Makale

Mevlânâ'nın Tebliğ, İrşad ve İletişim Dili

Mevlânâ’nın
Tebliğ, İrşad ve İletişim Dili

Doç. Dr. Fikret Karaman
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı

Her insanın ailesine, çevresine ve içinde yaşadığı topluma yönelik bir üslûbu, iletişim ve yaklaşım tarzı vardır. Kimileri, karşılaştığı insana, objeye ve tabiata bakar, onları görür ve geçer. Kimileri de bunların; neden, niçin, nasıl, var olduklarını sorgular, değerlendirir ve her birine çeşitli anlamlar yüklemeye çalışır. Bu sorgulama sonucunda onların yaratılışındaki sırrı, inceliği, düşünceyi ve hikmeti ibretle anlamak ister. Zira Allah, insana akıl nimetini vermiştir. Daha da önemlisi onu düşünme, muhakeme, sorumluluk, irade ve konuşma melekeleriyle donatmıştır. Bazı ayetlerde işaret edildiği gibi insana, sahip olduğu bu nimetler ve kabiliyetler sayesinde evreni tanıma, kavrama ve yönetme imkânı sağlanmıştır. (Bakara, 30) GöHklerin, yerin ve dağların üstlenmekten çekindikleri emaneti bile üzerine alan insan; (Ahzab, 72) bir erkek ve dişiden olmak üzere değişik boylar ve kabileler halinde yaratılmıştır. Bunun hikmeti; ayrışmak değil birbirleriyle tanışmak, yardımlaşmak, konuşmak ve anlaşmaktır. Nitekim Allah katında en değerli olanlar, yine O’nun emir ve yasaklarına karşı en çok duyarlı olanlardır. (Hucurat, 13)

Geriye dönüp tarihimize baktığımızda millî, dinî, sosyal ve kültürel alanlardaki zenginliklerimizi kolayca görebiliyoruz. Bu zengin ve derin mirası yaşayan, paylaşan hatıralar dolusu iz ve eserler bırakan nice bilgin ve gönül ehli gelip geçmiştir. Bu sevgi ve hoşgörü ikliminde Ahmed Yesevî, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Hacı Bayram Velî ve Mevlânâ Celâleddin Rumî gibi gök kubbenin altında hoş seda bırakanlar bunlardan sadece birkaç tanesidir. Fransa’da, 2002-2003 yılları arasında görev yaptığım bir sırada batı ve orta doğuda felsefe, tarih, din, toplum, düşünce ve sosyal alanda verdiği eserleriyle tanınan Roger Garaudy’i ziyaret etmiştim. Sohbetimizin ilk bölümünde, sağlığını ve günlük hayatını nasıl geçirdiğini sorduğumda; verdiği şu cevap çok anlamlıydı: “Gün boyu Mevlânâ’yı okumaya ve tanımaya çalışıyorum. Eserlerini inceliyorum. Çalışma masamın üzerinde bulunan Mesnevî’yi okudukça zevk alıyorum. Onun düşünce iklimindeki derinliğine, birikimine, üslûbuna, hoşgörüsüne, yaptığı tasvir ve teşbihlerle en zor konuları bile basit ve anlaşılır bir üslûpla kolayca anlattığına hayran kalıyorum.” Bunu dinledikten sonra bir kez daha anladım ki, biz millet olarak maddî ve manevî alanda çok büyük nimetlere sahibiz. Ne yazık ki bunlardan yeterince yararlandığımızı söylemek mümkün değildir. Hatta bazen “reddi miras” kabilinden geçmişe yönelik her şeyi yok sayanlar da vardır. Yeri gelmişken bu yanlış tutum ve davranış içinde olanları, tarihimiz hakkındaki eksik ve yanlış bilgilerini bir kez daha test etmelerini tavsiye ederiz. Umarım ki geç de olsa bu konuda yanıldıklarını bir gün fark edeceklerdir.

