Makale

Soma’da Yiten Canlar Kömüre Gömülen Umutlar

Soma’da Yiten Canlar Kömüre Gömülen Umutlar

Dr. Lamia Levent
Diyanet Işleri Uzmanı

Yüz karası değil kömür karası
Böyle kazanılır ekmek parası
(Orhan Veli)

301 evladını kara toprağın bağrına gömen Soma’da matem tüm ağırlığıyla hüküm sürüyor. Soma’ya daha adımınızı attığınız andan itibaren ölüm sessizliğinin ne demek olduğunu anlıyor ve şehri bir baştan bir başa kaplayan hüznü hissedebiliyorsunuz. Facianın insanlarda meydana getirdiği travmanın izlerini silmek öyle kolay olmayacak gibi görünüyor. Hemen her mahallede, her sokakta, her ailede bir veya birkaç cenazenin çıktığı Soma’da tüm şehir derin bir sessizliğe bürümüş durumda. Yaşanan acının büyüklüğünden yüzler solgun, bakışlar kaygılı, kimsenin ağzını bıçak açmıyor…
Yüz bin nüfuslu bir madenci kasabası olan Soma’da yaklaşık on beş bin kişi madenlerde çalışıyor. Bu da nüfusun yaklaşık yüzde on beşine tekabül ediyor. Yerin üç yüz ila iki bin metre altında zor şartlarda çalışan madencilerin tek gayesi evlerine ekmek götürebilmek. Madencilik zor olduğu kadar beraberinde pek çok riski de barındıran bir meslek olmasına rağmen konuştuğumuz madenciler, sigortası ve düzenli bir geliri olduğu için madenlerde çalışmak mecburiyetinde olduklarını söylüyorlar. Yerleşim olarak dağlık olması sebebiyle ekilebilir alanların az olması da insanları madenlerde çalışmaya sevk eden diğer bir faktör olarak göze çarpıyor.
Soma’da 1913 yılından bu yana madencilik yapılıyor. Şimdiye kadar pek çok kaza ve patlama meydana gelmiş madenlerde. Ancak 13 Mayıs günü yaşanan facianın boyutlarında bir olay hem Soma hem de Türkiye için bir ilk. Olayın meydana geldiği gün madende 787 işçi vardı. Bunlardan 301’i hayatını kaybetti, 486’sı yaralı ve sağ olarak kurtarıldı. Kazanın neden meydana geldiği tüm boyutlarıyla araştırılırken geride yüreği yanan anneler babalar, gözü yaşlı eşler ve boynu bükük yetimler kaldı. Aile Bakanlığının açıklamalarına göre Soma’da 432 çocuk yetim kaldı ve bunların yaş ortalaması on. Maden faciasında şehit olan madencilerin de yaş ortalaması 25-35. Gerçekten telaffuz edilen rakamlar yürek paralıyor. Içlerinde yeni evliler, nişanlı sözlü olanlar, daha hayatlarının baharında 18-19 yaşlarında bekâr delikanlılar var.
Ülke olarak büyük bir felaket yaşadığımız bugünlerde Soma’da şehitlerin mezarlarını ziyaret ettik, başsağlığı ve geçmiş olsun ziyaretlerinde bulunarak, onların acılarına ortak olmaya çalıştık. Gittiğimiz her evde başka hikâyeler, başka acılara şahit olduk. Soma’nın Samsacı Mahallesinde taziye ziyaretine gittiğimiz Avkaş ailesi de bunlardan biri: 43 yaşında tecrübeli bir madenci olan Hüseyin Avkaş emekli bir madenci. Ancak emekli maaşı yetmeyince tekrar madende çalışmaya başlamış. 19 yaşındaki oğlu Ferhat Avkaşda babasıyla beraber aynı yerde çalışmak üzere madende işe girmiş. Olay günü başçavuş olan Baba Hüseyin Avkaş durum raporu vermek üzere yukarı çıktığında olanlar olmuş. Her yanı karbon monoksit gazının sardığını görünce olayın vahametini fark etmiş baba Hüseyin Avkaş. Dışarı çıkmak yerine oğlunu ve oğulları gibi gördüğü diğer madencileri kurtarmak üzere tekrar madenin dibine doğru gitmiş. Herkes ters istikamette giderken o dumana ve kendisini uyaranlara aldırış etmeden bir an önce Ferhat’ın olduğu yere ulaşmak istemiş. Sonra neler yaşandı kimse bilmiyor. Ancak kurtarma ekipleri yetiştiğinde baba-oğlu birbirlerine sarılmış vaziyette buluyorlar. Şimdi baba-oğul Soma Şehitliğinde koyun koyuna yatıyorlar. Gözyaşlarıyla bize olayı anlatan annenin tek tesellisi aynı vardiyada olan diğer oğlu Fatih’in o gün madene gitmemesi…
Hatice Hazar daha otuzunda… Tüm metanetiyle eşi Sefer Hazar’ın o gün işe gidişini bize anlatıyor. “Olay sabahı hep beraber kahvaltı yaptık. Işe giderken çocukları öptü sevdi. Sanki vedalaşır gibiydi. Borçlarını tek tek saydı. Kapıdan çıktı sonra tekrar geri döndü, büyük kızım uyuyordu, gitti yatakta onu da öptü kokladı. Harçlık bırakmıştı, az gelir diye biraz daha ekledi ve sonra gitti… Son görüşümüzdü onu, cenazesi geldi…” Hatice Hazar çocuklarına sarılarak yaşadığı bu büyük acıya dayanmaya çalışıyor.
Soma’da maden faciasından sonra hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacak. Hem Türkiye hem de madenciler için bu bir milat aslında. Analar çocuklarını madenlere göndermek istemiyor. Madencilerin çoğu bu şartlar altında madende çalışmak istemiyor. Çaresiz olanlar, tutunacak dalı olmayanlar, ekmek parası ne yapabiliriz, mecburen tekrar gideceğiz diyorlar… Nail Kılıç otuz üç yaşında. Olaydan on üç saat sonra kurtarılıyor. Yüzünde yaşanan facianın acı izlerini görmek mümkün… Kendisi madenden sağ çıksa da arkadaşlarını kaybetmenin verdiği üzüntüyle anlatıyor nasıl kurtulduğunu. Üç yaşındaki oğlu Furkan sanki yaşananları biliyor ve anlıyor gibi babasının yanından ayrılmıyor, boynuna sarılıyor. Eşi hâlâ olayın etkisinde ağlayarak, “Allah’a çok şükür çocuklarımın babası sağdı. Allah bir daha yaşatmasın, kimseye yaşatmasın. O kadar acı ki yani eşimin çıktığına bile o an sevinemedim. Bir sürü işçi hayatını kaybetti. Beş değil on değil yüz değil bir sürü işçimiz gitti. Bir sürü çocuk yetim kaldı, bir sürü kadın eşsiz kaldı. Çok zor, çok zor… Doğmamışlar var, yeni doğanlar var, aylıkları olan var. Tarif edilemez bir duygu. Allah sabır versin cümlemize. Ben şu anda şöyle eşim yanımdayken bile psikolojim bozuluyorsa eşlerini kaybedenler ne durumda tahmin edemiyorum hâllerini. Ablamın görümcesinin kocasını kaybettik. Allah’a şükürler olsun ki eşim kurtuldu. Ancak arkadaşlarımızdan, yakınlarımızdan o kadar çok insan öldü ki, eşimin kurtulduğuna sevinemiyorum bile.” diyor.
