Makale

Yeni Küresel Fay Hatları ve İslam Ümmeti

GÜNDEM

Yeni Küresel Fay Hatları ve İslam Ümmeti

Prof. Dr. Muhittin ATAMAN
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi

Soğuk Savaş’ın bitimiyle birlikte medeniyetler arasındaki fay hatlarını tetiklemeyi başaramayan küresel Batılı güçler, İslam medeniyeti içindeki farklı damarlarla oynayarak ciddi fay hatları oluşturdu.

Soğuk Savaş Döneminin ideolojik rekabet ve çatışma ortamının sona ermesinden sonra medeniyetlerin küresel sistemdeki çatışmanın yeni fay hatları olarak tanımlanmasından itibaren İslam dini ve medeniyeti, küresel güçler tarafından ötekileştirilmeye başlanmıştı. Komünizmin siyaseten ortadan kalkmasından sonra kızıl tehdidin yerini yeşil tehdit almıştı. Ancak kısa süre içerisinde, bekledikleri, İslam medeniyetini temsil edecek bir siyasal gücün/aktörün ortaya çıkmadığı görüldü. Daha doğrusu gerçek manada bir İslam dünyası bile yoktu, daha çok halkı Müslüman olan elli küsur ülkeden de ciddi bir siyasal muhalefet çıkarılamadı. Müslüman ülkelerin çoğu da siyaseten Batı dünyasına veya başka küresel güçlere bağımlı durumda idiler. Bunun üzerine Batılı ülkeler bir strateji değişikliğine giderek medeniyet içi fay hatlarını ortaya çıkarıp belirginleştirmeye ve yeni fay hatları oluşturmaya başladılar.
Soğuk Savaş’ın bitimiyle birlikte medeniyetler arasındaki fay hatlarını tetiklemeyi başaramayan küresel Batılı güçler, İslam medeniyeti içindeki farklı damarlarla oynayarak ciddi fay hatları oluşturdu. Müslüman aktörler arasında mezhep ve din temelli ayrışmalar siyasileştirildi ve Müslüman halklar arasında inanç temelli bir ben ve öteki ayrışması ile din-merkezli siyasal tanımlamalar yapılmaya çalışıldı. Neticede, bölgedeki Müslümanlar bir diğerini ötekileştirmeye ve birbirleriyle çatışmaya başladı.
Öte yandan, Müslüman devletlerin kendi aralarındaki ilişkileri ile küresel güçlerle olan münasebetleri birbirleriyle bağlantılı hususlar olarak Müslüman dünyadaki çatışma konularını da belirlemiştir. Batı dünyası İran Devrimi’nden 11 Eylül saldırılarına kadar daha çok Şii İslami yorumu ötekileştirmişti; 11 Eylül saldırılarından bu yana ise daha çok Sünni –özellikle Selefi ve Vahhabi–İslami yorumu ötekileştirmiş bulunmaktadır. Bu böl-yönet stratejisi ile Müslümanlar da Batılıları takip ederek bir diğerine mezhepçi bir perspektiften bakmaya başladı.
Siyasi aktörlerin, özellikle küresel güçlerin Müslüman dünyaya bakışları, Müslüman devletlerdeki örgütlerin ve siyasi yapıların şekillenmesinde de büyük rol oynamaktadır. Buradan hareketle, küresel güçlerin doğrudan ve dolaylı olarak Müslüman dünyanın aktörlerini ve siyasal ve toplumsal gelişmelerini kontrol altında tutmaya çalıştıkları söylenebilir.
Birbirlerini acımasızca boğazlayan şiddet eğilimli radikal hareketlerin ortaya çıkmasıyla İslam medeniyetinin en kötü şekilde temsil edilmesi sağlandı. Batı dünyası başta olmak üzere tüm dünyada İslam ve Müslüman karşıtı düşünceler gelişti. Kendi ülkelerinde güvenliklerini sağlayamayan ve neredeyse tüm varlıklarını kaybeden milyonlarca Müslüman, tek sığınak olarak gösterilen Batılı devletlere sığınmak için yollara düştüler. Ancak tüm bunlar durumlarını sadece daha dramatik hale getirdi.