Hatırlanacağı üzere, UNESCO, 2007 yılını Mevlânâ’yı anma yılı olarak kabul etmiştir. Buna göre; yıl boyunca çeşitli kurum ve kuruluşlarca Mevlânâ’yı anmak ve anlamak maksadıyla etkinlikler düzenlenecektir. Bu nedenle Diyanet Aylık Dergimizin Mayıs 2007 sayısındaki gündeminin Mevlânâ’yı çeşitli yönleriyle tanıtmaya ayrılmış olması da yerinde ve isabetli bir karardır. Çünkü asırlar boyunca Mevlânâ aracılığı ile İslâm’ın özü tanıtılmaya çalışılmıştır. Nitekim Diyanet İşleri Başkanlığı’nın temel görev ve amacı da; toplumu din konusunda aydınlatmak barış, huzur ve kardeşlik duygularına katkıda bulunmaktır. Bu nedenle önemli bir görev, sorumluluk ve misyon üstlenen teşkilatımız mensuplarının Mevlânâ’nın aşk, sevgi, barış, hoşgörü ve insanların gönlünü nasıl kazandığı hususunda bir kez daha düşünmelerinde yarar vardır. Dolayısıyla buradan alacakları bilgi, birikim ile tecrübeleri yaşamaları ve çevreleriyle paylaşmaları önem arz etmektedir. İşte bir nebze de olsa olaya katkıda bulunmak amacıyla bu yazımızda “Mevlânâ’nın tebliğ, irşad ve iletişim dili” hakkında bazı hususları açıklamaya çalışacağız.

1- Aslında Mevlânâ’nın topluma yansıyan düşüncesinin temelinde ve özünde Kur’an ve sünnetin esprisi vardır. Eserlerinde yer alan şiir, beyit ve rubailer bu iki önemli kaynağa dayanmaktadır. Nitekim şu cümleleri de bu hususu açık bir şekilde ortaya koymaktadır: “Yaşadığım müddetçe ben Kur’an’ın kuluyum. Hz. Muhammed (s.a.s.)’in yolunun toprağıyım. Birisi benim sözlerimden bu görüşlere aykırı manalar çıkarır, beni başka türlü tanıtırsa; ben bu sözleri çıkarandan da, bu sözlerden de bıkmışım, usanmışım.” (Şefik Can; Mevlânâ’nın Rübaileri; II/1311) Diğer bir beytinde ise, şöyle söylemektedir: “Pergel gibiyim; bir ayağımla İslâm’ın merkezinde durduğum hâlde, öbür ayağımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum.” (Tahiru’l Mevlevî; Şerhu’l Mesnevî c.ı; s.38) Görüldüğü gibi Mevlânâ bu düşüncesiyle, Kur’an ile sünneti hayatın merkezine aldığını ve bu sabit çizgiden yahut noktadan sapmamak üzere yetmiş iki millete adeta kucak açarak iletişim içinde olduğunu bildirmektedir. Bu iki temel kaynağa olan bağlılığı dışında kim onun görüşlerini yanlış yorumlar veya dedi kodu çıkarırsa bunlardan rahatsız olduğunu ve usandığını ifade etmektedir.

2- Mevlânâ bir tebliğci veya mürşid sıfatıyla insanlığa karşı sevgi, barış, hoşgörü ve bağışlamada çok cömert davranmıştır. Zira onun düşüncesi ve iletişim dili sayesinde herkes, Allah’ı, peygamberi, Kitabı, insanı, diğer canlıları ve tabiatı içten gelerek sevmektedir. Çünkü onun fiil, tarz ve hareketlerinde sade, sakin, yumuşak ve sevgi dolu bir atmosfer oluşmaktadır. Aksi halde bu fani dünyada aşırı hırs, kin, öfke, zulüm ve düşmanlık duygusu insanı yormakta ve katılaştırmaktadır. Dolayısıyla kişi; ibadet, aşk, sevgi ve barıştan yana gıdasını alamayınca zayıf düşer. Garip ve kimsesiz kalır. Her iki dünyanın nimetinden de mahrum ve perişan olur. Onun için Mevlânâ düşüncesinde ruh ve bedeni harekete geçiren inanç, ibadet, aşk, sevgi, barış, gönül ve hoşgörü olmadan dünyanın tadı da olmaz. Hayatın anlamı da kalmaz. Oysaki, bu barış ve huzur ortamının sağlanmasıyla ilgili görev ve sorumluluk sadece insana verilmiştir. Bütün peygamberlerin, kitapların ve dinlerin gönderilmesindeki asıl hikmet de budur. Mevlânâ bu konuyu da şöyle açıklamaktadır: “İnsanın gönlü ne kadar hoş olursa o kadar mutlu olur. Çünkü gönül hürriyeti, ne kadar hoş şey varsa onların hepsinden daha hoştur. Unutmayalım ki hoş ve safa ile bir anlık hayat, yüz binlerce kayserin debdebeli hayatından, saltanatından daha hoştur.” (Rubailer, 100 II/1008) Nitekim Yüce Allah da; kendi yoluna hikmet ve güzel öğütle davet edilmesini emretmektedir: “(Ey Muhammed!) Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et…” (Nahl, 125)

