Makale

Diyanet’e Soralım

Diyanet’e Soralım


Bir kimse “La ilahe illallah” dediği hâlde “Muhammedün Rasulüllah” demeyerek Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini ikrar ve tasdik etmezse, bu kişi için dinî hüküm nedir?
“La ilahe illallah” dediği hâlde “Muhammedün Rasulüllah” demeyerek Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini tasdik etmeyen bir kimsenin Müslümanlığından söz edilemez. Kendisine dinî hükümler bakımından Müslümanlar arasında cari olan özel hükümler uygulanamaz. Kur’an-ı Kerim’de Allah’a inanıp peygamberlerine inanmayarak imanı bölmek inkâr olarak nitelenmiştir. (bkz. Nisa, 4/150.)
Bilindiği gibi Müslüman olmanın ilk şartı: “Allah’tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Allah’ın kulu ve rasulü olduğuna şahitlik ederim.” anlamına gelen kelime-i şehadeti inanarak söylemektir. (Müslim, İman, 1.) Kelime-i tevhidin; “La ilahe illallah” bölümü tevhidi, “Muhammedün Rasulüllah” bölümü ise risaleti yani Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğini içerir. Kelime-i tevhidin bu iki kısmı, ayrılmaz bir bütündür. (Ebu’l-‘Izz, Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviyye, Beyrut 1984, s. 350-51.) Kur’an-ı Kerim’de ve Hz. Peygamber’in hadislerinde tevhit ve risaletin ayrılmaz bir bütün olduğunu gösteren çok sayıda beyan bulunmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de Allah’a ve peygamberlerine iman bütün nübüvvet tarihinin değişmez inanç ilkesi olarak zikredilmiştir. Bu konuda bazı ayet mealleri şöyledir: “Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, derin bir sapıklığa düşmüş olur.” (Nisa, 3/136.) “Her biri, Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler.” (Bakara, 2/285.) Buna göre mümin olmanın temel şartı, Allah’a ve Hz. Muhammed’e ve onun getirdiklerine iman etmektir. (bkz. Hucurat, 49/49.)
İslam iman esaslarının konu edinildiği Cibril Hadisi (Buhari, İman, 37.) başta olmak üzere pek çok rivayette de ancak “La ilahe illallah Muhammedün Rasulüllah” diyerek kelime-i tevhit getiren ve böylece Allah’ın birliğini ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğini tasdik eden kimsenin Müslüman sıfatını kazanacağı belirtilmiştir. Aynı şekilde Hz. Peygamber, Muaz b. Cebel’i Yemen’e Yahudi ve Hristiyan inancına mensup insanların yaşadığı bir bölgeye tebliğ ve irşat için gönderirken ona: “Oraya vardığında onları önce, Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim de Allah’ın peygamberi olduğuma inanmaya çağır.” buyurmuştur. (Buhari, Zekât, 1.) Yine Hz. Peygamber Ebu Said el-Hudri’ye (r.a.): “Ey Ebu Said! Her kim Allah’ı Rab, İslam’ı din, Muhammed’i de peygamber olarak gönülden kabul ederse mutlaka cennete girer.” (Müslim, İmare, 116.) demiştir. Bu ve benzeri çok sayıda ayet ve hadis Müslüman olmayı Allah’a ve son elçisi Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğini ikrar ve tasdik etmeye bağlamıştır. İslam’ın bidayetinden itibaren bütün Müslümanlar Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğini tasdik etmenin İslam’ın değişmez esası olduğunda ittifak etmişlerdir. Kelime-i tevhit İslam akaidinde bütün iman esaslarının şiarı olarak kabul edilmiştir. Allah’tan başka ilah olmadığını tasdik etme anlamıyla birlikte Hz. Muhammed (s.a.s.) tarafından tebliğ edilen son ilahî vahyin inanç esaslarını mücmelen içeren dinî aidiyet beyanına ilişkin özel iman parolası olarak kabul edilmiştir. Bundan dolayı kelam ve akait ilminde “La ilahe illallah” cümlesini söyleyerek iman ikrarında bulunmak icmali iman olarak adlandırılmış ve iman esasları için “asılların aslı” kabul edilmiştir. Kelime-i tevhit ile iman ikrarının Hz. Muhammed’in son peygamber oluşunu da kabul ve tasdik anlamını içerdiği belirtilmiştir. (bkz. Ebu’l-‘Izz, age., 