Sonrasında da Batılı devletler, Müslümanların ve Arapların medeniyetten ve demokrasiden uzak, radikal ve şiddet eğilimli toplumlar olduğunu göstermeye çalıştılar. Böylece, kendi hazırladıkları bölge akıbetini, kaçınılmaz bir son olarak ilan ederek daha uzun süre bölge halklarının kendi kaderlerini tayin hakkından mahrum kalmalarını sağladılar. Yani, bölgeyi kaotik bir ortama mahkûm eden Batı, bölgedeki yeraltı ve yerüstü kaynaklarını bir süre daha sömürmeye devam edecektir. Sonuç olarak, İslami hareketler sahip oldukları inşa edici ruhu ve İslam medeniyetine ve ümmetine karşı gerçekleştirilen saldırılara karşı koyma iradesini, dolayısıyla bölgesel siyasetteki etkilerini kaybetmeye başladılar.
Batı dünyası ve küresel güçler Müslüman dünyada ve Ortadoğu’da özellikle köksüzleştirilmiş hareketlere destek vermektedirler. Destek verdikleri bu hareketlerin dinsel veya seküler olması da fark etmiyor. Seküler olmak sadece desteklenmesi gereken hareketler ve aktörler arasında bir tercih sebebi olabilir. Batılı devletler seküler veya dinsel yerli, millî ve/veya tarihî olan ve kültürel/medeniyetsel derinliği bulunan bütün hareketleri ve siyasi aktörleri ötekileştirmektedirler. Dolayısıyla, Batılı ülkelerin destek vereceği hareketlerin öncelikle coğrafi ve tarihî derinliğe sahip olmaması beklenmektedir. Buradaki temel amaç da Müslüman toplumların ve halkların köksüzleştirilmesi, tarihlerinden ve geleneklerinden koparılmasıdır. İkinci olarak, bu gibi yapıların ve aktörlerin bağımlılıkları dolayısıyla küresel güçlerin stratejilerinde önemli bir araç olarak kullanılabileceği gerçeğidir.
Bundan dolayı da Batılı ülkeler, Ortadoğu’da IŞİD gibi örgütleri her hâlükârda İhvan ve benzeri ana-akım hareketlere tercih ederler. İslam’ı siyasi amaçlarının aracı olarak kullanan IŞİD ve el-Kaide gibi örgütler toplumsal veya dinsel olmaktan ziyade siyasal ve ideolojik hareketler olarak hem bölgesel hem de küresel ölçekte mevcut uluslararası sisteme muhalefeti temsil ederler. Batı dünyasının bunları ötekileştirip gayrimeşru ilan etmesi ve bunun üzerinden İslam medeniyetine karşı küresel mücadele yürütmesi oldukça kolay olmaktadır. Bugün itibariyle, Batılı ülkeler ısrarla IŞİD ve el-Kaide gibi örgütlerin Müslümanları temsil ettiğini iddia ederek siyaset yapmaktadırlar. Bunun üzerinden, diğer İslami grupları ve hareketleri de ötekileştirmektedirler. Bunun sonucunda da bütün Batı dünyasında İslamofobi olarak ifade edilen ve her zamankinden daha tehlikeli ve daha yoğun bir İslam karşıtlığı dalgası yükselmektedir. Siyasi bir durum veya duruş olan İslam karşıtlığı Batı’da doğal ve fıtri bir korkunun kaynağı olarak ileri sürülmektedir.