3- Mevlânâ’nın hayatı bir anlamda aşktır. Çünkü ona göre aşk; bir yere bağlanmak veya bir cemale tutulmaktır. Dolayısıyla aşk, insanı hakikat makamına ve vahdet noktasına ulaştıran yegâne bir güçtür. Her ne suretle olursa olsun bizi, hakikate götüren bir rehberdir. Nitekim adamın biri, ona aşk nedir diye sorduğunda; “Benim gibi olursan anlarsın” şeklinde cevap vermiştir. (Mesnevî, c. I. s.137) Bu nedenle aşk; sayfalar dolusu kelimelerle yazılsa yine tarif edilemez. Ancak şu beytinde onun derinliğini şöyle ifade etmektedir: “Kalem ki çarçabuk yazıp gidiyordu. Aşkın tefsiri bahsine gelince, tahammül edemeyerek ayrıldı. Âşıkların gönüllerinin yanışıyla dünyada gözyaşları olmasaydı su da olmazdı, ateş de.” Bu durumda yaratıcısını seven insan, tükenmeyen sevgi kaynağından aldığı enerjiyle bütün insanlığı ve çevreyi sevme gücünü kendisinde bulacaktır. Çünkü gerçek aşk; insanların hırs, kibir, kıskançlık ve kin gibi olumsuz huylarının yegâne hekimidir. Toplumda ilâhî sevgi ile gönüllerini arındıran insanlar çoğunlukta olduğu zaman, aksaklıklar düzelir, kötülükler sona erer, huzur hâkim olur. Bu hakiki sevgi, insanı dünyada mutluluğa kavuştururken, âhireti için de büyük bir kazançtır. Yunus Emre ve Mevlânâ aşkı dinin özü olarak da değerlendirmişlerdir. (Mesnevî, II: 2618-27) Aşktan nasibini almayanlar imanın tadına ulaşamazlar. Yaratılışın sırrını idrak edemezler.

4- Mevlânâ’nın üzerinde önemle durduğu konulardan biri de gönül âlemidir. Bu nedenle dinî ve edebî kültürümüzde gönül hayatına büyük atıflar yapılmıştır. Buna göre gönül; ilâhî tecellilerin aksettiği Kâbe gibi kutsal bir mekândır. “Gerçekten Allah; suretlerinize, mallarınıza bakmaz; fakat gönüllerinize, amellerinize bakar.” mealindeki hadiste bildirildiği gibi; insandaki gönül, âdeta Cenab-ı Hakk’ın kendisini görmek için ve ona bakmak için yarattığı bir aynadır. (Müslim, 4, hadis no: 1987) Fakat ayna tozlanınca suretleri iyi göstermez. Tıpkı bunun gibi gönül de dünyevî hırs ve arzularla kirlenince onda Hakkın tezahürü gerçekleşmez. Bu yüzden gönül temiz olmalı, samimiyet ve aşkla dolmalı; orada hırs, kin ve riya gibi duygulara izin verilmemelidir. Sen asıl gönül sahiplerini aramaktan uzak kalma. Gönül öyle geniş ve hoş olmalıdır ki, onun içinde bu yedi gök gibi binlerce sema sığmalıdır. Hile ile dolu bir kalbi isteme. Unutma ki huzura yüzlerce çuval altın ile gelsen de, onun sana bir faydası yoktur. Yüce Allah o anı şöyle hatırlatmaktadır: “Allah’a arınmış bir gönül ile gelenden başka, o gün ne mal fayda verir ne oğullar! (Şuara, 88-89) Görüldüğü gibi o gün sadece temiz ve sağlam bir kalp ile huzura çıkılması istenmektedir.” (Mesnevî, V: 874-886)