351.) Hz. Peygamber (s.a.s.)’den gelen birçok rivayette geçen: “La ilahe illallah” diyen kimsenin canının ve malının dokunulmaz olduğu (Buhari, Cihad, 102.); savaşta düşman saflarında yer alsa bile “La ilahe illallah” diyerek teslim olan kimsenin can güvenliğinin teminat altına alınacağı (Ebu Davud, Cihad, 95.); son sözü “La ilahe illallah” olan kimsenin cennete gireceği (Ebu Davud, Cenaiz, 15-16.) şeklindeki ifadeler, Hz. Peygamberin tebliği ettiği İslamın bir bütün olarak kabul ve tasdik edildiğini ifade eden ikrar beyanı olarak görülmüştür. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Allah’ın son peygamberi olduğu bilgisinin ve İslam tebliğinin ulaşmadığı yer ve zamanlarda yaşayan insanların Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etmeleri ahiretteki necatları için yeterlidir. (bkz. Aliyyü’l-Kârî, Şerhu’l-Fıkhı’l-Ekber, Beyrut 1984, s. 207-208.)
K
amu malı ve kamu hakkına tecavüzün dinen hükmü nedir?
Kamu hakkı yiyen, bütün toplumun hakkını yemiş olur. Belirli kişilerin hakkını ödemek ve helalleşmek belki mümkün olabilir, ama kamu hakkını ödemek ve helalleşmek o derece kolay değildir. Kültürümüzde üç malın; devlet malı, vakıf malı ve yetim malının korunmasına ve bu mallarla ilgili tasarruflarda çok daha hassas davranılmasına önemle vurgu yapılmaktadır. Dolayısıyla sıfatı, unvanı, statüsü ne olursa olsun bütün Müslümanlar, kamu hakkı konusunda dinen ve ahlaken çok daha duyarlı olmak zorundadır. Bilhassa uhdesine tevdi edilen kamu emanetlerini istismar ederek elde edilen dinî, hukuki, ahlaki ve vicdani meşruiyeti bulunmayan her türlü iktisap/mal edinimi, İslam’a göre haram bir iktisaptır/kazançtır. Buna tevessül edenlere, pozitif hukuk nezdinde verilecek mahkûmiyet ve maddi tazminat kararı, onların manevi ve uhrevi sorumluluğunu ortadan kaldırmaz.
İslam, bütün insanların temel haklarını dokunulmaz kabul etmiş; hak ihlallerine karşılık da maddi ve manevi birtakım yaptırımlar getirmiştir. Kur’an-ı Kerim’de haksız yere cana kıymak, zina etmek, insanların namus ve şereflerine leke sürmek, borcunu zamanında ödememek, yetim hakkı yemek, ölçü ve tartıda hile yapmak, hırsızlık, gasp, emanete hıyanet, rüşvet vb. gayrimeşru yollarla başkalarının mallarını yemek gibi kul ve kamu hakkı ihlaline sebep olan her türlü tutum ve davranış haram kılınmıştır. (Bakara, 2/188; İsra, 17/31-38; Mutaffifin, 83/1-4.) Kamu hakkını ihlal ve kamu malını zimmete geçirmek kişi hakkını ihlalden çok daha ağır bir hak ihlali olarak görülmüştür. Kur’an-ı Kerim’de; “…Kim emanete hıyanet ederse (ganimet veya kamu malından zimmetine geçirirse), kıyamet günü, hıyanet ettiği şeyle birlikte gelir. Sonra da hiçbir haksızlığa uğratılmaksızın herkese işlediğinin karşılığı tastamam ödenir.” (Âl-i İmran, 3/161.) buyrulmaktadır. Hz. Peygamber de birçok hadisinde kul ve kamu hakkı ihlalinin ağır sonuçlarını hatırlatmış; bu konuda ümmetini duyarlı olmaya davet etmiştir. Ashabına; asıl müflisin insanların haklarını yiyerek veya onurlarını zedeleyerek ahirete intikal eden kişi olduğunu ve ahirette ibadet ve taatının ihlal ettiği hakları ödemeye yetmediği için onların günahlarını da yüklenerek cehenneme atılacağını bildirmiştir. (Müslim, Birr, 59, 60; Tirmizi, Kıyame, 2.) Hz. Peygamber bu konuda sadece sözlü uyarıyla yetinmemiş; bizzat kendisi de hak ihlalinde bulunanlara karşı açık tavır koymuş ve ganimet malından çalan bir kişinin cenaze namazına katılmamıştır. (Muvatta, Cihad, 23; Ebu Davud, Cihad.) Öte yandan savaşta öldürülen bir sahabinin, ganimet malından çaldığı için şehit sayılmayacağını, aksine cehennemlik olduğunu ifade etmiştir. (Müslim, İman, 182.) Çünkü kamunun malı öksüzü, yetimi, dulu, yaşlısı ile tüm toplumun malıdır.
