Makale

Bir Rüyanın Peşinde Kurban

Bir Rüyanın Peşinde Kurban

Dr. Halide Yenen
Uzman Vaiz

Tabir etseydi ne olurdu, bilmiyoruz. Gösterilen oğuldu, gösteren ise Rabbi. Rüyasında, hayal gözüne göstermişti oğlunu boğazladığını Rabbi. Belki de Rabbi tarafından yorumlanmasını istedi rüyasının.

Kan o kadar çok akıyor ki kurban kesen toplumlarda! Hayır, kurbanlık hayvanların kanından bahsetmiyorum. Kardeş kanıdır, insan kanıdır akan! Oysa galibi ve mağlubu olmayan bir savaştan arta kalan köleliktir sadece.

“Oğulcuğum! Rüyamda seni boğazladığımı görüyorum.” (Saffat, 37/100.) demişti bir gün biricik oğluna Hz. İbrahim, “Bir düşün, sen ne görüyorsun.”
Hz. İsmail’in ne gördüğüne ilişkin bilgi verilmez Kur’an-ı Kerim’de. Sadece şu cevabı nakledilir: “Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. Beni inşallah sabredenlerden bulacaksın.”
Hz. İbrahim rüyasında görmüştü oğlunu kurban ettiğini. Hangi hâlet-i ruhiye içinde uyanmıştı, anlatılmaz Kitabımızda. Tabir etmemiş, olduğu gibi aktarmıştı rüyasını oğluna. Duyduğunda, iç dünyasında neler olup bitmişti Hz. İsmail’in, bunu da bilmiyoruz. O da yorumlamak yerine teslim olmuştu babasının düşüne.
İbnü’l-Arabi, rüyanın mekânının hayal âlemi olduğunu, duyu ile mana arasındaki bu âlemin anlamı dilediği surette biçimlendirdiğini söyler. Rüyanın tabir edilmesinin nedeni işte tam da budur; gerçekte falan tarzda olan bir şeyin rüyada başka bir tarzda görünmüş olması. Tabir ise, görünen suretten başka bir şeye, asıl anlama geçmek demektir. Örneğin bilgi, rüyada ‘süt’ şeklinde görünebilir. Doğru bir tabirde, tabir eden kimse, rüyada görünen suretten gerçekteki duruma geçer ve onu ‘bilgi’ diye yorumlar.
Tabiri gerektirmeyen rüyalar da vardır elbet. Düşte görünen olduğu gibi çıkarsa, bu tabiri olmayan rüyadır. İbnü’l-Arabi, Hz. İbrahim’in rüyasını tabir etme yerine tasdik ettiğini belirtir. O, rüyasında oğlunu boğazladığını görmüştü. Oğlu bir metafordu; aslında, kurbanlık bir koçtu görünen. Hayal onu, oğlunun suretinde biçimlendirmişti. Hz. İbrahim ise rüyasını tabir etmek yerine tasdik etmişti.
Tabir etseydi ne olurdu, bilmiyoruz. Gösterilen oğuldu, gösteren ise Rabbi. Rüyasında, hayal gözüne göstermişti oğlunu boğazladığını Rabbi. Belki de Rabbi tarafından yorumlanmasını istedi rüyasının. Hayal gözüyle gördüğü şeyin aslını beden gözüyle de göstermesi için rüyasını gösterene teslim olmayı tercih etti.
Yıllar önce Urfa’da, Nemrut’un emriyle ateşe atılırken takındığı tavrın aynısı değil miydi bu tutumu? Devasa bir odun yığını tutuşturulmuş, alevler kısa sürede her taraftan yükselmiş, âdeta bir ateş dağına dönüşmüştü. Yanmakta olan bu kuvvetli ateşe uzaktan, mancınıklarla atılmıştı Hz. İbrahim. Ateşe atılmak üzereyken “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” duasıyla sadece ve sadece Rabbine sığınmıştı. Her şey O’nun emrinde değil miydi! Ne ateşin hükmü olurdu ne de tanrılık iddiasındaki Nemrut’un emirlerinin. “Ol” derdi O, oluverirdi her şey. Ateş yakmaz olurdu, su boğmaz. Allah Teala ateşe, “Ey Ateş! İbrahim’e serinlik ve esenlik ol!” demişti de ateş ona hiçbir zarar vermemişti.
Bu sefer de öyle yaptı belki de Hz. İbrahim. Bıçağın hakiki sahibine, oğlunu ve ona karşı kalbinde taşıdığı sevgiyi kendine verene, rüyasını gösterene sığınıp teslim oldu. O dilerse, bıçak kesmez olurdu. Kesmeyi dilemişse Halilullah’a teslim olmak düşerdi.