5- Mevlânâ, “herkes yaptığının karşılığını bulur” düşüncesini işleyerek, insanların er veya geç yaptıklarıyla yüzleşeceklerini çok anlamlı bir üslûp ve benzetme ile hatırlatmaktadır. Yapılan eylemin karşılığı bazen bu dünyada, bazen de ahirette mutlaka karşımıza çıkacaktır. Gecikmiş olması, onun görülmeyeceği anlamına gelmez. Esasen bu husus Kur’an’da, veciz bir şekilde açıklanmıştır: “Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.” (Zilzal, 7-8) “Kim iyi bir iş yaparsa kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin kullara (zerre kadar) zulmedici değildir.” (Fussılet, 46) Mevlânâ bu hususu şöyle bir üslûp ve örnekle açıklamaktadır: “Bu dünya dağa; işlerimiz de seslenmeye benzer. Akis (yankı), o sesleri bize iade eder.” Gerçekten dağlık bir yerde seslenince, hatta günümüzde bazen telefonda bile konuşulurken sesimiz karşı taraftan yankılanarak tekrar bize doğru dönmektedir. Dolayısıyla konuşulan kelimeler ve çıkan sesler aynen kulağımıza tekrar yansımaktadır. Eğer ses ve içeriği güzelse, duyacakları da güzel olacak ve ondan memnun kalacaktır. Şayet ses ve içeriği hoşlanmadığı veya mahcup edecek bir şey ise, duyacakları da kötü ve üzücü olacaktır. Belki yüzünün kızarmasına da neden olacaktır. İşte dünya, insanoğlunun yaptığı işlerin yankısından ibarettir. Yapılan işler, mükâfat veya cezasına göre tekrar sahibine yansıtılacaktır.

6- İnsanların ruh ve gönül dünyasını okşayan ve hazırlayan güçlerden biri de kulağa hoş gelen musikidir. Mevlânâ bu alanda “Ney” ismini verdiği musiki aletini ön plâna çıkarmıştır. Çünkü ney ve onun inleyen sesi; Türk Klâsik Müziği’nin yegâne üflemeli çalgısı ve Türk Tasavvuf Müziği’nin en önemli aletidir. Tekke ve tasavvuf musikisinde ona izin verilmiştir. Böylece “Mevlevî ayinleri”; neylerin ve kudümlerin iştirakleri ile yapılmıştır. Gerçekten güzel ses dinlemek, insana huzur veriyor. Bu nedenle tasavvufta öncelikli ve önemli şartlardan biri dinlemektir. Okunan ve konuşulanın gönülleri yeşertmesi için usulüne uygun bir şekilde dinlemek gerekir. Tasavvuf mensupları, şu ayetleri örnek göstermektedirler: “Kur’an okunduğu zaman ona kulak verip dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.” (A’raf, 204) Diğer bir ayette ise Yüce Allah, Hz. Musa (a.s.)’yı peygamber olarak seçtiğini bildirerek vahyi iyi dinlemesini hatırlatmıştır: “Ben seni (Peygamber olarak) seçtim. Şimdi vahyolunacak şeyleri dinle.” (Ta-ha, 13) Mevlânâ ney aletine ve onun sesine zengin bir anlam yükleyerek şöyle demektedir: “Ney’i dinle ki, neler neler söylüyor. Allah’ın gizli sırlarını tekellüm ediyor. Yüzü sararmış içi boşalmış, başı kesilmiş yahut neyzenin nefesine terkedilmiş olduğu halde dilsiz ve kelâmsız, Hûda Hûda diyor” (Şerh-i Mesnevî, Tahiru’l Mevlevi, c.1, s. 51) Bilindiği gibi ney bir alet olarak düşünüldüğünde, yetiştiği kamışlıktan kesilmiş, boyunda ateşle delikleri açılmış ve içerisi tamamıyla boş olan yuvarlak bir çubuktur. Sonradan kullanıma hazırlanırken, başına, ayağına, hatta boğumları arasına madeni halkalar ve teller takılmıştır. Fakat o, koparıldığı yerdeki rutubetten mahrum kalmış ve bundan dolayı kupkuru ve sapsarı bir görünüm arz etmektedir. Ancak neyzenin nefesiyle tekrar dile gelmektedir. Kendi başına kalırsa ne sesi çıkar, ne sedası. Görevi, neyzenin dudakları ve parmaklarının etkisiyle onun istediği nağmelerin duyulmasına vasıta olmaktır. Aslında bu bir ayrılık ve vatan hasretini dile getirmektedir. Ney aleti âdeta geldiği yeşilliğe ve kamışlığa tekrar dönmek istemektedir. İnsanı kâmil de böyledir. Dünya onun için bir gurbet diyarıdır. Kendisini Yüce Allah’ın kudretine ve iradesine teslim ederek ilâhî emrin zuhuruna bırakmıştır. Böylece diğer varlıklar gibi asli vatanına (sonsuzluk âlemine) karşı muhabbeti olması ve onun hasretiyle ağlayıp inlemesi veya şikâyette bulunması tabiidir. İşte Mevlânâ ney ve insanı kâmil arasındaki bu ortak paydaya işaret ettikten sonra şu ayetin mealine dikkatimizi çekmektedir: “Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt, müminlere fayda verir.” (Zariyat, 55) Bir beytinde de ney sesinin ayrılık ve veda anlamına geldiğini belirtmektedir: “Şu ney’in nasıl şikâyet etmekte olduğunu dinle. Onun nevası ayrılık hikâyesidir.” (Mesnevî, c. 1, s. 49) Hafız Şirazî de bir gazelinde ayrılığın ızdırabını şöyle dile getirmektedir: “Bir bülbül gördüm, gül yaprağını gagasında tutmuştu. Hazin hazin ötüyordu. Gül yaprağı ağzında iken feryat etmene sebep ne? Diye sordum. Maşukun cilvesi bize böyle yaptırıyor diye cevap vermişti. (Mesnevî, c. 1, s. 53)