B
ir kişinin sözünü güçlendirmek, kararlılığını göstermek yahut muhatabını ikna etmek veya içine girdiği bir oluşuma sadakatini ifade etmek için nikâhı üzerine söz vermesinin dinî hükmü nedir; bu maksatla, ‘Ben şu işi yapar veya yapmazsam yahut katıldığım cemiyetin ilke ve prensiplerine muhalefet edersem hanımım –ya da evleneceğim hanım- benden boş olsun’ dese ve Kur’an üzerine söz verse, sonra da bu sözünü tutmasa, bu durum boşama sayılır mı, hanımı kendisinden boşanmış olur mu?
Böyle bir söz sarf etmek boşama sonucu doğurmaz; hanımı da kendisinden boşanmış olmaz. Çünkü bu söz bir boşanma beyanı değildir. Bu, sadece sözü güçlendirmek, kararlılığı göstermek, muhatabı ikna etmek veya sadakati dillendirmek için sarf edilmiş bir ifadedir.
Nikâh akdi, iki hür insanın hiçbir baskı altında kalmadan özgür iradeleriyle, şahitler huzurunda yaptıkları önemli bir akittir. Kur’an’ın beyanıyla ‘ağır bir sözleşmedir’. Bu sebeple her ne gerekçeyle olursa olsun soruda belirtilen ifadelerle bozulması söz konusu olamaz. Nikâh akdine ve boşanmaya ilişkin temel metinler, nikâhın ve boşanmanın usul, ilke ve esaslarını belirlemiştir. Meşru nedenler olmaksızın boşanmanın kerih görüldüğü ve bundan Allah’ın hoşnut olmadığı Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından ifade edilmiştir. (Ebu Davud, Talak, 3; İbn Mace, Talak, 1.) Nikâh akdi gibi çok boyutlu sonuçlar doğuran bir sözleşmenin aleniyet esasına dayanması ve resmiyet kazanmış olması hakların korunması açısından zaruridir. Hakların korunmasına ilişkin temel dinî metinler ile nikâh akdine ilişkin metinlerin toplamından çıkan prensip, bireylerin ve tarafların hukukunun güvence altına alınmasını amirdir. Soruda belirtildiği gibi bir söz beyanında bulunmak bu hukuki güvenceye çeliştiği gibi akit teorisi ve sözleşme etiği açısından da onaylanamaz. Bu kadar önemli bir akdin sözü teyit etmenin, kararlılığın yahut sadakatin dillendirilmesine vasıta kılınması sözleşmenin ciddiyetiyle bağdaşmaz. O nedenle soruda belirtilen şekildeki bir beyan boşanma sonucu doğurmuş olmaz. Olsa olsa yemin manası taşıyabilir. Eğer ciddiyetsizlik sonucu sarf edilmişse bu yemin, yemin-i lağv olur; yani hükümsüz bir yemin olur. Şayet şiddet, dolaylı veya doğrudan baskı (ikrah) yoluyla söylenmiş ise bu söze dinen hiçbir sonuç terettüp etmez.