Babasının Babil’de, Ur, Harran ve Urfa’da yaşadıklarından habersiz olamazdı oğlu Hz. İsmail; onun teslimiyetinden de. Annesi Hacer’in o ıssız, kuş uçmaz kervan göçmez çorak, susuz topraklarda bebeğiyle bir başına kaldığında gösterdiği metanetten ve teslimiyetten de. Allah emretmişti orada bırakılmalarını; böyle söylemişti eşi Hz. İbrahim. O hâlde Hacer’e düşen “Allah bize yeter, O bizi korur” teslimiyetiydi. Ve şimdi aynı teslimiyeti Hz. İsmail gösteriyordu: “Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. Beni inşallah sabredenlerden bulacaksın.” diyerek.
Baba oğul, her ikisi de Rablerine sığınıp bir rüyaya, rüyayı gösterene teslim olduklarında, “Ey İbrahim!” diye seslenmişti Allah Teala, “Rüyana gerçekten sadakat gösterdin. Biz ihsan sahiplerini böyle mükâfatlandırırız. Bu kesinlikle apaçık bir imtihandı.” (Saffat, 37/104-106.)
Hz. İbrahim bu sefer oğluyla birlikte geçmişti bir sınavın içinden ve yine kazananlardan olmuştu. Oğluna bedel olarak büyük bir kurbanlık verilmişti kendisine ve onu boğazlamıştı Allah’ın adıyla Hz. İbrahim.
Kurbanlarımızı izlerken
Peygamberimiz, Hz. Fatıma’dan kurbanı kesilirken onu izlemesini istemiş ve “onun akıtılan ilk damlası ile senin geçmiş günahların affedilecek” demiştir. (İbn Mace, Edahi, 3.)
Hz. Fatıma ne hissetmişti, ne düşünmüştü kurbanını izlerken bilmiyorum.
Kalabalıklaşan, yükselen binalarla yerin üzerinde çok katlı mekânlar oluşturduğumuz şehirlerde topraktan, tabiattan hatta insandan ve gökyüzünden uzak mekanik bir hayatın içindeyiz. Kesilirken görmediğimiz kurbanlarımız paketlenmiş et olarak geliyor kapımıza; kasaptan almış gibi. Ya da bize hiç uğramadan ekranlarda gördüğümüz ülkelerde yaşayan insanlara ulaşıyor. Kurbanımızdan akan o ilk damla kanı hiç görmüyoruz. Görebilseydik, kan ve toprak ve Allah arasında bir bağ kurabilseydik bir şeyler değişir miydi yaşantımızda?
Çocukluğumda, evimizin avlusunda kesilen kurbanımıza bakıyorum hayal penceremden. Elimizde büyümüştü. Biberonla beslemiştik annesini kaybettiğinde. Daha dün el değmemiş yapraklarla beslemiştim onu. O bayram sabahı, onu, toprak üzerinde, gözleri bağlı kıbleye doğru yatırılmış olarak gördüğümde Hacer annemizin hüznü müydü kalbimdeki bilmiyorum. Ama o an, bıçağın şah damarına dayandığı o anda, “Bismillahi Allahü ekber” nidasının kulaklarda yankılandığı o anda, işte o anda bir İsmail olup hayat bulmuştu sanki kuzumuz. Kan dökülüyordu açılmış küçük çukura, balçığa dönüşüyordu toprak. Kan/su ve toprak, bedenimizin ham maddesi. İlahî bir el dokunuyor ve şekil veriyordu balçığa; rahmani bir nefes can veriyordu ona. Kurbanımızın yüce amacıydık biz, yani insan.
Televizyondan gelen sesle irkiliyorum. “18 günde 62 can teröre kurban verildi.” Terör cana kıyma, malı telef etme, yüreklere korku salmanın adıydı; kurban ise, yaklaşmanın. “Cinayete kurban gitti. Trafik canavarına kurban gitti. Cehalete kurban gitti. Canlı bomba olarak kendini kurban etti…” İnsanın kurban edilmesine ilişkin daha nice haberler sökün ediyor belleğimde.
Kuzumuz kurban olarak insana yaklaşmıştı. O artık hayvanlardan bir hayvan değildi; bizim kurbanımızdı, bizi Allah’a, ilk yaratılışımıza, ilk insana ve insaniyete yaklaştıran bir bağdı. Ahirette karşılaşacaktık onunla; bizi bekleyecekti orada. Peki, insan nasıl olur da Allah’a giden yoldan uzaklaşarak insanı yok eden eylemlere kurban olurdu, kurban edilirdi. Kuzumuzdaki İbrahimî, İsmailî ve Hacerî teslimiyeti idrak yoksunluğundan mı?
