Makale

Başkasının Kıyameti

Başkasının kıyameti...
Sibel Eraslan
1. “Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO)’nün ifadesine göre; “Gerçek açlık rakamları bilinmemekle birlikte, son tahminlere göre 925 milyon insan yatağa aç giriyor. Bu, dünya nüfusunun yüzde 13.6’sı ve önemli çoğunluğu gelişmekte olan ülkelerde olmak üzere 7 insandan biri anlamına geliyor. Çocuklar, açlığın en görünür kurbanları. Yetersiz beslenme dünyadaki yılda 10.9 milyon çocuk ölümünün en az yarısından sorumlu. Yani 5 milyondan fazla çocuk, açlıktan yaşamını yitiriyor. Kötü-yetersiz beslenmenin gelişmekte olan ülkelerdeki çocukların 3’te 1’ini etkiliyor. Son dönem Somali’de yaşananlar, sorunun boyutları açısından son derece çarpıcı. Açlık en çok çocukları vuruyor. Aç çocukların yüzde 70’i Asya, yüzde 26’sı Afrika kıtasında. Yetersiz beslenen ya da aç annelerden doğan çocuklar, açlıkla mücadele ediyorlar."
Geçtiğimiz ramazan ayında gittiğimiz Somali’de, uçaktayken okuduğum yukarıdaki raporun altına, tükenmez kalemle şu notu düşmüşüm: “Dünyadaki tarımsal üretim, 30 yıl öncesine göre kişi başına yüzde 17 daha fazla imiş günümüzde... Peki, o zaman sorun nerede? Ne yapmalıyız ki, açlığı engelleyelim? Fazla üretim açlık olan bölgelere yönlendirilebilir mi. Ve nasıl?”
2. 2010, Ağustos ayında günlüğüme düştüğüm notlardan: “ Pakistan sokaklarına serilmiş çocuk ölülerine baktıkça, insan filizkıran fırtınasının anlamını idrak ediyor. Sel, “cive Pakistan”ı vurmuş. Şu güler yüzlü billur gibi parlak gözlü esmer ve kibar çocukların ülkesi Pakistan...”
3. “Başkası olabilmek’’ deneyimi, bugünkü dünya felsefelerinin ana tartışma konularından birisi.
Yangın yerine çevirdiğimiz bir gezegende, ateşin henüz bize değmemiş olması, ilanihaye değmeyeceği anlamına da gelmiyor oysa. Açlık, işgal ve fena muamele ile bilinçlerimizin gerilerine itelediğimiz milyonlarca şanssız insanın ah’ı gökleri tutmuş halde. Küresel ısınma, kıyamet çanlarını çalıyor, üstelik sadece önümüzdeki elli yıl içinde soyu tükenecek kara derili adamın kıyameti de değil bu… Kıyamet, hepimize çatıyor! Kıta büyüklüğünde buzullar kutuplardan koparak dünya denizlerine açılıyor. Buz, önce soğutup ardından sıcaklığı yükseltiyor geçip gittiği kıyılarda... Pakistan ve Endonezya selden yıkılırken, Somali açlığın zirvesinde, Suriye’deki iç savaş, Sudan’daki korkunç afetler, Irak işgalinden sonra dinmek bilmeyen çatışmalar derken, Sibirya ömründe ilk kez yakıyor ormanlarını, yirmi yıllık katliamı Hocalı’nın, hatırlanması bile suçluluk yaratan bir tez olarak susturuluyor...
Dünya hızla küçülürken, aynı korkunç yazgı hepimizi etkiliyor.
Ve başkası olmaktan çıkıyor herkes...
Biz yok ettikçe kardeşliği, biz çiğnedikçe ahdimiz, biz öldürdükçe, sevmedikçe, dışladıkça döne döne gerisin geri saplanan bir bumerang gibi, “başkasının ölümü” gelip dolaşıp bizi buluyor. Ölen ve yok olan her başkası, bizi de öldürüyor azar azar…
“Başkası olabilmek” deneyimi, Batı felsefesi için deneyimden çok deneyimsizliği ifade ediyor aslında. Merak ettiği her şeye el atan ve iştahından başka hiçbir makul tanımayan birinin, “başkası olabilmek” adına söyleyebileceği çok şey yok aslında. Savaşırken de savunurken de Batı insanı için; “ben”den başkası yoktu, benden başkası el’di… Garip bir dilbilgisi bu; birinci tekil şahıstan başka hiçbir kişiyi ve özneyi barındırmayan, ıssızlık haddinde bir egoizm…
Bizim İslam medeniyeti tasavvurumuz böylesi bir atomizasyonu reddediyor oysa.
Gerçek manada mümin olmayı; kendi için istediklerini başkaları için de isteyebilme iradesinde arayan bir din İslam. Yani Batı’nın Ben’ci dilbilgisiyle kıyaslandığında geniş bir edebiyat alanımız var bizim! Edebiyat yani edepler… Başkası olunmadan, yolunuzu başkasının iç dünyasından geçirmeden hakiki Müslüman olamıyorsunuz. Bir duvar ustası veya fırıncı çırağı olsanız veya ordulara komuta eden başarılı bir kumandan yahut şair veya yargıç olsanız da fark etmiyor, hiçbir şöhret sizin “başkası olma” sorumluluğunuzu bertaraf edemiyor. Buradan hareketle Hz. Ömer, bir devlet başkanı olduğu halde, yetimlerine pişirecek aşı olmayan kocakarıya bizzat kendi omzunda taşıyor infak çuvalını. Halifedir, kumandandır, sahabedir, rasul arkadaşıdır… Fark etmez. O, çuvalı omzunda taşıyıp, yetimlerin yerine kendini koymak zorunda. Sabahlara kadar uykusuz kalsa da, Dicle kenarında anasını arayan yitik bir keçi yavrusundan bile sorumludur yüreği…
“Allah’a ibadet edin. O’na hiçbir şeyi eş tutmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakınınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa, elinizin altında olanlara, iyilik edin! Allah, kendini beğenen ve böbürlenen kişiyi sevmez…” Böyle diyor Nisa suresi 36. ayette Yüce Allah başkası olmadan, mümin kendisini olduramıyor.
Büyük müfessir Kurtubi ve hukukçu İbn Hazm, yukarıdaki ayete dikkat çekerek diyorlar ki; “Bir beldede bir kişi açlıktan ölecek olsa, o belde halkının tümü, ölenin katili sayılır ve ölenin diyeti, onlardan tahsil edilir.” Emire’l-müminin Hz. Ali, sesimizin gittiği yere kadar herkesten, yukarıdaki ayet bağlamında mesul olduğumuzu söylüyor. Dünyanın küçücük bir camdan odaya dönüştüğü günümüzdeyse, herkesin birbirinden haberi oluyor. Ne garip, aynı anda hiç kimsenin de birbirinden haberi olmuyor…
Pakistan’daki sel felaketinde hayatını kaybetmiş binlerce insana, Somali’de her yarım saatte bir ölen beş altı çocuk eşlik ediyor... Her saat başı yenileri ekleniyor bu rakamlara... Haber ajanslarında birer kuş ölüsü gibi yerlere serilmiş kimisi açlıktan kimisi susuzluktan vefat etmiş küçük çocuk cenazelerini görünce içimiz yanmıyor mu? Ne kadar duyarsız ne kadar bihaberiz komşumuzun yaşadıklarına...
Bu, başkasının ölümü, başkasının kıyameti değil aslında...
Bu, bizim ölümümüzden, insanlığımızın kıyametinden başkası değil...