Makale

Emine Teyzem ve Ben

Emine Teyzem ve Ben

Dr. Serpil BAŞAR
Uzman Vaiz

Çocukluğumun geçtiği İzmir’in Bayraklı semti, bu şehrin en eski yerleşim alanıymış arkeologlara göre... Bana göre de hayatımın eskimekte olduğu şu günlerde âdeta geçmişi kazıdığımda “işte işe yarar bir şey” diyebildiğim, anılarımın en anlamlılarına mekân olan semttir. Yukarıdan körfeze bakar, “Aman Allah’ım, deniz sanki çarşaf gibiymiş” dersiniz... Ah o deniz! Ne güzel görünür Bayraklı’nın sırtlarından... Uzansanız sanki do- kunacakmışsınız gibi hisseder, ev- lerin bahçelerinden yayılan hanımeli kokuları ile kendinize gelir, bu dokunuştan vazgeçip yine uzun uzun seyredersiniz...
İşte bende böyle güzel duygular uyandıran Bayraklı, aslında başka biri sayesinde benim için bu kadar önemli olmuş, hâlâ gözlerimin pınarlarını coşturan bir yerdir. Bu kişi, hayatımda dinî duyguları ilk defa coşkuyla uyandıran, unutamadığım ve hiçbir zaman da unutamayacağım kiracı olduğumuz evin sahibi Emine teyzemdir. “Teyzem” diyorum, aslında teyzem değil, ama mahallenin çocukları olarak ona hep teyze der, o da sanki teyzemizmiş gibi kucaklardı bizleri... Teyze sıcaklığıyla, teyze yumuşaklığıyla... Beyaz namaz örtüsü hep başında, siyah yay gibi kaşları, pembe-beyaz yuvarlak yüzüyle, hep mütebessim hep sevecen...
Sanki aklıma geldikçe hâlâ orada, hâlâ evinin penceresindeymiş gibi hissediyorum... Pencerede durur, saksı çiçeklerini özenle sular, şimdilerde pek görülmeyen komşuya hâl-hatır sormadan pencereden ayrılmazdı. Bazen bitişik evdeki kapımızın önünde durur, ne zaman pencereyi açacak diye beklerdim. Onu görür, benim için o gün edeceği duayı öğrenir, ondan öğrendiğim şekilde kibarca teşekkür ederdim. Onun kibarlığını, inceliğini kelimelerle anlatmam mümkün değil... Manisa’nın Kula ilçesinden gelmiş, İzmir’e evlenerek yerleşmiş bu hanım, nicelerini kendisine özendirecek bir inceliğe sahipti ve herkes eşit olarak bu incelikten nasibini alırdı. Sokağın cıvıl cıvıl sesli çocukları da, sokaktan hiç eksik olmayan seyyar satıcılar da...
7-8 yaşlarımın toyluğuyla hatırladığım ilk oruçlar ve ilk ramazanlar... Ah Emine teyzem! “Bugün oruç musun?” diye sorduğunu duyar gibiyim. “Elbette orucum” deyince, “Aferin, ama orucunu bugün bana satar mısın?” derdi. Oruç satılır mıydı, kaça satılırdı bilmem, ama Emine teyzem, “Hadi Serpilcim, orucunu bugün bana sat, ne istersin?” derdi. Aslında duymak istediği cevabı hemen verir, gururla “olmaz” derdim. Yine “Aferin, işte böyle, orucunu sakın satma, o ancak Allah için” derdi. İftara yakın, çalınan kapımız ve içeri uzatılan haşhaşlı börekler, yaprak sarmaları ve günün çorbası, gelen Emine teyzem...
İftardan sonra, âdeta ezana yetişmek ve ezanı camide dinlemek için birlikte mahallemizin camisine koşarak gittiğimiz teravihler, yirmi rekâtın 1,5-2 saatte kılındığı günler, sıcak bir hava ama susuzluğa çare olan tevhitler, salat-ı ümmiyeler, ilahiler... Sıcak yaz akşamları, camide yer yok, bahçeye ağaçlar altına serilen seccadeler, ağustos böcekleri sesleri arasında uzun mu uzun kıyamlar, dört rekâtlar arasında su dağıtıp, su içecek kadar vakte eşlik eden ilahiler… İşte o zaman, bir daha yapamadığım ama hep yapmak istediğim bir iş yüklenirdim hemen... Evden gelen sürahilerden elime alır, bardakla cemaate su dağıtırdım, ama elimde bardağa su döküp aynı anda veremediğimden, önce bardağı verir, ardından suyu yavaşça bardağa dökerdim... Peşinden gelen, “Allah sana su gibi ilim versin” duasını işitir, ilmin ne olduğunu bilmesem de sevinirdim… Suya karşılık olduğuna göre, güzel bir dua aldığımı hisseder, işim bitince yerime döner, Emine teyzemden “aferin” alır, namaza devam ederdim. Aynı heyecanla camiye gidiş-geliş sabah sahurdan sonra da devam ederdi.
