Makale

Cumhuriyet ve Dinî Düşünce

Cumhuriyet ve Dinî Düşünce
Yrd. Doç. Dr. Muammer Göçmen/Süleyman Demirel Üniv. İlâhiyat Fak.

Bilindiği gibi din duygusu insanların doğuştan yani fıtrî olarak kazandıkları yüce bir duygudur. İlkel dönemlerden beri insanlar kendilerinden daha kudretli ve daha üstün bir varlığa inanmaya daima yatkın olmuşlardır. Toplumda dünya işlerinin görülmesi için, adına devlet veya hükûmet denilen teşkilâtlar kurularak gündelik yaşamın daha düzgün ve ahenkli bir şekilde yürümesi düşünülmüştür. Millete ait olan hâkimiyet, zaman içinde toplumdaki kamu yönetimi anlayışının gelişimine paralel olarak milletin bütün fertleri yerine seçimler veya atamayla oluşturulmuş olan meclislere devredilmiştir. Ülkemizde önceleri atama ile gerçekleştirilen meclis seçimleri, dünyadaki gelişmeler ve ülkedeki demokrasi anlayışının yükselmesiyle birlikte tamamen demokratik bir şekilde geniş katılımlı ve serbest oylamalarla yapılmıştır. Meclisimizin duvarında yazılan “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” özdeyişi bu uygulamanın en güzel ifadesidir. Yeni kurulan devlet bu anlayışa gönülden bağlı olduğunu kanıtlamak için 20 Nisan 1924 yılında kabul edilen anayasa metninin 3. maddesinde bu kuralı zikretmiş ve bu anlayışı anayasanın değişmez maddeleri arasına almıştır. Bundan sonraki tarihlerde yapılan yeni anayasalarda da bu madde aynen korunmuştur.

Bu duruma rağmen egemenliğin kimde olduğuna dair tartışmalar da daima var olmuştur. Çünkü hâkimiyetin dayandığı kaynak tek değildir. Hâkimiyet hem maddî, hem de manevî kaynaklardan kuvvet ve feyiz alır. Toplumların manevî kaynakları ise içinde yaşayan insanların inanç ve değerleridir. Bu inanç ve değerler tamamen dinî düşüncenin mahsulü olmayıp aynı zamanda uzun bir tarih ve medeniyetin getirdiği millî kültür ve anlayışı da içine alır.

Ülkemizin düşmanlar tarafından işgal edildiği o karanlık günlerde “milletin gerçek istinâtgâhı ve nigâhbanı” yani milletin temel dayanak ve kurtarıcısı olacak olan meclisin açılması özellikle Müslümanlarca daha ulvî sayılan cuma gününe denk getirilmiştir. 23 Nisan 1920 günü, cuma namazından sonra hatm-i şerifler, Buhari kırâatları ve dualarla Ankara’da açılmıştır. Milleti düşmandan kurtarmaya kendini adayan I. Meclis, aynı zamanda “dini ve hilâfet makamını korumayı” kendisine bir vazife olarak almıştır. Böyle bir ortamda açılan meclisin din ve din kurumlarına karşı hasmane ve saldırgan bir tutum içerisinde olacağı elbette düşünülmemelidir.

Değişen dünya anlayışının gereği olarak artık saltanat ve benzeri kurumların dünyada bir geçerliliği kalmadığından, saltanat 1 Kasım 1922 tarihinde kaldırıldı. O günün meclisi içerisinde bulunan pek çok âlim ve hoca ise saltanatın ilgasına dair yapılan müzakerelerde, cumhuriyetin ve kurulacak millî devletin İslâmiyet’e aykırı olmadığını ve kaldırılması düşünülen saltanatın ise İslâm’ın özüyle bağdaşmadığını ifade etmişlerdir.

Saltanat’ın kaldırılmasının müzakere edildiği aylarda Meşrutiyet yanlısı Lütfi Fikri Bey de, saltanatı kaldırmanın “reissiz” bir hükûmet biçimini kabul etmek anlamına geleceği kanısındaydı. Lütfü Bey, “Meşrutiyetin felâketi, saltanattan değil, ‘İhtilâl’ hükûmetlerinden gelmiştir. Saltanatın kaldırılıp, yetkilerinin tümden Meclis’e verilmesi, Meclis’i “evet efendimciler” haline getirebilecek bir kişinin tüm devlete egemen olması noktasına getirecektir. BMM olağanüstü dönemin meclisidir. Saltanatı kaldırıp, yeni bir siyasal biçimlenmeye götürme yetkisi de yoktur. Saltanat, ancak halkoyuyla kaldırılabilir. Saltanatın kaldırılmasına yönelik Meclis kararı da halkın kararı değildir. Bu açıdan konu “halk referandumu”na götürülmelidir.” görüşüne sahipti. Şükrü Hoca’nın ve Lütfi Fikri Bey’in bu görüşlerine, Siirt Mebusu Hulki Bey, Muş Mebusu İlyas Sami Efendi ve Antalya Mebusu Rasih Efendi karşı çıkmışlardır. Bu mebuslar, Hoca Şükrü’ye hitaben yazdıkları “Reddiye”de, Türkiye’nin bir “reis”e ihtiyacı bulunmadığı ve adı ister kral, ister padişah, ister cumhurreisi olsun, kimsenin otoritesine giremeyeceğini savunuyorlardı. İsmini saydığımız bu insanların büyük bir kısmı da ilim ve din adamlarıydı.

