Makale

Çok Katmanlı bir yapı: Kastamonu'da Nasrullah Camii

Çok katmanlı bir yapı:
Kastamonu’da Nasrullah Camii
Cevat Akkanat
Fotoğraflar: Mustafa Bektaşoğlu

Karadeniz Bölgesi’nin köklü şehirlerinden olan Kastamonu, 12. Yüzyılda Danişmendliler eliyle bir İslam yurdu hâline gelmeye başlamıştır. Daha sonra sırasıyla Selçuklular, Çobanoğulları, Candaroğulları ve Osmanlılar eliyle İslam medeniyetine has unsurlarla yeniden yapılanan şehir, bu süreç boyunca bir camiler beldesi olmuştur.

Onun bu niteliğini, bünyesinde barındırdığı köklü ibadet mekânlarını bir kalemde sayıp dökmekle izah etmemiz mümkündür. Türk mimarlığının yüksek eserleri arasında da zikredebileceğimiz bu yapılar şöyle sıralanabilir: Kasım Bey Camii (Taşköprü-Çaycevher köyü; Beylikler yahut Selçuklu eseri), Atabey Camii (1273), İbn-i Neccar Camii (1353), Halil Bey Camii (Kemah –Duduçay- Köyü, 1363), Mahmut Bey Camii (Kasaba Köyü, 1366), İsmail Bey Külliyesi (1451), Küre-i Hadid Camii (Araç - Küre-i Hadid köyü, 1451), Hoca Şemseddîn Camii (1473), Nasrullah Camii (1506), Yakub Ağa Külliyesi (1547), Sinan Bey Camii (1571), Şeyh Şaban-ı Velî Camii (1580), Abdurrahman Paşa Camii (Tosya’da 1584)…

Bu yazımızda dikkatlere sunacağımız Nasrullah Camii, çeşitli bakımlardan öneme sahiptir. Doğrusu, Nasrullah Camii ile ilgili çalışmalarımızın son aşaması olan bu yazıyı oluşturma aşamasına geldiğimde, caminin söz konusu önemleriyle ilgili olarak, beni bekleyen tehlikenin farkına vardım. Caminin birbirinden baskın özellikleri, “benden başla!” emrini verip dururken, hangisinden başlayacaktım?! Osmanlı döneminde yapılan ilk camii oluşu iyi bir bahane olabilirdi. İyi de, Mehmet Akif Ersoy’un Milli Mücadele’yi ateşlediği meşhur vaazını verdiği bir camiydi Nasrullah Camii; bununla başlamak da yazımın artı puan kazanmasına yarayacaktı. Yahut, adının Kastamonu’yla bütünleşmesinden, şehrin en büyük camii ve önde gelen simgelerinden olmasından dem vurup, sözü ilerletebilirdim…

Devlet-i âliye-yi Osmani’ye ait ilk cami…

İlkinden başlayalım, sonrası Allah Kerim… Nasrullah Camii, yukarıda söyledik, Osmanlılar tarafından bu şehre yapılan ilk cami. Madem bunu belirttik, Kastamonu’nun Osmanlılarla ilgili geçmişine de bir bakalım. Şehrin Osmanlılar eline ilk geçişi 1392’de Yıldırım Bayezid zamanında olmuştur. Fakat Ankara Savaşı sonrasında belde Timur tarafından Candaroğlu İsfendiyar Bey’e verilmiştir. Nihayet 1461’de Fatih, Candaroğulları’nın yönetimine son vermiş, Kastamonu ve çevresini Osmanlı topraklarına katmıştır. Nasrullah Camii’nin inşası bundan sonradır. Yapı, kitabesinden anlaşıldığına göre, II. Bayezid döneminde, zamanın kadısı Yakuboğlu Nasrullah tarafından inşa ettirilmiştir.

Bununla birlikte, Nasrullah Camii’nin inşası ile ilgili çalışmalar yapan bazı araştırmacılar, muhtemelen aynı yerde daha önce Selçuklular tarafından yapılmış bir caminin bulunduğunu öne sürmektedir. Bu kanaati dile getiren araştırmacılardan birisi olan Z. Kenan Bilici, bu caminin tahrip olması veya ihtiyaca cevap verememesi sebebiyle yıkılarak, yerine şimdiki caminin inşa edildiği görüşündedirler. Bu arada, ibadet mekânının ilk inşasında altı kubbeyle örtülü iken, sonradan üç kubbe daha ilave edilerek bugünkü dokuz kubbeli yapı meydana çıkmıştır.

Caminin banisini tanıyalım…

1506’da Osmanlı döneminin ilk camii olarak Kastamonu’ya bu güzide eseri kazandıran zamanın kadısı Nasrullah, Karamanlı müderris Yakup Efendi`nin oğludur. Nasrullah, İstanbul’un değişik medreselerinde müderrislik, Diyarbakır, Manisa ve Belgrad gibi beldelerde ise kadılık yapmıştır. Kastamonu’ya Nasrullah Camii’yle birlikte bir köprü (Nasrullah Köprüsü) ve bir çifte hamam yaptırmış, bunları camiye vakfetmiştir. Hizmetlerinden ötürü kendisine Gelibolu’nun Şehir Köyü arpalık olarak verilmiştir.