İslam’ın en “ince” yorumunun yaşandığı ve yaşatıldığı bu lavanta kokan evden iki yıl sonra ayrılıyor, kendi evimize taşınıyoruz bir sabah... Ağlıyor, hem de çok ağlıyor, ayrılmak istemiyor bizden, belki de benden... “Ne yapalım” diyor, “Kendi eviniz, gideceksiniz elbette...” Elinde bir tencere taze fasulye, bir tepsi peynirli börek, bekliyor kenarda... “Alın bunları, ilk gün yerleşmekten yemek yapamazsınız” diyor.
O günden sonra zaten hiç göremiyorum ve haber de alamıyorum, neden görüşemiyoruz, neden ziyarete gidemiyoruz bilmiyorum, olmuyor işte... Onun benim için son duasının bereketi ile herhâlde liseyi bitiriyor, hemşire oluyorum, hasta odalarında beyaz namaz örtülüler görüyorum, ama hiçbiri Emine teyzem değil... Okuyorum, daha fazla okuyorum, annem ile ramazanlar geçiriyor, oruçlar tutuyoruz, evde... İlkokulu dışarıdan bitiren annem, ilahiyat okumamı istiyor, neden? Kırmıyorum, hiç aklımda ilahiyat yok iken, sınava girip tek tercih yapıyorum, yine İzmir’deyim, ilahiyat okuyorum annemin isteğiyle, Emine teyzemin coşkusuyla... Öyle okuyorum ki beş yıl sonra birincilikle bitiriyor ve devam ediyorum yüksek lisansa, doktoraya...
Hemşire iken, bir gün vaize oluyorum Başkanlığa... Ve yine İzmir’deyim, Bayraklı’ya eski sokağımıza yakın bir camiye yıllar sonra vaize oluyorum... İşte yine Bayraklı, işte yine çiçek ruhlu insanların yaşadığı Çiçek Mahallesi... Vaaza gideceğim ilk gün, saatler öncesinden evden çıkıyorum… 23 yıl sonra aynı sokak aynı evler... Koşarak geçiyorum sokağı, sokağın sonundaki 11 numarayı buluyorum zar zor... Fakat içimdeki merak durmuyor, onu görebilme “ve işte benim, camide su dağıtmaya alıştırdığın Serpil, o camiye vaize oldu” diyebilme isteğimi bir türlü durduramıyorum... Evin önünde tanımadığım bir hanım balkondan çevreyi seyrediyor... Hanım önce ne dediğimi anlamıyor, tarif ediyorum, defalarca ismini söylüyorum, en son kızından ve gelininden bahsedince kimi sorduğumu anlıyor ama bana hiçbir şey söylemiyor... Kızının dükkânını tarif ediyor, “Oraya gidin, kızını bulun” diyor. Tarifle mağazayı buluyorum, kızını çağırtıyorlar evinden... Gelip içeri giriyor, kendimi tanıtmıyor, yüzüne bakıyorum sadece, “Ben bu gözleri tanıyorum, sen Serpil misin yoksa?” diyor ve sarılıyor, Emine teyzemi soruyorum heyecanla... Önce duraklıyor... “Vefat etti” diyor bir kaç yıl önce... “Nasıl oldu, hasta mıydı?” diyorum, “hayır” diyor, “birden fenalaştı, hastaneye götürdük, bir iki gün sonra vefat etti” diyor; “ne şekeri, ne tansiyonu vardı annemin, ama birden fenalaştı ve ne olduğunu bilemedik...”
Çocukluğumun Bayraklısı ve Emine teyzesi... Camide vaaz ederken gözüm onu arıyor ramazanda, bayramda, camide onu hatırlıyorum... İyi ki vardın, iyi ki hayata gelmiş ve güzel bir iz bırakabilmişsin arkanda... Hep “iyi” hatırlanmak ne güzel bir makam senin için! Dimdik ayakta durabilmeyi ve kırıp dökmeden yaşayabilmeyi başarabilen bu hanımın, hâlâ bu eğitimi nerede aldığını bilmiyorum... İtiraf ediyorum; böyle bir eğitime hâlâ rastlamadım. Bugün eleştirdiğimiz halk dindarlığı, halk dindarı... Bazılarımıza göre senin bilgi seviyeni yükseltmeli, seni hemen kitaplarla buluşturmalıyız... Ama sen, İbn Rüşdleri, Zemahşerileri, Beyzavileri duymasan da “ilim versin” diye dua edensin...
Ne güzel bir eş, ne güzel bir anne, ne güzel bir hanım, ne güzel bir dindar, ne güzel bir bilge idin! Beyaz namaz örtülü, nur yüzlü, dili dualı teyzem! Mekânın cennet, komşun çok sevdiğin Hz. Peygamber (s.a.s.) olsun... Senin gibi ince, senin gibi sabırlı, senin gibi rıza dolu bir hayatı yaşayabilme ümidiyle...