29 Ekim 1923’te cumhuriyet ilân edildi ve Mustafa Kemal Atatürk ilk cumhurbaşkanı seçildi. Bu seçimle birlikte “halifelik” işlevsiz bir hale geldi. Böylelikle hilâfetin kaldırılması noktasında ilk adım atılmış oldu. Saltanat kaldırıldıktan sonra aynı zamanda halife de olan padişah Vahdettin yurt dışına çıkarılmıştı. Ve hilâfet makamı başsız kalmıştı. Bu ara dönemde hilâfet kurumuna yönelik yabancı müdahalelerin olduğu görülünce yeni bir halifenin meclis tarafından seçilmesi gündeme getirilmişti. Bunun için de o yılda Şeriyye ve Evkaf Vekili olan Mehmet Vehbi Efendi, Abdülmecit’in halife olmasına dair bir fetva kaleme almış ve kaleme aldığı fetvada halifenin görevinin “İslâm hak ve menfaatlerini korumak” olduğunu belirtmişti. Bundan dolayı Vahdettin’in yurtdışına gitmekle hilâfeti yitirdiğini ve yeni bir halife seçilmesi gerektiğine dair kendi fetvasını verdi. Sonunda söz konusu “fetva”, Büyük Millet Meclisi’ne getirilip, oturum başkanı Dr. Adnan Bey (Adıvar) tarafından oya sunulduğunda, Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey; fetvanın dinsel gücü bulunduğunu ve millî iradeye üstünlüğünü öne sürerek, fetvanın oya konulmasına karşı çıktı. Mustafa Kemal Paşa’nın, bu karşı çıkışa verdiği karşılık ise:

“Affedersiniz beyefendi, bu memleketi yıkmak için de fetvalar verilmiştir ve fetva, behemehal yüce Meclisin reyine vazedilmelidir.“ şeklinde olunca fetva oya sunulmuş ve kabul edilmişti. Fetvanın kabulü meclisteki milletvekillerinin “yaşasın İslâmiyet” diye haykırmalarına ve sevinçlerini göstermelerine sahne olmuştur. İslâm tarihinde belki de ilk kez bir “fetva“, Meclis’in oyuna sunuldu ve geçerliliği bu yolla kabul edildi. Bu anlayış, dini olabilecek bir alanda bile milleti temsil eden meclisin yetkili olduğunu göstermesi açısından manidar bir örnektir.

Hilâfetin ilgasıyla neticelenecek ikinci adımla da din işleri ve dünya işlerinin ayrılmasını esas alan lâiklik prensibine de geçilmiş oldu. Bu çabalar çerçevesinde, 3 Mart 1340 (1924) günü aralarında tarikat şeyhlerinin de yer aldığı elli üç mebustan oluşan bir grup, TBMM Başkanlığına “hilâfetin ilgasını” içeren bir önerge verdi. Dinî bir kurum olarak görülen “hilâfetin“ ilgasına yönelik önergenin gerekçesinde de dinî dayanakların ileri sürüldüğünü görülmektedir. Hilâfetin ilgasını içeren takririn Meclis başkanlığına verilmesinden sonra, 631 sayılı kanun ile halifeliğin kaldırılmasına ve Osmanlı hanedanının (kadınlar da dâhil) Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışına çıkarılmasına karar verildi.

Hilâfetin kaldırılmasıyla birlikte medreseler ve memlekette uzun zamandır aslî işlevini görmekten uzak olan dinî kurumlar da kapatıldı. Dinsiz bir millet olamayacağı inancıyla din işleri teşkilâtının yeniden kurulması gündeme geldi ve dinin toplum içinde lâyık olduğu yeri alabilmesi için 1924 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu.

Hem dinde, hem de hukukta varlığını sürdüren eski düşünce ve hurafeleri ortadan kaldırmak için bir dizi çalışmaların cumhuriyetin ilk yıllarında yapıldığını görüyoruz. Bunun için de 1927-1931 yılları arasında İlkokulların 3-4 ve 5. sınıflarında din derslerinde okutulması için Abdülkadir Gölpınarlı’ya bir kitap yazdırıldı. 3. Sınıf Din Dersleri kitabının başında olan şu ifadeler, yeni dönemin dine bakış açısının da bir özeti sayılmalıdır: “Yalnız tarihi hakikatler söylenecek, mucizelerden ve harikulâde menkıbelerden bahis olunmayacaktır.”

Bu görüşler bile dinin pek çok hurafeden arındırılıp, toplum içindeki aslî kimliğine dönmesine vesile olacaktır. Bu kitaplardan istenilen bir diğer husus ise memleket sevgisini ve cumhuriyete olan inancın artırılmasını da temin etmektir. Ayrıca aklın din için ne kadar elzem bir araç olduğunun vurgulanması içinde Diyanet İşleri Reisliği tarafından çeşitli neşriyatlar da yapılmıştır. Yukarıda andığımız kuralların ışığında cumhuriyet sonrası pek çok faydalı işler yapıldığını görüyoruz.