Aşamalı kuruluş…

Kastamonu şehir merkezinde bulunan Nasrullah Camii, bir külliyenin ana unsuru olarak çok kubbeli ulu cami tipinde inşa edilmiştir. İlk inşasında 6 kubbeli bir harime sahip olan yapı, değişik tarihlerde (1746, 1875, 1945) gördüğü tamiratlarla özgün hâlini kaybetmiştir. Camii özellikle 1746 tarihinde Reis’ül Küttab Hacı Mustafa Efendi tarafından yapılan büyük çaplı bir onarımla genişletilmiştir. Doğu yönüne doğru yapılan bu genişletme çalışmasıyla üç kubbe daha eklenerek harim 9 kubbeyle örtülü hâle getirilmiş bir son cemaat yeri eklenmiştir. Genişletmeyle ilgili izler bugünkü yapıda belirgin şekilde görülür. Batı duvarının güçlendirilmesi için buraya destek payandası eklenmesi, son cemaat yerinin batı tarafında harime göre çıkıntılı olması büyümeyle ilgili önemli delillerdir. Ayrıca, kesme taş ve moloz taşın kullanıldığı yapıda moloz taşlı kısmın eklemelerin olduğu kısım olduğunu da belirtelim.

Nasrullah Camii’ne dışarıdan bakıldığında, batı cephesi hariç tutulursa, göze ilk çarpan simetrik bir düzen olmaktadır. Caminin sonradan eklenen son cemaat yeri on sütun üzerinde yükselen yedi kemerle bölünmüştür. Ortadaki dördüncü kemer, caminin ana giriş kapısının üstündedir. Bu girişin üstünde yüksekçe bir kubbe bulunmaktadır. İki tarafındaki bölümler ise aynalı manastır tonozu ile kaplanmıştır. Doğu taraftaki kemerli kısım kadınlara tahsih edilmiş, batıda kalan üç kemerlik birim ise ortadan ikiye ayrılmış ve birisi kitabevi hâline getirilmiş, diğeri ise cami görevlilerinin hizmetine verilmiştir. Son cemaat bölümüne girişi sağlayan kapının karşısında harime girişi sağlayan orijinal ana kapı vardır. Bu kapı zıvanalı geçmelere sahip olup oldukça sadedir.

Ana mekânda gezinti…

Caminin harimi muntazam üç sahna ayrılmıştır. Harim, dört köşeli altı paye üzerinde duran sivri kemerlere oturtulmuş dokuz kubbeyle örtülüdür. Kubbelerin üzerine oturduğu dört köşeli payeler kare şekilli olup her bir kenar 160 cm.’dir. Kubbe geçiş unsuru olarak pandantifler kullanılmıştır.

Nasrullah Camii’nin mihrabı oldukça sadedir. Minberi ise Kastamonu’ya has ağaç işçiliğinin güzide bir örneğidir. Minberin üzeri birbirine geçme geometrik motiflerle bezenmiştir.

Caminin iç duvarlarını süsleyen Esmaü’l-Hüsna, Hulefa-i Raşidin ve Aşere-i Mübeşşere hatları ihtişamla zarafetin, heybetle inceliğin birbirlerine nakşedilmiş hâli kabul edilir. Bu hatların büyük bir kısmı Kastamonu’lu hattat Ahmet Şevki Efendi’nin eseridir.

Harimin karanlıkta kalmaması için gereğince pencere açıklığı bulunması harimin yeterince ışık olmasını sağlamakta başarılı olmuştur. Cami, kubbe gövdesinde bulunanlar da dâhil toplam 40 pencere ile aydınlatılmaktadır. Bu pencereler son şekillerini 1945’teki restorasyonda almıştır.

Harimin kuzey doğusunda kadınlar mahfili bulunmaktadır. Buraya doğu ve batı taraflarında yer alan merdivenlerle çıkılır. Bunlara ek olarak sonraki zamanlarda harimin doğu cephesinin orta kısmında üçüncü bir merdiven daha yapılmıştır.

Minare, şadırvan, medrese…

Caminin kuzey-batı köşesinde bulunan tek şerefeli minarenin tamamı kesme taştan yapılmıştır. Camiden 7-8 metre aralık bırakılarak yapılmıştır.

Caminin kuzeyinde bulunan şadırvanı ise Kadı Nasrullah yaptırmıştır. Şadırvan köşe payeleri ve sütunlar üzerine oturan dikdörtgen bir yapı olup, kasnaklı iki ayrı kubbesi ile dikkati çekmektedir. Halk arasında bu şadırvandan su içen kişinin, Kastamonulu bir eşi olacağı inancı yaygındır.

Nasrullah Külliye’sinin yukarıda saydığımız unsurları dışında bir de medresesi bulunmaktadır. Münire Medresesi yahut Bayraklı Medrese adıyla anılan bu yapı, sonraki dönemlerde, külliyenin genişletilmesine bağlı olarak, Reisü’l-Küttap Hacı Mustafa Efendi tarafından 1824 yılında yaptırılmıştır. Bu medrese, bir süre öğrenci yurdu olarak kullanılmış, geçtiğimiz yıllarda ise turizm amaçlı El Sanatları Çarşısı’na dönüştürülmüştür.

