Makale

Yitik Nesillerin Sessiz Çığlıkları

GÜNDEM

Yitik Nesillerin Sessiz Çığlıkları

Prof. Dr. Adnan Bülent BALOĞLU
DİB Başkanlık Müşaviri

“İslam güzel de Müslümanlar bunun neresinde?” diye sormaktan kendini alamaz “Bilge Kral” lakaplı merhum Aliya İzzetbegoviç. Bu sualin sahibi, Allah mekânını cennet eylesin, İslam dünyasının hâlihazırdaki acıklı hâlini gören, mevcut sorunlarını yakından bilen, dertleriyle hemhal olan ve ömrünü çözüm aramakla geçiren bir dertli idi. Tıpkı onun gibi, Müslümanların son iki asırdaki hâlinden mustarip olan ve benzer endişeleri duyan o kadar çok dertli var ki… Said Halim Paşa, Mehmet Akif, Nurettin Topçu, Cemil Meriç, Erol Güngör, Necip Fazıl, Sezai Karakoç bir kalemde hatırlayabildiklerimiz. Başka İslam beldelerinden de Muhammed Abduh, Muhammed İkbal, Ali Şeriati, Fazlur Rahman, Malik b. Nebi, Muhammed Gazali ve daha niceleri… Bütün Müslümanların derin ruhsal krizlerine çare arayan, sosyal, siyasi, ekonomik kaynaklı problemlerine çözüm araştıran, sıkıntılarıyla, dertleriyle hemhal olan, İslam dünyasının içine düşürüldüğü acıklı hâle için için gözyaşları döken nice dertli!
İzzetbegoviç’in sualine verilebilecek cevaplardan biri de, edip-şair merhum Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şu veciz dizelerinde saklı olsa gerektir: “Ne içindeyim zamanın; / Ne de büsbütün dışında; / Yekpare, geniş bir anın; / Parçalanmaz akışında.” Bu dizeleri, kendi benliğinden, yerli değerlerinden koparak Batılılaşmanın girdabına kapılan milyonlarca Müslüman adına söylenmiş samimi bir itiraf kabul edebiliriz. Köklerini yitiren, ne o ne bu olabilen, aidiyet kodlarını kaybeden, zaman tünelinde yolunu şaşıran ve neticede asli kimliğini arayanların sessiz çığlığı olarak görebiliriz. Gerçek şu ki, İslam coğrafyasının her kilometre karesinden, daha doğrusu bir Müslüman topluluğunun bulunduğu her yerden sessiz çığlıklar yükseliyor. Kim bilir kaç nesildir Müslümanlar, kendi köklerini, kendi kültür ve medeniyetlerinin yüce değerlerini arıyor; mutluluğu kendi kültürünün dışında bulacağını sananlar, yalancı bir serapta dolaştıklarının farkına yeni yeni varıyor.
İslam medeniyetinin yeryüzünün gelmiş-geçmiş en müstesna medeniyetlerinden biri olduğu hususunda, ön yargılı olanlar hariç, genel bir kanaat vardır. Mesela, gençlik yıllarından itibaren İslam’a büyük ilgi duyan Goethe, “İslam dünyanın kurtarıcısıdır” der ve “Hepimiz İslam üzere yaşıyor ve ölüyoruz” itirafını yapar. Alman düşünür ve şairi Goethe, Sevgili Peygamberimize olan hayranlığını da gizlemez: “İmdi Muhammed’in başardığı; Hak olsa gerektir doğrusu; O bir tek vahdet fikriyle; Tüm dünyayı râm etti kendine”. “İslam bana mükemmel bir mimari eseri gibi görünüyor” der Muhammed Esed ve ardından devam eder: “Bütün parçaları, birbirini destekleyecek ve tamamlayacak şekilde tasavvur edilmiş. Hiçbir şey fuzuli değil, eksik bir şey de yok. Neticede karşımızda duran şey, mutlak bir dengeye ve sağlam bir duruşa sahip olan yapıdır.”