Şarta bağlı (muallak) talakın hükmü ve geçerliliği İslam’ın ilk devirlerinden itibaren tartışıla gelmiştir. Fakihlerin çoğunluğu dönemlerindeki yerleşik gelenek ve teamüller çerçevesinde ve kendi içtihatları ile şarta bağlı boşama beyanının, şart koşulan durumun gerçekleşmesi ile boşanmanın da gerçekleşmiş olacağını belirtmişlerdir. (Merğinani, el-Hidaye, İstanbul 1986, I, 234, 241, 251; İbn Kudame, el-Muğni, Beyrut 1994, VII, 132-134; Şirbini, Muğni’l-Muhtac, Beyrut 1997, III, 411vd.) Ancak bu görüş, doğrudan ve konuya özgü açık bir delile değil, söze ve ahde bağlı kalmayı ifade eden ve genel ilkeyi içeren ayet ve hadislere (Bakara, 2/177; Maide, 5/1; Buhari, İcare, 14; Tirmizi, Ahkâm, 17.) ve bazı sahabi görüşlerine dayandırılmıştır. (bk. İbnü’l-Kayyım, İ’lamu’l-Muvakıin, Beyrut 1991, III, 48-49.) Buna ilaveten kişilerin kendi yetkilerini hür iradeleri ile kayıt altına alabilecekleri yönündeki bir kural da gerekçe gösterilmiştir. (Haddad, el-Cevheratü’n-neyyira, İstanbul 1321, II, 38.) Oysa ikinci, üçüncü şahısların hukukunu ilgilendiren böylesine önemli bir konunun konuya özgü özel delillerle değil de genel ilkelerle hükme bağlanması varılan sonucu tartışmalı hale getirmektedir. Nitekim bir görüşünde İmam Şafii, Süfyan es-Sevri, Kaffal, Tahavi gibi fakihler ve Zahiriler, Kur’an ve sünnette belirtilen boşama usul ve şekillerine uymadığı gerekçesi ile şarta bağlı talakın ve talaka yapılan yeminin geçersiz olduğunu ve hiçbir hukuki sonuç doğurmayacağını ifade etmişlerdir. (Cessas, Muhtasaru İhtilafi’l-ulema, Beyrut 1417, II, 438; İbn Hazm, el‐Muhalla, Beyrut 1988, IX, 476‐483; Ebu Zehra, el-Ahvalü’ş-şahsıyye, Kahire ty., s. 302; Zeydan, el-Mufassal fi ahkâmi’l-mer’e, Beyrut 1994, VII, 471‐473.) Keza konuyla ilgili olarak fıkıh literatüründe serdedilen bir diğer görüş, yemin anlamı ve kastı içeren muallak talakın yemin; boşama anlamı ve kastı içeren muallak talakın ise talak/boşama olarak değerlendirilmesi gerektiği yönündedir. Buna göre, söz konusu ifadeler eğer kişinin kendisini veya muhatabını teşvik, engellemek veya korkutmak için sarf edilmişse yemin hükümleri geçerli olur. Dolayısıyla şart koşulan durum gerçekleşirse talak meydana gelmez, fakat kişi yemin keffareti öder. Buna karşılık şartlı ifadeler boşama amacıyla sarf edilmişse, öne sürülen şart tahakkuk ettiğinde talak da gerçekleşir. Kaynaklarda Hz. Âişe, Hafsa, Ümmü Seleme, İbn Abbas, İbn Ömer (r.a.) başta olmak üzere bazı sahabiler ile Kadı Şurayh, İkrime, Atâ ve Tâvûs gibi tabiin âlimlerine atfedilen bu üçüncü görüş, daha sonraları İbn Teymiyye ve İbnü’l-Kayyım tarafından benimsenmiştir. (İbn Teymiyye, Mecmuu Fetava, XXXIII, 108; İbnü’l-Kayyım, İ’lamu’l-Muvakıin, III, 48-57.)
