Makale

İSLAM DÜNYASININ Geleceği

GÜNDEM

İSLAM DÜNYASININ Geleceği

Yrd. Doç. Dr. Selim Argun

İslam ümmeti tarih boyunca varlığına kast eden çeşitli meydan okumalarla karşı karşıya kalmıştır. Hiç şüphesiz bunların en başında 1096 yılı ile 1291 yılları arasında yaklaşık iki yüzyıl devam eden ve dokuz büyük seferden oluşan Haçlı Savaşları gelir. Avrupa’dan Kudüs’e kadar olan coğrafyadaki tüm devletleri parçalamak gayesi ve ‘Doğu Hristiyanlarına yardım’ sloganıyla başlayan ve görülmemiş bir vahşet sergilenerek yapılan Haçlı Savaşları bölgede yaşayan hem Müslüman devletlere hem de Doğulu Hristiyanlara büyük zarar vermiştir.
Moğol istilası ise Haçlı seferlerine göre daha kısa sürmesine rağmen Ortaçağ’da Yakındoğu coğrafyasında milyonlarca insanın ölümüne neden olmuş, zanaatkârlar hariç kadın, çoluk-çocuk ayırımı yapılmaksızın şehir sakinlerinin vahşice öldürüldüğü ikinci büyük meydan okumadır. Bu süreçte İslam kültür mirasının nadide yazılı kaynaklarını içinde barındıran kütüphaneler bilinçli bir şekilde ateşe verilmiş veya kitaplar nehirlere atılarak yok edilmek istenmiştir. Şehirler yağmalanmış, kısaca İslam medeniyetinin fiziksel varlığı tamamıyla ortadan kaldırılmak istenmiştir. XIII. yüzyılın ilk çeyreğinde meydana gelen bu olaylar hakkında kimi tarihçiler İslam tarihinde Moğol istilası ile mukayese edilebilecek başka bir felaketin olmadığı görüşünü dile getirirlerken kimileri de bu korkunç musibetin Hz. Âdem’den beri insanlık tarihinin maruz kaldığı en büyük felaket olduğu görüşünde birleşir.
Bu iki büyük farklı meydan okumanın ortak noktası sayılabilecek husus ise sadece kaba kuvvete dayalı olması, kültürel ve entelektüel bir meydan okumayı bünyelerinde barındırmadığıdır. Bu yüzden de hem Katolik kilisesinin organize ettiği Haçlı savaşları hem de Cengiz Han’ın liderliğinde zirve bulan Moğol istilası İslam dünyasında uzun vadede kalıcı etki bırakamamıştır. Üstelik gerek Haçlılar gerekse Moğollar istila ettikleri topraklar üzerinde kurulu olan ve mimari, sanat, kültür, edebiyat vb. olmak üzere birçok alanda kendilerinden daha üstün olduğunu fark ettikleri İslam Medeniyet’inden birçok şey öğrenerek ricat etmek durumunda kalmışlardır.
İslam Medeniyeti bu iki büyük meydan okumaya karşı, bir toparlanma döneminin ardından, adeta yeniden küllerinden doğarak aynı coğrafyalar üzerinde daha güçlü medeniyet havzaları kurarak cevap vermiştir. Türkler Anadolu’da, Safaviler İran coğrafyasında, Özbekler Orta Asya’da, Babürlüler Hindistan’da kurdukları güçlü devletlerle İslam dünyasını benzer meydan okumalara karşı yüzyıllar boyunca hem korumuş hem de bir medeniyet yorumu olarak İslam’ın geniş coğrafyalarda adaletle hüküm sürmesini sağlamıştır.
Ancak birçok dâhili ve harici sebebin etkisiyle 18. Yüzyıl sonu, 19. yüzyıl başlarında İslam ümmetinin medeniyet iddiası zayıflamış, Malik bin Nebi’nin kavramsallaştırması ile ‘sömürüye açık ve hazır bir hâle’ gelmiştir. İslam dünyası bu kez birinci meydan okumada olduğu gibi yine kıta Avrupa merkezli bir üçüncü meydan okuma ile karşı karşıya kalmıştır. Bu meydan okumayı birinci ve ikinci meydan okumalardan ayırt eden özellik, askerî kuvvetin yanında marifi bir meydan okuma da olmasıdır. Bu yüzden bir medeniyet bunalımına yol açmıştır ve etkilerinin hala devam ettiğini söylemek mümkündür. Bu meydan okumanın bir diğer farkı da sadece İslam dünyasına yönelik olmaması ve Afrika’dan Kuzey Amerika’ya, Malay Takım Adalarından Latin Amerika’ya kadar birçok bölgede mahalli kültür ve medeniyet temsiliyetlerini ya tamamen yok etmiş veya etkisi altına almış olmasıdır. 19. yüzyıl sonunda dünya coğrafyasının %15’ini oluşturan Avrupalı devletler dünyanın %85’ini bilfiil sömürgesi haline getirmiştir. Bu kolonizasyon harekâtının Avrupa iç kamuoyuna deklare edilen meşrulaştırıcı sebebi aynı Haçlı Savaşlarında olduğu gibi Doğu Hristiyanlarına yardım ve geri kalan dünyayı medenileştirmek iddiası olmuştur. Ateşli silah gücüne dayanan askeri üstünlük vasıtasıyla sergilenenler Haçlı Savaşları ve Moğol istilasında meydana gelen olaylardan çok farklı değildir. Daha tam anlamıyla yazıldığı söylenemeyen 19. yüzyıl sömürge tarihine dair var olan kitaplardaki detaylar tüyler ürpertici mahiyettedir.