Biz her Kurban Bayramı hangi rüyanın ardına düştük? İbrahim’in (a.s.) rüyasının izini sürebildik mi?
Hangi düşle, hangi düşünceyle aldık bıçağı elimize?
İnsan kanı akıtılmasın duasıyla düşebildik mi Hz. İbrahim’in rüyasının ardına? Evrimsel paradigmanın üzerimize bulaşmış tozlarını silkeleyip alt kimliklerin oluşturduğu kalın derilerin ardındaki insana ulaşabildik mi? Bıçağı kurbanlığımızın şah damarına dayadığımızda görebildik mi insanı? Ve elimizi silahlardan, bombalardan çekip insanı yaşatmak için kurban edebildik mi koçlarımızı? Egolarımızı şişiren heva ve heveslerimizi de bırakabildik mi kurbanlarımızdan akan kanlarla toprağa?
Ne etiydi ulaşacak olan Allah’a ne de kanıydı kurbanlarımızın; takvamızdı, teslimiyetimizdi. O’nun adını anarak kestiğimiz hayvanların kanından derisine kadar bütün bedenini bize rızık olarak veriyor Rabbimiz. “Yiyin!” diyor ondan, “sıkıntı içindeki yoksulları da doyurun.” Şükredelim diye. (Hac, 22/28-36-37.) Altını, gümüşü, şanı, şöhreti, gücü, makamı kazanma hırsıyla kararan gözlerimizi açabilelim diye. Ne ki ‘var’ diyoruz ve elde etmek için yöneliyoruz, O’nun mülkü değil mi? Veriyor mülkünden yeryüzündeki bütün insanlara yetecek kadar yiyecek, içecek; yaşayacak kadar mal mülk. Yeter ki gasp edilmesin zorbalar tarafından.
Kimdir galibi yeryüzü zenginliklerini tekelimize almak, hırslarımızı tatmin etmek, müreffeh hayatımızı sürdürebilmek için giriştiğimiz savaşların? Kazanmış mıdır zalim, mazlum kaybetmiş midir, neyi? Kabil’in elde ettiği bir şey var mıydı elini kardeşinin kanına bulayarak? Habil’in kaybettiği bir şey var mıydı kardeşini öldürmekten uzak durarak? Hangisinden bir iz var, hangisi yaşamakta hâlâ! Haksız yere akıtılan her insanın kanından bir hisse düştü Kabil’in nasibine. (Tecrid-i Sarih Tercemesi, IX, 83.) Habil’den Allah’a ulaşan takvası kaldı iyi nam olarak.
Kan o kadar çok akıyor ki kurban kesen toplumlarda! Hayır, kurbanlık hayvanların kanından bahsetmiyorum. Kardeş kanıdır, insan kanıdır akan! Oysa galibi ve mağlubu olmayan bir savaştan arta kalan köleliktir sadece.
Hz. İbrahim, takvasıyla teslimiyetiyle özgürlük alanı açmıştı kendisine. Hz. İsmail de, Habil de. Yeryüzü, uçsuz bucaksız şu evren, gönül evi beytullah kılınmış insan için ne kadar geniş olabilir ki! İnsana, bu kâinatın sınırlarını aşan bir imkân lazım. Aklını, yeteneklerini maddenin esaretinden hür kılan bir imkân. İmandan başka hangi güç gökleri delebilir ki! Göklerin ve yerin yegâne sahibi ve yöneticisi Allah Teala’ya teslimiyetten başka hangi güç ona bu hürriyeti verebilir ki! Onsuz yaşayamayız, nefes bile alamayız çünkü. Ne kadar yaşarsak yaşayalım, öleceğiz ve O’nun huzuruna çıkacağız çünkü. O’nun mülkünden ne çıkış var ne de kaçış!
Bu bayram, Allah için keselim kurbanımızı kendi ellerimizle. Yahut Allah için kesilen kurbanımızı izlemek, tefekkür etmek için ortam oluşturalım et kaygısından, ortaklık kaygısından uzak. Rabbimize bağlılığımızı, teslimiyetimizi hissedebilmek için özgür bırakalım ruhlarımızı bakarken toprakla karışan kana. İnsaniyet denilen, yeryüzü makam ve mevkilerinin çok çok üstünde bir makam var ki her şeyin gerçek sahibini idrak edip O’na teslim olanlara özgü. Bu bayram, bırakalım ruhlarımız kanat çırpsın o yüce makama.