Makale

Eserden Yaratıcı Kudrete

Eserden Yaratıcı Kudrete

Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

“Deveye bakmıyorlar mı, nasıl yaratılmıştır. Göğe bakmıyorlar mı, nasıl yükseltilmiştir. Dağlara bakmıyorlar mı, nasıl dikilmişlerdir. Yeryüzüne bakmıyorlar mı, nasıl yayılmıştır. Artık sen öğüt ver! Sen ancak bir öğüt vericisin. Sen, onlara karşı bir zorba değilsin...”
(Ğâşiye, 88/17-21.)

Hayata nasıl tutunacağı, içinde bulunduğu yeryüzü şartlarını nasıl iyileştireceği gibi temel konularda verdiği mücadele insanın hayat macerasının özetidir diyebiliriz. Ancak bu mücadelenin anlamlandırılabilmesi, onun nereden geldiği, evren içindeki yeri ve geleceğinin ne olacağı yönündeki soruların cevap bulması gerekmiştir. Peygamberlik kurumu bu çetin sorular karışışında tutulacak yolu aydınlatırken insanın en bariz ayırıcı özelliği olan bilgi edinme, düşünme ve çözüm bulma unsurunu da devrede tutmuş ve ona büyük önem atfetmiştir.
Bilgi toplayan duyuların en kapsamlısı görme duyusudur. Koku alma, tat alma, dokunma ve işitme duyuları sonuçta birer “görme” işlemi olmaları yönüyle duyu sistemimizin görme olgusunda odaklandığını söyleyebiliriz. Bu sebepledir ki ilahî mesajlara ve onların hasılası olan Allah’ın varlığı ve birliği hakikatine yoğunlaşmasını sağlamak üzere Kur’an insanın akletme yeteneğine sürekli olarak atıfta bulunmuştur. Bu da ilahî kudretin göstergesi olarak evrene hâkim bulunan uyum ve dengenin görülüp ondan ibret alınmasına (Haşr, 59/2.) ve böylece eserden müessire ulaşılmasına uygun bir zemin hazırlamıştır. Bu zihin mekanizmasını devreye sokamayıp pasif bırakanlar ise, sık sık “Aklınızı kullanmayacak mısınız!” şeklinde uyarılmışlar (Mü’minun, 23/80.) ve içgüdüleri ile hareket eden hayvanlara benzetilmişlerdir. (Araf, 7/179.) Bunun anlamı, duyuların sağladığı bilgi malzemesinin zihin faaliyeti üzerinden yaratıcı kudrete götürecek bilgiye dönüştürülmesinin gerektiğidir.
Tabiat kanunları, fizik dünya ve canlılar dünyası Kur’an’ın ilahı kudrete işaret olmak üzere “bakınız!” diye dikkat çektiği belli başlı kevni odak noktalarıdır. Yukarıdaki ayetler dizisinde bu üç odak noktasına ayrı ayrı işaret edilmektedir. Deve hayvanlar dünyasını, gökyüzü (uzay içindeki varlık âlemine hâkim olan sistem ile birlikte) tabiat kanunlarını, dağlar ve yeryüzü de fizik dünyayı temsil ediyor. Ayet, hakikate ulaşma konusunda insana yardımcı olmak üzere muhataplarına, günlük hayatlarında yer alan bir hayvandan (deve), üzerinde yürüyüp yaşadıkları yeryüzüne, oradan aklın, esrarını çözmekte aciz kaldığı gökyüzüne, yıldızlar âlemine uzanan bir zihin fırtınasında bulunma çağrısı yapıyor.
İlk dört ayet “bakmıyorlar mı” şeklindeki söz kalıbı ile bir yandan onları bakmaya, ama görmeyi sağlayacak şekilde bakamaya teşvik etmek yanında “bakıyorlar ama göremiyorlar. Görmek için “basar” (fiziki bakış) yanında “basiret”i (gönül gözünü) de devre sokmak gerekir!” mesajını veriyor. İşte iman konusunda “nasip” ve “hidayet“ olgularının etki alanı burasıdır. Bütün şartları oluşturursunuz. İmanı Allah -tabii ki cüzi iradeniz eşliğinde- var eder, size onu nasip kılar. Gönül gözünün görmesi gerçekleşince iman hakikat mertebesine ulaşıyor. Bu sebeple “Onu görür gibi ibadet etmek” nebevi uyarısı temelde gönül gözüyle görmekle ilgilidir. Mutlak teslimiyet eğer gerekli zihni altyapı donanımına sahipse gönül gözüne yol verir. İmanın esprisi bu teslimiyette saklıdır. İnandığınızı fizik olarak görmezsiniz ama görmüş gibi “vardır” dersiniz. İmanda teslimiyet işte budur ve “kabul”ü iman yapan da bu teslimiyettir. Teslimiyete ulaşırken kat edilen yolun bir kulvarı da “müşahede-i âsâr” yani Allah’ın yarattıklarına bakıp onları “görmek”tir. Bu aşama, nazarların varlık perdesini aşıp perdeyi onun arka planını var edene ulaşmakla sonuçlanırsa iman yani eserden müessire geçiş gerçekleşmiş oluyor. Kur’an’ın mutlak hakikati kavrama konusunda aklın önüne koyduğu yöntem budur.