Tarihsel ve dinsel mirası ve birikimi Batılı değerlerle harmanlayarak günümüze taşımaya çalışan Yeni-İslami hareketler, hem ülke içi hem de ülke dışından destek bularak Batıyla sahip oldukları karşılıklı güvensizliğin giderilmesini sağlama çabası içindeler. İslam ile Batılı kurumların kaçınılmaz bir çatışma içinde olmadığından hareketle ülkelerindeki siyasal ve toplumsal sorunlara, örneğin etnik taleplere ve insan haklarına, hem İslami hem de demokratik bağlamda yaklaşmakta ve benzer sonuçlara varmaktadırlar. Ekonomik, siyasal ve toplumsal bakımdan daha çoğulcu ve özgürlükçü düşünen Yeni-İslamcılık, demokratik kurumları ve serbest piyasa ekonomisini geliştirmede bir sorun görmüyor.
Arap isyanlarında aktif rol alan İslami hareketlerin liderleri ısrarla değiştikleri ve/veya değişmek istedikleri yönünde açıklamalar yapmaktadırlar. Nahda ve İhvan gibi başından itibaren sivil ve siyaset merkezli bir üslup kullanan hareketlerin yanında Mısır’daki Cemaati İslami ve Nur Partisi gibi hareketler de eski radikal söylemlerini terk ederek daha uzlaşmacı ve esnek bir üslup kullanmaya başladılar.
Bölge ülkeleri tarihi bir dönemeçten ve geçiş sürecinden geçmektedirler. Bütün geçiş süreçlerinde olduğu gibi bölgede yeni bir siyasal sistem oluşturulmuş, bu geçiş sürecinde sıkıntıların olması da kaçınılmazdır. İslami hareketler de eski söylemlerini terk etmeye ve yeni bir dünya ve Batı algısı inşa etmeye başladılar. Bugüne kadar muhalefet etmenin avantajlarını kullanan İslami hareketler, iktidara gelme şansı yakaladıkları bu tarihi dönemeci hasarsız atlatmak için gereken değişim iradesini göstermeye meyillidirler. Geçmişteki çatışmacı söylemin kendilerine bir yarar getirmediğini düşünerek daha rasyonel ve daha pragmatik bir yaklaşım sergilemek zorunda olduklarının farkındadırlar. Yani, Müslüman dünyadaki hareketler ve siyasi aktörler siyaset yapmayı öğrenmek zorundadırlar.
Müslüman siyasi aktörler sadece siyaseti değil, yeni bir Müslüman siyasi kültürünü geliştirmeye de ihtiyaçları vardır. Siyasi kültür sadece seçimlerden ve demokratik kurumlardan ibaret değildir. Özellikle Müslüman toplumlar ve devletler arasında bir işbirliği kültürünün geliştirilmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Ortadoğu’daki Müslüman toplumlar ve siyasi aktörler muhteşem geçmişlerini unutmadan daha çok vatandaşlarının geleceği ve refahına vurgu yapmalıdırlar. Müreffeh bir gelecek için işbirliği hayati bir öneme sahiptir. Müslüman ülkelerin, Batılı ülkelerin Müslüman toplumlar ve devletler arasında oluşturmaya çalıştıkları, maalesef önemli ölçüde başarı sağladıkları, güvensizlik ve işbirliği yapmama dönemini arkada bırakmaları gerekmektedir. Uzun süredir Müslüman halkların yaşadığı mağduriyetin en temel nedenlerinden biri olan bölünme ve bir diğerini ötekileştirme siyasetini terk ederek, Müslüman dünyanın birlik ve beraberliği için gerekli kurumların ve platformların kurulması elzemdir. Bu kurumlar sadece siyasi aktörler arasında değil; ekonomik, akademik, kültürel ve sivil alanlarda da işbirliği süreçlerinin başlatılmasına öncelik verilmelidir. Müslüman toplumlar geçmişten ve şimdiki dağınıklıktan ders çıkararak uzun süreli bir toparlanma süreci başlatmalı ve küresel güçlere karşı bir yumuşak dengeleme siyaseti izlemelidir.