Soma’da yaşanan facia, insanımızın sahip olduğu yüksek ahlakı ve diğerkâmlığı da bir kez daha ortaya koydu diyebiliriz. Kendisi ölümle yüz yüze iken arkadaşını kendisine tercih eden nice yiğitlerin hikâyelerini dinledik Soma’da. Bunlardan biri de yeni evli olan Yüksel. Henüz yirmi dört yaşında gencecik bir delikanlı olan Yüksel Tanrıöven olay gününü şöyle anlatıyor: “Önce elektrikler kesildi, ortalık zifiri karanlıktı. Sadece kasklarımızdaki lambalar aydınlatıyordu etrafımızı. Bu durum daha önce de yaşandığı için normal karşıladık ve çavuşun talimatıyla lambalarımızı kapattık, bir araya toplandık. Ancak zaman geçtikçe olağanüstü bir durum yaşandığını anladık. Sayım yapıldı, benim bulunduğum yerde 143 kişiydik. Ocak gittikçe ısınıyor ve simsiyah bir duman hâlinde karbonmonoksit gazı bizim olduğumuz yere doğru geliyordu. Önce bulunduğumuz yere gaz gelmemesi için barikat gibi setler çektik. Bir süre böyle idare ettik. Zaman geçtikçe gazın yoğunluğu artıyordu ve çift taraflı gelen gazı engellememiz imkânsız hâle geliyordu. Ocağın içinde dolaşan borular var, onları kesip havayı soluduk bir müddet. Arkadaşlarımız panik yapmaya, etrafa kaçışmaya başladılar. Bayılanlar, dua edenler, kelime-i şehadet getirenler vardı. Ancak hiç panik yapmadım. Arkadaşlar maskelerini takmışlardı, ben açmadım, yere yatıp kömürlerin arasındaki havayı teneffüs ettim. Etrafımdaki arkadaşlarım yavaş yavaş bayılıp düşmeye başlayınca korktum ve bulunduğum yerden ayrıldım. Kaç saat gittim bilmiyorum ama aldığım yol birkaç yüz metreyi ancak buluyordu. Bir su birikintisi gördüm. O sudan içtim ve çizmelerimin içini suyla doldurdum. Sonra bu su çok işime yaradı. Zaman zaman çoraplarımı sıkıp suyla serinlemeye çalıştım. Hatta başka arkadaşlarımın ağızlarına da bu sudan sürdüm. Gazın etkisiyle hareketlerim gittikçe yavaşlıyordu. Ancak biliyordum ki kendimi bırakırsam bir daha kalkamayacaktım. Normal şartlarda bile madende uyumak çok tehlikelidir. Yere yığıldım, gözlerimi kapatmamak için büyük bir çaba sarf ediyordum. Elimdeki kömür parçasıyla ritimli bir şekilde borulara vurmaya başladım. Belki kurtarma ekipleri duyar ve beni kurtarmaya gelirler diye düşündüm. Bir süre sonra elimi dahi kaldıramaz oldum. Sadece gözlerim hareket ediyordu. Uzaktan bir ışık gördüm. Ama mecalim yoktu. Son bir hamle ile baretimin ışığını açıp gelenlere doğru tuttum. Allah’a şükür beni fark etmişlerdi. Hemen koşup geldiler ve hava verdiler. Kendime gelmiştim. Ama aklım arkadaki arkadaşlarımdaydı. Hepsi çoluk çocuk sahibi kimselerdi. Benimse çocuğum yoktu. Beni bırakın geride kalanları kurtarın, dedim onlara. Allah’ın lütfuyla kurtuldum, ama yüzlerce arkadaşımızı kaybettik. Bir daha madende çalışmayı düşünmüyorum. Yaşananlar hep gözlerimin önünde, asansöre bile binmek beni tedirgin ediyor.”
Soma’da ve çevre kasaba ve köylerde pek çok maden şehidinin ailelerini ziyaret ettik ve başsağlığı diledik. Anadolu’nun irfanından beslenmiş temiz ve mütevekkil yüzler gördük bu evlerde. Olayda ihmali ve tedbirsizliği olanların bir an öce tespit edilmesi herkesin ortak isteği. Ama diğer taraftan onca acıya ve yitip giden gencecik fidanlarına metanetle sabreden analar, eşler vardı. Bunlardan biri de otuz dokuz yaşındaki eşi Musa Kara’yı kaybeden Emine Kara’ydı. Emine Hanım iki çocuğuyla hayata tutunmaya çalışıyor. Bu acıya gittiği Kur’an kursunda öğrendikleri sayesinde dayandığını söylüyor: “Kursta çok şey öğrendim ve orada öğrendiklerim sayesinde bu acıya katlanabildim. Orda Kur’an öğrendim, namaza başladım, eşime de öğretecektim, o da öğrenmeyi çok istiyordu. Eşim son iki üç aydır çok farklıydı, evden ve bizden ayrılmak istemiyordu. Ama sabah evden çıktı ve bir daha geri dönmedi. Allah herkese sabır versin, dayanması çok zor bir durum.”
Gittiğimiz her evde farklı bir hikâye farklı bir hüzün vardı. Yine Hamidiye köyünden bir anne, günlerce madende oğlunun bulunmasını beklemiş: “Oradaki polise dedim ki, evladım ben bir anayım, ne olur izin ver çıkanlara bakayım oğlum mu diye. O da tamam ana dedi ve ambulansa bindirilenlere bakmaya başladım. Hepsinin yüzü kömürden simsiyah olmuş tanınmaz hâldeydiler. Sonra beni cenazelerin toplandığı soğuk hava deposuna götürdüler. Orada saatlerce oğlumu aradım. Altmış taneden fazla cenazeye baktım ancak teşhis edemedim. Çok korktum oğlumun sağ çıkmayacağını biliyordum. Ama hiç değilse oğlumun bir mezarı olsun diyordum. Perişan hâldeyken haber geldi. Meğerse oğlum yaralı olarak kurtarılmış, Izmir’e hastaneye kaldırılmış ve orada vefat etmiş. Bir cenaze geldi dediler ve teşhis için bizi çağırdılar. Oğlumu ayaklarından tanıdım, oydu…”
Arkalarında yüzlerce yetim çocuk bırakıp bu dünyadan göçen madencilerin yetimlerinden biri de on beş yaşındaki Anıl. Amcası da madenci ancak vardiyası farklı olduğu için olay sırasında madende değilmiş. Olayı duyar duymaz kardeşini bulmak için madene inmiş. Bir seferinde fenalık geçirmiş, çıkarmışlar. Bir süre ambulansta dinlendikten sonra dayanamamış sonra tekrar gitmiş ve kardeşini seksen madenci arasında teşhis ederek bulup çıkarmış. Anıl babasının madende çekilmiş fotoğrafını bize gösteriyor. Sonra da resim yarışmasında birinci geldiğini gururla anlatıyor. Çocuk yaşından beklenmedik bir olgunlukla konuşuyor. Anne-oğul birbirlerine sarılarak teselli buluyorlar. Cennet Hanım gözleri uzaklara dalarak eşinin oğluna söylediklerini aktarıyor. Belki de her maden işçisinin çocuklarına vasiyeti bu sözler: “Oğlum görüyorsun bizler ne kadar sıkıntılar, zorluklar içerisinde yer altında çalışıyoruz. Sen oku, meslek sahibi ol, bizim gibi olma!”
Yaşanan felaket büyük, acımız ise tarifsiz... Şimdi toplum olarak yaşanan bu felaketin yaralarını sarma zamanıdır. Şehitlerimizin geride bıraktıkları emanetlerine sahip çıkma zamanıdır. Bir daha böyle felaketlerin yaşanmaması için tedbirli olma ve insanlara onurlu ve güvenli çalışma şartları oluşturma zamanıdır.