Nasrullah camii ve Âkif’in Türk milletine hitabı

Nasrullah Camii, Milli Mücadele yıllarında önemli bir hamleye ev sahipliği yapmıştır. 19 Kasım 1920 günü Mehmet Âkif, bu camiden “Türk Milletine hitap” etmiş ve Milli Mücadele’yi ateşlemiştir. Mehmet Âkif, işgal edilmiş olan İstanbul`da Sebilürreşad’ı yayınlayamayacağını anlamış ve 10 Nisan 1920 günü sabah namazından sonra ailesiyle vedalaşmış, on iki yaşındaki oğlu Emin’i de yanına alarak bu şehirden ayrılmıştır. Birinci Meclis`in açılışının ertesi günü (24 Nisan) Ankara`ya varan Âkif, Burdur milletvekili seçilmiş, ardından halkı Milli Mücadeleye ikna ve teşvik için Anadolu`nun muhtelif şehirlerini dolaşmaya ve oralarda vaazlar vermeye başlamıştır. Bu vaazlardan Kastamonu Nasrullah Camii`nde verileni çok önemlidir. Sebilürreşad`da da yayınlanan bu vaaz, akabinde memleketin her bir camiinde okunmuş ve çeşitli kereler basılarak geniş halk kesimlerine ulaştırılmıştır.

Eşref Edip, Âkif’in Kastamonu`ya gidiş serüvenini anlattıktan sonra, sözü onun Nasrullah Camii`nde verdiği vaaza getirir: “Üstat, Sevr muahedesinin (anlaşmasının) öldürücü maddelerini herkesin anlayabileceği bir tarzda anlattı. Vatanın geçirdiği tehlikeleri halkın gözü önüne koydu. Vahdete davet etti, tefrikayı yerin dibine batırdı.”

Bu vaazdan bir bölümü iktibas edelim: “Ey Cemaati Müslimin! Milletler topla, tüfekle, zırhlı ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor ve yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek herkes kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatini temin etmek sevdasına düştüğü zaman yıkılır. Atalarımızın ‘kale içinden alınır’ sözü kadar büyük söz söylenmemiştir. Evet, dünyada bu kadar sağlam, bu kadar şaşmaz bir düstur yoktur. İslam tarihini şöyle bir gözümüzden geçirecek olursak cenupta, şarkta, şimalde, garpta yetişen ne kadar Müslüman hükûmetleri varsa hepsinin tefrika yüzünden, aralarında hadis olan fitneler, fesatlar, nifaklar, şikaklar yüzünden istiklallerine veda ettiklerini, başka milletlerin esareti altına girdiklerini görürüz. Emeviler, Abbasiler, Fatımiler, Endülüslüler, Gazneliler, Moğollar, Selçukiler, Mağribiler, İraniler, Faslılar, Tunuslular, Cezayirliler… hep bu ayrılık gayrılık hislerine kapıldıkları için saltanatlarını kaybettiler. Biz Türkiye Müslümanları dünyanın üç büyük kıt’asına hakim idik. Koca Akdeniz, koca Karadeniz hükmümüz altında bulunan cesîm cesîm memleketlerin ortasında birer göl gibi kalmıştı. Ordularımız Viyana önlerinde gezerdi. Donanmalarımız Hind okyanuslarında yüzerdi. Müslümanlık rabıtası, ırkı, iklimi, lisanı, âdâtı, ahlâkı büsbütün başka olan birçok milletleri yekdiğerine sımsıkı bağlamıştı. Boşnak Slavlığını, Arnavut Lâtinliğini, Pomak Bulgarlığını… elhasıl her kavim kendi kavmiyetini bir tarafa atarak İslâm camiası etrafında toplanmış, Kelimetullahı îlâ için canını, kanını, bütün varını güle güle, koşa koşa feda etmişti. Fakat sonraları aramıza Avrupalılar tarafından türlü türlü şekiller, türlü türlü isimler altında ekilen fitne, tefrika, fesad tohumları bizim haberimiz bile olmadan filizlenmeğe, dallanmağa, budaklanmağa başladı. O demin söylediğim rabıta gevşedi. Artık eski kuvveti, eski tesiri kalmadı. Kalemizin içinden sarsılmaya yüz tuttuğunu gören düşmanlar kendi aralarında birleşerek, yani biz Müslümanların memur olduğumuz vahdeti onlar vücuda getirerek birer hücumda yurdumuzun birer büyük parçasını elimizden alıverdiler. Bugün bizi Asya’nın bir ufacık parçasında bile yaşayamayacak hâle getirdiler.”

Nasrullah Camii, Mehmet Âkif’in yüksek yankılar uyandıran hitabına ev sahipliği yapmakla kalmamış, buna bağlı olarak, Kastamonu insanının ve aziz milletin kahramanlığına ortak olma şerefini de yaşamış bir eserdir...