İslam dünyasının öncekilerden farklı olarak bu üçüncü büyük meydan okumaya verdiği karşılık, bölgesel direnişleri örgütleyen İslami hareketlerin kurulması şeklinde olmuştur. Ulemanın öncülük ettiği bu ıslah ve tecdit hareketleri ile Kuzey Afrika’da Hindistan’da ve Orta Doğu’daki İslam ülkelerinde hem sömürge idarelerinin yok etmeye çalıştığı özgüven ve aidiyet duyguları yeniden inşa edilmeye çalışılmış hem de işgale karşı fiziksel anlamda direniş gösterilmiştir.
19. yüzyılda hızla artan bir ivme ile yayılan etnik milliyetçilik akımı ve bu ideolojinin politik bir yorum ve yapılanması olan ulus devlet anlayışı, 19. yüzyılda üç büyük imparatorluğun yıkılmasına sebebiyet verdiği gibi geçen yüzyıldan bu yana İslam dünyası başta olmak üzere farklı coğrafyalarda birçok kanlı savaşın da gerekçesi olmuştur. Günümüz İslam dünyasının siyasi ve coğrafi anlamda bölünmüşlüğünü bu ulus devletçi asabiyet anlayışını sorgulamadan izah etmek mümkün değildir.
Yaşadığımız şu zaman diliminde İslam dünyasının dördüncü büyük meydan okuma ile karşı karşıya olduğunu söylemek mümkündür. Bugün İslam âlemi, hem maddi varlığını ortadan kaldırmayı hem de kadim manevi mirasını itibarsızlaştırarak yok etmeyi amaçlayan, görseli kirli olan, asimetrik bir savaş ile karşı karşıyadır. Bu savaşın hangi karanlık eller tarafından planlandığı ve uygulandığı sorusunun çok net bir cevabının dahi olmaması meselenin ciddiyetini ortaya koymaktadır. Bazı medya organlarında yer alan ifadesiyle ‘Islam Against Islam’ olarak da özetlenen bu yeni meydan okuma döneminde global ölçekte Sünni İslam’ı ehl-i beyt sevgisiyle harmanlanmış ve İslam medeniyetini tarih boyunca temsil etmiş olan ana akım ehl-i sünnet ve’l-cemaat çizgisinin değil literalist/zahiri/selefi çizginin temsil etmesi arzulanmaktadır. Ana akım makuliyeti ve ötekileştirmeden birlikte yaşama kültürünü öncelerken, ikinci çizgi ise orantısız ve hukuksuz bir şiddeti referans almakta ve ortaya konan tedhiş hareketleriyle İslam ve şiddet özdeşleştirilmek istenmektedir.
Aslında İslam dünyasında bugün sıkıntısı çekilen zihni bulanıklığının, dost ve düşmanının tefrik edememe ve istikametini doğru tayin edememe hâlinin temelinde geçen yüzyılda gerçekleşen üçüncü meydan okumanın İslam eğitim kurumlarına, bilgi üretim ve yayma mekanizmalarına verdiği tahribatla birebir alakalı olduğunu ifade etmek gerekir. Oysa tarih boyunca vakıflarla desteklenen medrese kurumu, kurumsal istiklaliyete ve sürdürülebilir bir finansal desteğe sahipti.
Görünen o ki, geçen yüzyılda başlayan ve etnik kökene dayalı ulus devletçi anlayış hala devam etmekte, geçmişe dönük hesap yapıldığında her geçen on yılda dünya üzerinde mevcut olan ulus devlet sayısı daha da artmaktadır. Bu durum çoğu zaman yıllar süren sınır mücadeleleri ve kanlı iç savaşlar ile neticelenmekte ve ülkelerin beşeri ve ekonomik kaynakları tükenmektedir. Aynı coğrafyalarda yaşayan, aynı dine ama farklı etnik kökene sahip Müslüman toplulukların ulus devletçi asabiyet anlayışını sorgulamaları ve din kardeşlerine yönelik olarak, geçmişte olduğu gibi kuşatıcı bir dil ve kucaklayıcı bir tavır sergileyerek ortak değerler üzerinden ortak bir gelecek tasavvuru inşa etmeleri İslam dünyasının geleceğindeki en önemli belirleyici husus olarak karşımızda durmaktadır. Aksi takdirde farklı etnik kökene sahip olmak bir tefrika ve ayrılık unsuru hâline gelecek, toplumların huzuru kaçacak ve sonu alınamayan siyasi, sosyal ve ekonomik krizlere sebebiyet verecektir.
Tarih boyunca buhran dönemlerinden çıkış yeniden öze dönüş, klasik kaynakların yeniden yorumlanması ve her alanda ilimlerin ihyası ile mümkün olmuştur. Haçlı savaşları ve Moğol istilası tüm şiddetiyle devam ederken İslam dünyası aynı zamanda büyük ihya hareketlerine sahne olmuş, literatürümüzün en nadide referans kaynaklarını oluşturan klasik eserlerden büyük bir kısmı bu kriz dönemlerinde telif edilmiştir.
İslam âleminin geleceği, içinden geçmekte olduğu bu sıkıntılı meydan okuma döneminin dinamiklerini iyi tahlil etmesi, geçmişten ibret alarak tarih ve coğrafyanın üzerine yüklediği sorumlulukların farkına varması ve hepsinden önemlisi İslami hareket retoriğinin ötesinde yeni bir ilim ve ihya hareketi ile kendine bir çıkış yolu bulmasına bağlı gözükmektedir.
İbret almayan, ibret olurmuş…