Saf çocuğu masum Anadolu’nun
Murat Yalçın… Tertemiz bir yürek öyle ki yüzünden okunuyor safiyeti… Vatan millet sevgisinin mücessem hâlini görmek için gözlerindeki samimiyete bakmak yeter. Murat, madende çalışan binlerce işçiden biri. Yıllar önce hayat gailesi uğruna Ağrı’dan göçüp gelmiş buraya yerleşmiş bir aile. Dört erkek kardeşte madende çalışıyorlar. Kardeşler elbirliğiyle kendilerine birer ev yapıyorlar. Murat otuz altı yaşında ve evli. Dicle adında üç buçuk yaşında bir kızı var. Facia sırasında madendeki işi bitmiş evine gitmek için hazırlanıyordu. Diğer kardeşlerinin vardiyası farklı olduğundan olay günü madende değillerdi. Murat on iki yıllık tecrübeli bir madenciydi. Ancak ölüm kalım mücadelesi vererek sağ kurtulmayı başardı. Madenden çıkarıldığında gazın, dumanın isin içinde simsiyah kesilmişti. Ambulansa binerken temiz sedyeye siyah çizmeleriyle basmak istemedi. Ölümün kıyısından dönmüştü ama hâlâ geride kalanları düşünüyordu. Öyle bir anda başkasını kendisine tercih etme erdemini tüm Türkiye ondan öğrendi. Onun diğerkâmlığı yürekleri sızlattı, gönül tellerimizi titretti. Hâlbuki bilse, helal rızık yolunda simsiyah kesilen o çizmelerden daha beyaz ne olabilir ki? Emekle, alın teriyle yoğrulmuş bir yüz kömür isi de olsa tertemizdir. Evinden haram lokma sokmayan kömür karası eller anasının ak sütü kadar aktır…