7- Mevlânâ’nın dilinde ölüm; yok olmak veya korkulacak bir neden değildir. Nitekim şu ayetlerde de ifade edildiği gibi ölüm, her canlının karşılaşacağı doğal bir olaydır: “Her canlı (nefis) ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz,” (Ankebût, 57) Buna göre ölüm; canlılar için kararlaştırılan bir ilâhî emrin gerçekleştirilmesidir: “Biz Allah’a aidiz ve yine O’na döneceğiz.” (Bakara, 156) ayeti de ölümü bir yok oluş değil; insanın aslına dönüş veya Allah’a kavuşması gibi ebedi bir hayat olarak tanımlamaktadır. Bu durumda ölüm yok olma hali olmayıp, geçici ve fani bir mekândan ebedi bir âleme intikaldir. Bu yüzden Mevlânâ ölümü; korku veya yok olma şeklinde değerlendirmemiştir. Tam tersine onu; asıl vatanına ve sevgilisine kavuşturan bir vasıta olarak algılayarak şunları söylemektedir: “Ben ölürsem, öldü demeyin. Çünkü ölüydüm, dirildim; dost aldı, götürdü beni.” (Rubailer, 100) Kendisinin bu âlemden ayrıldığı geceyi de “şeb-i arûs” (düğün gecesi) olarak ilân etmektedir. Ayrıca ölüm ile uyku arasında da şöyle bir benzerlik kurmaktadır: “Sabahleyin uykudan uyanmanın, mahşerde dirilmenin bir örneği olduğunu hatırlatmaktadır. Sabah uyanınca aklımız nasıl bedenimize geliyorsa, herkesin canı da öyle bedenine girer. Her ruh, ancak kendi bedenine girer. Örneğin kuyumcunun ruhu, terzinin vücuduna girmez. Âlimin canı, o âlimin bedenine; zalimin ruhu da, o zalimin tenine girer. (Mesnevî, 7/l781) Ne Güzel! Bu hoş ve tatlı dil, ölümü bile kolay ve sevimli hale getirmektedir. Öyleyse üzerinde yaşadığımız dünyayı da hoş ve huzurlu kılmak için gelin Mevlânâ’yı okumaya ve tanımaya devam edelim.