O hâlde, bazıları niçin mutluluğu uzak diyarlarda, başka kültürlerde ararlar? Ellerinde İslam gibi bir hayat nizamı, Kur’an-ı Kerim gibi bir hayat rehberi ve hidayet kaynağı, Hz. Muhammed (s.a.s.) gibi yüce bir ahlâk ve insanlık timsali olmasına rağmen, İslam dünyasının bu yürek paralayan hâli nedir? Niçin İslam dünyası kan revan içinde? Müslümanların bu parçalanmışlık, bölünmüşlük, geri kalmışlık hâli neden? Yeryüzünün en şaşaalı kültür ve medeniyetine, ilim ve irfanına sahip olmalarına rağmen, bu savrulmuşluk, vurdumduymazlık hâli neden? Kendi gelenek ve değerlerine bu sırt dönmüşlük hâli neden? Kendi olmak, kendi varlığı, benliği ve değerleri ile var olmaya, hayata ve insanlığa yeni değerler katmak, üretmek ve çalışmak varken, nedendir bu atalet ve tembellik?
Bu soruların tarihî, sosyal, siyasi, ekonomik sebepleri üzerinde durmak ve sayfalar dolusu cevaplar vermek mümkün elbette. Şu bir gerçek ki, İslam dünyasının nesilleri özellikle son iki asırdır kendi kültür ve medeniyetinin değerlerinden yavaş yavaş uzaklaşıyor ve bunun yarattığı derin ruhsal krizlerle boğuşuyor. Batılılaşma sürecinin, İslam medeniyetine sırt dönen, Batı medeniyetine hayran nesiller ürettiğini üzülerek müşahede ediyoruz. “Boynumuz ağrıdı, Batı’ya bakıp durmaktan” diyordu Nuri Pakdil büyüğümüz. Bu durum yaklaşık iki asırdır sürüyor. Kabahat yalnızca gençlerin değil elbette. İslam medeniyetine alenen sırt dönen, onu her vesileyle aşağılayan, modernleşme ve gelişmenin yolunun yalnızca ve yalnızca Batılılaşmak ile mümkün olduğuna iman eden bir sözde aydın zihniyetin uzun zamandır iş başında olduğunu da unutmayalım. O çokça övülen Batı’nın gerçek içyüzünü merhum Attila İlhan “Hangi Batı” adlı eserinde bakın nasıl deşifre etmişti bize: “Sözü bağlayalım, Batılı, hür dünya, demokrasilerin dayanışması vs. emperyalist sistem içerisinde büyüklerin küçükleri sömürmesinden, aldatmasından başka bir şey değildir, koca bir yalandır.”
Nesiller kendi kültür ve medeniyet değerlerine sırt dönmeye başladıklarında o kültür ve medeniyet çöküşe geçip ömrünü tamamlar mı, ya da bir başka deyişle, yeryüzüne gelip belli bir süre varlığını devam ettirmiş ama artık yok olmuş “yitik medeniyetler” mezarlığındaki yerini alır mı? Bir medeniyet ne zaman düşüşe geçer ve yok olur? İngiliz tarihçi Arnold Toynbee tarihe dair kaleme aldığı 12 ciltlik dev eserinde (A Study of History) yeryüzüne 26 medeniyetin geldiğini bunların 19 tanesinin çöktüğünü, hâlen beş tanesinin devam ettiğini, ancak ilerlemelerinin durduğunu söyler. Eserinde medeniyetlerin yükseliş ve çöküş sebeplerini anlattıktan sonra şunu der: “Bir medeniyet cinayetten ölmez, intihardan ölür.” Ona göre, ahlaki ve dinî çöküşle birlikte, bir medeniyetin sayıları çok az olan keşifçi, yaratıcı beyinleri de üretim kabiliyetlerini kaybedip sustuklarında o medeniyet için çöküş kaçınılmaz olur. Kısaca onun demek istediği şey şudur: “Bir medeniyetin eceli başkasının elinden değil, kendi elinden olur.”