Günümüzde ise genel olarak Müslümanlar arasında hem resmî/hukuki mevzuatta hem de konuya ilişkin verilen çağdaş fetvalarda şarta bağlı boşamanın geçerli olmayacağı yaklaşımı benimsenmiştir. Nitekim klasik İslam fıkhından alınarak hazırlanan Mısır (1929 tarih ve 25 sayılı kanun), Ürdün (2010 tarih ve 87 sayılı kanun), Kuveyt (2007 tarih ve 105 sayılı kanun), Fas (2010 tarih ve 93 sayılı kanun), Irak (36 numaralı kanun), Suriye (173 numaralı kanun) ve Suudi Arabistan (85 numaralı kanun) mevzuatında şartlı (muallak) boşamaların yemin kapsamında değerlendirileceği hükmü açıkça yer almıştır. Aynı şekilde birçok çağdaş âlim de şarta bağlı boşamaları yemin kapsamında değerlendirmişlerdir. (bk. Ebu Zehra, el-Ahvalü’ş-şahsıyye, s. 302; Şeltut, el‐Fetava, Beyrut 1991, s. 304‐306; Zerkâ, Fetava, Dımaşk 2004, s. 309-310; Zeydan, el-Mufassal fi Ahkâmi’l-Mer’e, VII, 471‐473; Hallaf, Ahkâmü’l‐ahvali’ş‐şahsiyye, Kuveyt 1990, s. 137‐138; Şerebasi, Yes’elunek, Beyrut, ts., I, 266‐269, 271‐272; II, 236‐237.)
Şartlı boşama beyanının ikrah yani baskı ve zorlama altında söylenmesi hâlinde ise bunun ne yemin ne de boşama bağlamında hiçbir sonuç doğurmayacağı açıktır. (Sahnun, el-Müdevvenetü’lkübra, Beyrut ts., III, 29; İbn Kudame, el-Muğnî, VII, 80; İbn Hazm, el-Muhallâ, V, 462; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, III, 381; Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi md. 105.) Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), “Kuşkusuz Allah, ümmetimden yanılma, unutma ve zor ve baskı altında yaptıkları şeyin hükmünü kaldırmıştır.” (Buhari, Talak, 11; İbn Mace, Talak, 16, 20; bkz. Müslim, İman, 201; Ebu Davud, Talak, 15; Tirmizi, Talak, 8.) buyurmuştur.
“Şu işi yaparsam/yapmazsam evleneceğim hanım boş olsun” gibi ifadelerle, ileride yapılacak evlenme akdinin boşama ile sonuçlanması şartına bağlı olarak serdedilen ifadelere gelince; bu her ne kadar Hanefilerce geçerli görülmüşse de (Merğînânî, el-Hidaye, I, 250) âlimlerin büyük çoğunluğu tarafından hükümsüz sayılmıştır. (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, Beyrut 1982, II, 84; Zürkânî, Şerhu’z-Zürkânî alâ Muvatta Mâlik, Kahire 2003, III, 325; İbn Kudâme, el-Muğnî.) Zira nikâh akdinin rükünleri/temel unsurları olduğu gibi boşamanın da rükünleri vardır. Bunlardan biri de boşanan kadının, boşayanın nikâhında olmasıdır. Dolayısıyla bir kimse bir kadına hitaben “seni boşadım” derken kadının o esnada kendisi ile nikâhlı olması gerekir. Konuyla ilgili hadis-i şeriflerde Hz. Peygamber (s.a.s.) “Nikâhtan önce boşama yoktur.” (Buhari, Talak, 8; Ebu Davud, Talak, 7; İbn Mace, Talak, 17; Müsned, II, 110, 189.) ve “İnsanoğlu sahip olmadığı bir şeyi adar, azat eder ve boşarsa bunlar hükümsüzdür.” (bk. Ebu Davud, Talak, 7; İbn Mace, Talak, 17; Müsned, II, 110; Şevkânî, Neylü’l-evtâr, Kahire ts., VI, 240.) diyerek bu tasarrufun sonuç doğurmayacağını açıkça beyan buyurmuştur. Dolayısıyla bir kişinin henüz evlenmediği bir kadın üzerinde boşama tasarrufu söz konusu olamadığı gibi bu yönde bir şart veya yeminin de herhangi bir geçerliliği olmaz.