Makale

Kur’an Bakış Açısıyla Tarih ve Tarihî Eserler

VAHYİN AYDINLIĞINDA

“İşte sana zulümleri yüzünden ıpıssız kalmış evleri!
Şüphesiz bunda bilen bir kavim için bir ibret vardır.”
(Neml, 27/52.)

Kur’an Bakış Açısıyla Tarih ve Tarihî Eserler

Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ
DİB Başkanlık Müşaviri

“SEBEPLERİN tekrarı sonuçların da tekrarını getirir” genel geçer ilkesi bir sosyal bilim olan tarih için de geçerlidir. Her tarihî olayın arkasında -kendi göstersin, göstermesin- mutlaka bir sebep, bir hareket noktasının bulunduğu açıktır. Buna göre akıl, tarihteki olumsuz olayların benzerlerini yaşamamak için onları oluşturan sebeplere meydan vermemek; olumlu olanları yeniden yaşamak için onları meydana çıkaran ortamı oluşturmayı gerekli kılar. Bu mantıki denklemin gereğini yerine getirmekle getirmemek arasındaki fark, tarihten ibret almakla almamak arasındaki farkla özdeştir. Merhum Mehmet Akif’in “Tarihe tekerrürden ibarettir diyorlar, hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi” şeklindeki yakınması; tarihin sadece yeniden yaşanması istenmeyen olumsuz olaylarına atıf yapan bir bakış açısına dayanıyor.
Milletlerin hafızası konumundaki tarih nesiller arasında bağın devamını sağlayarak toplumsal devamlılık düşüncesine zemin oluşturur. Bu da, geçmişte işlenen hatalardan kaçınma, güzelliklerin devamını sağlama, geleceği görme imkânını sunar. Öte yandan tarih sunduğu bilgi ve tecrübe ile uluslararası ilişkilerin düzenlenmesinde etkin rol oynar.
Kur’an-ı Kerim tarihin kuru bir geçmiş bilgisi olmadığı ilkesine işaretle insana, geriye dönüp bakmayı ve gördükleri üzerinden düşünmeyi teşvik eden güçlü çağrılar yapar. Hakkı ve hakikati görme yolunda geçmiş/tarih bilgisi bir mihenk taşı gibi genel Kur’anî mesaj içinde temel bir unsur olarak devrede tutulur ve bir ibret dersi olarak zihinlere nakşedilmesi istenir. “Ey basiret sahipleri ibret alın.” (Haşr, 59/2.) çağrısı bu yolda temel ilke olarak öne çıkar. Bu çağrı yakın geçmiş, uzak geçmiş ayrımı yapmaz. Hz. Peygamber’le yaptıkları sözleşmeyi bozan Beni Nadir Yahudilerinin, ihanetlerine bedel olarak yurtlarını terk etmek zorunda kalmalarından tutunuz, Hz. Âdem’den beri insan soyunun sergilediği bazı hayat sahnelerine kadar pek çok kilit olay ve sosyolojik tutum devreye sokulmuştur. Buna göre Kur’an’ın tarihe yüklediği temel rol insanın yaratıcıya giden yolda önünü açacak olan akli muhakeme ve ibret mekanizmalarına geçmiş bilgisini malzeme olarak sunmaktır.
İbret, bir şeyin ötesine geçmek anlamına gelen “ubûr” kökünden geliyor. Eldeki somut verilerin arka planına inerek bunların ortaya çıkış sebeplerini bulup düşünce ve muhakeme yolu ile bunlardan pay çıkarmak demektir. İbret olgusu, tarihi olaylar üzerinden gerçekleştirildiği takdirde geçmişten alınan tecrübenin hâle ve geleceğe yansıtılma imkânını vermesi bakımından daha güçlü bir yapıcı etki gösterir.
Tarih bilgisi ya doğrudan sözlü anlatım temelli bilgiye, ya da geçmişe ait meskûn mahal kalıntıları, sanat eserleri, aletler, yazılı belgeler gibi “tarihî eser” genel adıyla anılan somut malzemeye dayanır. Kur’an’ın bu her iki araçtan da yararlandığını görüyoruz. Nitekim geçmiş toplumların konu edildiği anlatımlarda onların yaşadıkları coğrafya ve topoğrafyalara ve buralarda kurdukları yerleşim yerlerine, ekonomik düzeylerine, ahlaki durumlarına, inançlarına, yöneticilerine ve bunların halka karşı tutumuna da odaklanır. Buradan, insan yapısının daima haktan sapma eğilimine, peygamberlere karşı takındıkları umursamaz ve acımasız tavırlara sıçramalar yapar. Bir adım sorası ise ilahî kontrol mekanizmasının devreye girmesi ile toplumların ilahî cezaya çarptırılmaları sebep-sonuç ilişkisi içinde zikredilir. Bütün bunlar “bakın, görün, düşünün, gereğini yapın” anlamında “Ey basiret sahipleri ibret alın” manşeti ile idraklere sunulur. Kur’an-ı Kerim’in bu yolda, konulara sosyal tarih perspektifiyle bakmayı teşvik eden bir yaklaşım içinde olduğunu söylemek mümkündür. Kıyamet gününde bin bir mazeret üretme gayretine girecek olan zalimlere “Zulmedenlerin yerlerinde oturmuş değil miydiniz? Onlara ne yaptığımız ise size belli olmuştu. Size örnekler de vermiştik.” (İbrahim, 14/44-45.) denilecektir.