İslam medeniyeti, kendine has zihin ve düşünce dünyası, sosyal, siyasi ve ekonomik tecrübesi, maddi-manevi kültürü, insani ve ahlaki değerleri, gelenek ve ananesi ile insanlık tarihine en büyük katkıyı sunan medeniyetler arasında hiç şüphe yok ki en öndedir. Hiçbir medeniyetin, evrensel değerler üzerinde tek başına hak edemeyeceği fikrine kısmen iştirak etmekle birlikte, kendi medeniyetimizin her bakımdan üstün olduğu konusunda mütevazı olamayacağım. Bununla birlikte, şu soruyu sormadan da edemiyorum: Yüce bir medeniyetin bir kısım nesilleri –elbette ki tamamı değil– niçin kendi medeniyetlerine sırt dönerler de tüm varlık ve benlikleriyle bir başka medeniyete özenirler? Bu can alıcı soruya cevap verebilirsek, çözümün cevapta saklı olduğunu düşünüyorum.
Cevabım şu: Çünkü kandılar, kandırıldılar. Batı medeniyetinin her bakımdan en üstün, en mükemmel, en zirve medeniyet olduğuna inandırıldılar. Medeniyet dendiğinde yegâne hakiki medeniyetin Batı medeniyeti olduğu fikri müthiş bir propaganda ile beyinlere zerk edildi; etkilenmemeleri imkânsızdı. Malum propagandaya göre bir Batı medeniyeti vardı bir de ötekiler; onun seviyesine erişmek ancak kendi benliğini ve değerlerini terk etmekle, yani Batılılaşmakla mümkün olabilirdi. Batılılaşırsan, medenileşirsin; ne kadar Batılı isen o kadar medenisin tezi planlı bir biçimde işlendi. Propagandanın gücü, şiddeti ve araçları o kadar güçlüydü ki, açtığı tahribat büyük oldu. Henüz tam emeline ulaşamadı, ama azim ve sebatla sürdürülüyor. İslam dünyası buna karşı koyacak, kendi ülkesine, kültürüne, medeniyetine, görenek ve değerlerine sahip çıkacak bilinçli nesillerini arıyor.
Batı, kendisini öteki olarak nitelendirdiği Doğu ile kıyaslar sürekli. Bu, üstün/medeni olanla aşağı/ilkel arasındaki bir kıyaslamadır. Kendisi dinamik, hep değişen ve gelişendir; Doğu ise, sabit ve durağan. Kendisi, yaratıcı, zeki, ileriyi görebilen ve denetleyebilen, rasyonel, bilimsel, disiplinli, düzenli, kendini kontrol edebilen, makul ve insaflı, duyarlı, şuurlu, babacan, bağımsız, işlevsel, özgür, demokratik, müsamahakâr, saf ve dürüst, medeni, ahlaken ve iktisaden ilericidir. Tüm olumlu, müspet sıfatlar onundur. Öteki yani Doğu ise taklitçi, cahil, uyuşuk, irrasyonel, hurafeci, tembel, dengesiz, anlık kararlar veren, meczup, egzotik, cezbedici, çocuksu, bağımlı, işlevsiz, köleleşmiş, despot, müsamahasız, yozlaşmış, barbar, gayrimedeni, ahlaken geri ve iktisaden sönüktür. (J.M.Hobson, The Eastern Origins of Western Civilisation, s. 8-9.) Batı, bu kıyaslamadan yola çıkarak, Doğu’yu kölelikten kurtarıp özgürlüğüne kavuşturacak, ehlileştirecek, medenileştirecek yegâne güç olarak görmüştür kendini. Onu medenileştirme adına sömürmüş, sömürdükçe semirmiştir.
Batı’nın Doğu’ya yönelik bu bakış açısı ve tutumunda dünden bugüne değişen bir şey yok. Hatta karalama ve sömürünün dozajı daha da artmış vaziyette. Bununla da yetinmeyerek İslam dünyasını birbirine kırdırma projelerini kusursuz bir biçimde eyleme dökmektedir. Bunu yaparken elini ateşe sokmuyor, maşalar yani taşeron örgütler kullanıyor. Peki ya İslam dünyası bu büyük oyunun farkında mı? Görünen manzara bize aksini söylüyor. Allah, böyle durumlar için açık uyarıyı yapıyor: “Allah bir kavme verdiğini, o kavim kendini bozup değiştirmedikçe değiştirmez.” (Ra’d, 13/11.) Kanaatimce bu ayet bize şunu da ima ediyor: Bir toplum kendini durumunu değiştirmek için kılını kıpırdatmazsa, Allah o toplumu kaderine terk eder.