Yasin, 36/12.)
Kur’an bize, geride bıraktığımız izlerden de sorumlu olduğumuzu hatırlatır değil mi? Acaba tebessüme sadaka payesini bu yüzden mi vermiştir Efendimiz? Sözgelimi yanından geçtiğimiz simitçinin, evine yorgun dönerken gözü bize ilişen delikanlının, caminin çay ocağında oturup çocuklarının istikbaliyle dertlenen orlon fesli ihtiyarın, sokak başında dilenen, en çok da insanlık dilenen bir mültecinin, herkesin, bütün yeryüzü sakinlerinin durgun ve karamsar denizine dokunuveren bir tebessüm... Biz geçip gittikten sonra bizden habersiz halelenerek yaşama ümidine, kulluk sevincine, bir lokma ekmeğe dönüşecek o sıcak tebessüm... Hiç yoktan bu imkânı içinde barındıran tebessüm… İnsanlar bedenlerinin eksikliklerini söylemekte ustadırlar. Ama çoğu zaman ruhlarının ihtiyaçlarından habersizdirler.
Kendisinden habersizken eşyanın hakikatinden nasıl haberdar olsun insan? Bir insanı bir filmle, bir romanla, bir biyografiyle anlatabilir miyiz? Kim kimi özetleyebilir? Bütün bıraktığı ve aldığı izlerle insanı kim anlatabilir? Kim anlayabilir insanı? Ne hayat sanıldığı kadar panoramik, ne insan tek zamanlı. Bin bir çeşit izlerden, bin bir çeşit rüzgârlardan ve bin bir çeşit rüyalardan beslenen insanı ancak ve ancak ona şahdamarından yakın olan Rabbi (c.c.) anlar. Ne güzel demişler; ağaca yaslanma kurur, duvara yaslanma yıkılır, insana yaslanma ölür, diye. Bu tecrübeli ses yankılanmaya devam ediyor. Varlığa yaslanma yok olur, yokluğa yaslanma var olur. Zamana yaslanma o da kuldur!
İnsan dünyanın gideremeyeceği yalnızlığa sahiptir, çünkü kalp sahibidir. Kalp sahibi olmak şairin dediği gibidir; “Kalp yaralanmaz çünkü yaradır.” O kalbin sahibi de şifası da yalnız ve yalnız, ancak ve ancak Allah’tır.
“Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 13/28.)
O’nu anmak kalplere şifa, O’nu bilmekse ebedî devadır. Mutasavvıflar, varlık âlemini Allah Teala’nın isim ve sıfatlarıyla tecelli ettiği aynaya benzetirler. Ayna dedikleri eşyadır.
“Bana eşyanın hakikatini göster.” diye dua eden Peygamber (s.a.s.), sadece eşyaya değil, sadece hakikate değil, varlığın da yokluğun da sahibi Allah’ı kâmilen bilmeye taliptir. Bir insan için ufku değil, ufkun ardını değil, ufkun sahibini bilmek en büyük marifet olsa gerektir.
İnsana varlık âlemindeki tecelliler rehberdir. En başta insanın kendisi bir hakikat fragmanıdır. Karaya düşmüş bir ahtapotun yuvarlanarak, gelişigüzel her şeye tutunarak okyanusa varmak istemesine benzeyen trajedisiyle insan, saniyede yirmi dört kareye sığmayan bir fragmandır. Doğan her gün bir öncekini nasıl temize çekerse, nasıl başkalaşırsa bildikleri insan da öyle akıp durmaktadır. İşte burada insana lazım gelen bir edeptir, bir metottur. Bir anlam sıçramasıdır.
Efendimiz bir defasında yolda ashabıyla yürürken yağmur yağmaya başlamış. O da mübarek başını açıp yağmurun tenine, yüzüne yağmasına izin vermiş. Neden böyle yaptığını soranlara da “çünkü” demiş, yağmuru göstererek, “Onun Rabbiyle ahdi benden daha taze.”
O gün yağmur bugünkü gibi yağmıştı; tane tane. Bugünkü gibi sıcaklığın etkisiyle gökyüzüne yükselen su buharı soğuyarak yoğunlaşmıştı. O gün çölün tepesinde bunlar olmuştu. Yoğunlaşmanın ardından küçük su damlacıkları meydana gelmiş ve yağmura dönüşmüştü. Yağmur yağmış, hurma dalları gevremiş, her yağmur sonrası olduğu gibi topraktan o kadim koku yayılmış, kuşlar sevinmiş, karıncalar yuvalarına çekilmişti. Sadece Efendimiz, bir idrak kalası olarak, yeryüzünün bütün evrelerini içine alan, sadece gözlemlenebilir tarafından değil, kalple bilinmesi gereken tarafından da tutup, bildikleri insanı esir almasın diye, neye nasıl bakacağını, neyi nasıl göreceğini unutmasın diye, ama olabildiğince sakin ve alabildiğince insana dair bir haşyetle yağmuru okumuştu.
O günden önce olduğu gibi o günden sonra da insan yağmura muhatap olmaya devam etti. Ama “her şeyin ölçüsünü insan” bilenler, insanı aşan anlamlara düğüm atanlar, yağmurdan kaçmaya devam ederek en başta hayretlerini, sonra haşyetlerini ziyan edenler, kendi iradeleriyle kalplerini kurutmayı seçenler, ne yağmurun ne eşyanın ne de insanın Rabbiyle ahdine kulak verenler, derin bir anlamsızlık ve formüllerle dolu bir beyinle bu dünyadan geçip gitmeyi seçtiler.
Duralım ve yağmuru dinleyelim. Eşyayı dinleyelim. Kâinatı dinleyelim. Her ses bir tohumdur. Tohum bir ayettir, kuru bir odun parçası yemyeşil etekler giyinir. Bu dünyadan kam almak ham hayaldir. İyisi mi duralım ve yağmuru dinleyelim. Bugün değilse bile bir gün, elbette bir gün kalplerimiz o derin haşyeti duyup gözlerimizi nemlendirecek. Eşyanın hakikatine giden yolda kalplerimize bir kıvılcım çakacak. O kıvılcım dualarla çoğalacak ve yolumuzu aydınlatacak.