İnsan bakışının görmeye dönüşmesini hedefleyen mesajlar daha çok yaratma onun bir yansıması olan diriltme üzerinden gerçekleşmektedir. Ne var ki yaratma işi her an geçekleştiği için insan açısından sıradanlaşmakta, bu sebeple de çok kere bakmak, görmek ile sonuçlanamamaktadır. Ölen bir canlının tekrar hayata dönmesi ise madde dünyası kanunları açısından söz konusu olmadığı için ilahî kudretin ölüye can vermesi örnekleri daha etkili ve sonuç alıcı olmaktadır. Bazen bakmayı görmeye, kabulü itminana dönüştürmek için şartları daha da kolaylaştırmak üzere mucizeler devreye girer. Hz. İbrahim’in öldürüp her bir parçasını bir dağ tepesine bıraktığı kuşların canlanarak yanına gelmesi örneklerinde olduğu gibi. (Bakara, 2/259-260.)
Gerçekte Mekke müşrikleri açısından “deveye bakma” olgusu hep var. Özellikle “kızıl tüylü cins develer” (Buhari, Cihad ve’s-Siyer, 141.) herkesin “gözünün önünde.” Ancak bu bakışta eksik olan şey vardır, o da “nazar-ı itibar” yani görünenin arka planını dikkate alıcı bakıştır. Bu bakışlarda, görülmesi gerekeni dikkatten kaçırma olgusu var. Resmi görüp beğenirken ressamı hatırlamamak aymazlığı söz konusu. Bu aymazlık, kişiyi zamanla eserin kendiliğinden orada durduğu şeklindeki zihin kaymasına sebep oluyor ve böylece eşya (varlıklar) gözle hakikat arasında perde olmaya başlıyor.
Kur’an-ı Kerim daha birçok ayette, görmenin; düşünce üreten ve gerçeğe ulaştıran, işin arka yüzünü idrak etmeyi sağlayan bakışın ürünü olduğuna dikkat çeker. Bu konuda Vakıa suresinde insanın fiziki oluşumunun ilk unsuru olan sperme, toprağa attığımız tohuma, içtiğimiz suya ve yaktığımız ateşe atıflar yapan ayetler özel bir konum arz eder. (Vakıa, 56/58, 63, 68, 71.) İş bunlara dikkat çekmekle kalmaz, “O spermi siz mi yaratıyorsunuz, yoksa biz miyiz yaratan?”, gibi sarsıcı sorular sorularak zihinlerde şu yargı oluşturulmaktadır: “Bunları siz yapmadığınıza göre, gördüklerinizden hareketle bunların Allah’ın eseri olduğunu idrak edip iman etmeniz gerekmez mi?”
Eşyaya bakıp “işte O!” demek şirk olurken “O var ki bu da var!” demek tevhit oluyor. Birincisi hazırcı, kolaycı ve kestirmeci; diğeri “akılcı”, üretken ve sonuç alıcıdır. Putperest putu ile, Hristiyan ikonu ile Allah’ı insan ürününe indirgerken, tevhit ehli eşyayı “Görülmez ama Görünür Var”a, götüren bir yol, bir rehber kılıyor. O, bakmasını bilene kendini gösterir. Bakmasını bilmemek gözü kullanmayı bilmemektir. Görüyorsanız gözününüz algıladığı fizik malzemeyi akıl ve kalp ortamında tahlil etmiş, arka plan olgusuna ulaşmışsınız demektir. Gözü akıl ve yürekle buluşturmazsanız görecekleriniz “suret” ve “gölge”den başka bir şey olmaz.
“Bak, anlasınlar diye, ayetleri değişik biçimlerde nasıl açıklıyoruz.” (En’am, 6/65.) şeklindeki uyarılar sonuçta nasiplenmek isteyenlere ışık olmuştur, olacaktır. Böyle bir isteği olmayanlar gerçekte dış yüzeye takılıp kalarak “arkada ne var?” merakını yaşamayanlardır. “Sen ölülere (çağrıyı) duyuramazsın. Arkalarına dönmüş kaçarlarken sağırlara da çağrıyı duyuramazsın.” (Neml, 27/80.) ayeti Rasulüllah’a bu gerçeği hatırlatıyor. “Hiç kimse görmek istemeyenden daha kör, işitmek istemeyen kadar sağır değildir.” Bu hâl Kur’an’ın işaretine göre ölümle eş değerdedir. Bu ölüm bedenin ölümünü değil, kalbin ölümünü temsil ediyor. Bütün mesele göze ışığını verecek diri bir kalbe sahip olmakta.