Bu örnekler genellikle Kur’an’ın ilk muhataplarına yakın bölgelerde (ağırlıklı görüşe göre Arap Yarımadası’nın kuzeybatısında) yaşayıp azgınlıkları sebebi ile helake uğratılmış Âd ve Semud kavimleri üzerinden verilmiştir. “Ad ve Semud kavimlerini de helak ettik. Bu, onların (harap olmuş) yurtlarından size besbelli olmuştur.” (Ankebut, 29/38.) ayetinde açıkça zikredilen bu toplumlara ve onların akıbetlerine başka ayetlerde isimleri verilmeden atıflar yapılmıştır. Bu bağlamda Kureyş ticaret kervanlarının Şam yoluculukları sırasında onların yurtlarına sık sık uğradıkları hatırlatılarak hâlâ mı ibret almayacakları soruluyor. (Saffat, 37/137-138.) Buralarda akıl sahipleri için ibretler olduğu hatırlatılıyor. (Taha, 20/128.) Nihayet “Biz nimetleri içinde şımaran nice memleket halkını helak etmişizdir. İşte kendilerinden sonra içlerinde pek az oturulmuş yurtları! (O yurtlara her zaman olduğu gibi) biz varis olduk, biz.” (Kasas, 28/51.) gibi ince ayar bir tehditle karşı karşıya bırakılıyorlar. Aynı tehdit bir önceki sahneyi tamamlayan bir üslupla “Onlar güven içinde dağlardan evler yontuyorlardı. Onları da sabaha çıkarlarken o korkunç uğultulu ses yakalayıverdi. Kazanmakta oldukları şeyler kendilerine bir fayda vermedi.” (Hicr, 15/79-84.) ayetinde de devam ediyor.
Kur’an’ın atıf yaptığı bu tarihi mekânlara ait kalıntılar, tarihe tutulan birer ibret aynası gibi bugün “Medain-i Salih” diye anılan bölgede görülebiliyor. Şüphesiz sayısız başka eserler de söz konusu. Ne acıdır ki “IŞİD” yaftası ile ortaya çıkan güruh bu tür eserlerin en önemlerinden biri olan Irak-Musul’daki Asur döneminden kalma üç bin yıllık antik şehir “Nimrud”u dozerlerle, buradaki heykelleri de balyozlarla tahrip etti. Gerekçeleri de putperestliğin izlerini yok etmek.
Dinî emirlerin ruhundan habersiz kalarak işin sadece dış yüzüne bakmanın insanı nerelere götürdüğüne ibretle şahit oluyoruz. Bu kalıntıların nasıl olup da Irak ve Şam fetihlerini gerçekleştiren sahabilerin dikkatinden kaçtığı (!) düşünülemiyor. Bu tür meskûn yerlerin tamamen imha edilmesi hâlinde ilgili ayetlerin anlaşılmasına yardımcı olan bir tür tefsir malzemesinin imha edilmesi anlamına geleceği de düşünülemiyor.
Kâbe’nin içinde ve çevresinde bulunan putların Rasulüllah tarafından tahrip edilmesi olayı ise tamamen farklı bir şeydir. Ortadan kaldırılması hedeflenen putperestlik inancının aktif merkezi unsuru konumdaki putlar elbette tahrip edilecekti. Ancak geçmiş putperest toplumlardan kalan mekân ve nesneler eski konumlarını yitirmişler ve geçmişi görmemizi sağlayacak konuma gelmişlerse artık bunları “putperestlik alameti” kefesine koymak geçmişe yönelik çarpık bir yaklaşımın eseri olur. Kur’an o eserleri kırın, dökün demiyor; ibret almamız için gündemimize taşıyor.
Gerçekte bütün putlar beyinlerdeki asıllarının yansımasıdır, gölgesidir. Put beyinde oluşmadan taşı yontulmaz. Putlar önce beyinlerde vücut bulup sonra maddileşiyorlar. Bunları imha etmenin yolu, beyinleri tevhit ile aydınlanmaktan geçiyor. Putu imal edecek beyni aydınlatmak gerekir. Kur’an önce bu önemli işe girişti. Fiilen “iş gören” putları ondan sonra kırdı. Ama eski ümmetlerin mesken kalıntılarını imha etme emri yerine “ibret alın” atıfları ile onlara dikkat çekti. Hz. Musa’nın kavmi Mısır’dan çıkış yolculuğu sırasında gördükleri putperest bir toplumu kast ederek, “onların nasıl ilahları varsa sen de bize bir ilah yap” (A’raf, 7/138.) dediklerinde zaten gönülleri putlara doğru kayıp gitmişti. Yine, Samiri onları ikna edememiş olsaydı Hz. Musa’nın yokluğunda tapındıkları altın buzağının vücut bulması (Taha, 20/85-98.) mümkün olur muydu?
Kur’an verilerine göre tarih ve tarihî eserler insanın geçmişini görmesi, halini geleceğini ilahî çizgi doğrultusunda düzenlemek üzere dersler çıkaracağı birer aynadır. Bu aynaları muhafaza etmek kadar onlara bakacak gözün ve kalbin de sağlıklı olması önemlidir.