Ölüme de beraber gittiler…
Onlar beraber büyümüş, beraber okumuş, beraber askere gitmiş, beraber çalışmaya başlamışlardı. Hatta hayatlarının en mutlu gününü bile birlikte paylaşarak aynı gün dünya evine girmişlerdi. Onlar Soma’nın Bayat köyünden Süleyman ve Ismail Çata kardeşlerdi. Aynı gün doğan ikiz kardeşler yine aynı gün madende ölüme gittiler. Hayatlarının her döneminde beraber olan Süleyman ve Ismail’i ölüm bile ayıramamıştı. Asker dönüşü Soma’da madende çalışmaya başlamışlardı. Madenciliğin yazılı olmayan kurallarından biri de aynı aileden olanların farklı vardiyalarda çalışmasıdır. Ama onlar kendi rızalarıyla aynı vardiyada çalışmak istemiş ve madende bile kader ortaklığını devam ettirmişlerdi. Daha otuz iki yaşında olan ikizler on bir yıldır ekmeklerini buradan kazanıyorlardı. Dört yıl önce aynı gün evlenmiş; Ismail’in ikiz kızları, Süleyman’ın da bir oğlu dünyaya gelmişti. Kısa süre önce Soma’da karşılıklı birer daire satın almışlardı. Kredi borçları vardı ve onu ödemek için son birkaç yıldır izin kullanmadan çalışıyorlardı. Hayalleri, umutları, hayata dair planları vardı. Çocuklarını büyütecek, borçlarını ödeyecek ve emekli olup huzurlu bir hayat süreceklerdi. Ama onlar maişet gailesiyle girdikleri madenden sağ çıkamadılar. Geride gencecik iki eş ve üç küçük evlat bırakarak ayrıldılar dünyamızdan.
Ikizlerinden başka çocuğu olmayan anneleri, yavrularının resmini gösterirken, bir haftadır dinmeyen gözyaşlarıyla teselliyi torunlarına sarılarak buluyordu… Ruhunuz şâd mekânınız cennet olsun…