Makale

Dünya İslam Âlimleri Toplantısının Ardından

Dünya İslam Âlimleri Toplantısının Ardından

İslam ümmetinin sayısız problemleri var. Siyasal, ekonomik, sosyolojik. Daha detaya inelim, dini, ahlaki, bireysel, toplumsal… Yeryüzünde “Ben de varım.” diyebilmek için bu devasa zorlukları aşmak; bunun için de planlı ve bilinçli bir yeniden doğuş hareketine girişmek gerekiyor. Böyle bir atılımın önündeki en büyük engel, müslümanların hem coğrafya olarak hem de zihin yapısı olarak bölük pörçük hâle gelmiş olmasıdır. Herkes kendi dünyasında ve herkes başına buyruktur. Acı ama gerçek: İslam dünyası denilince, hedefsiz, ufuksuz ve öngörüsüz, edilgen, içine kapanmış, kısır çekişmelerle meşgul, daima muhtaç, ezik ve güven duygusundan yoksun bir coğrafya akla geliyor.
Tedavi edilemeyen bunca rahatsızlık İslam toplumu bünyesinde artık habis bir ura dönüşmüş durumda. Bünye içeride kendi kendini tüketir hâle geldi. Başta Suriye, Irak, Afganistan olmak üzere İslam coğrafyası birbirini telef etmenin peşinde. Her yerde oluk oluk Müslüman kanı akıtılıyor. Kan dökenler de, kanı dökülenler de Müslüman ve bu iş İslam adına yapılıyor. Mezhepler, meşrepler ve dünya görüşleri İslam’ı temsil etme iddiasında. Özellikle Bağdat, Musul, Kerkük, Halep, Hama, Trablusgarp ve Şam’da iç çatışmalar yaşanıyor. Bu olup bitenlerin ardındaki siyasal, ekonomik ve askeri uluslararası çıkar hesapları perdenin arkasında saklanmayı başarıyor. Kanlı kargaşanın kaldırdığı toz bulutu içinde Gazze Siyonist kara harekâtına maruz kaldı. Çatışmalar sürüyor. Güvenlik Konseyi, İnsan Hakları Konseyi ve İslam İşbirliği Teşkilatı gibi uluslararası işbirliği organizasyonlarının yaptığı tek şey izlemek. Özellikle “Musul başta olmak üzere Irak ve Suriye ekseninde yaşanan kaos ortamı” İslam dünyasını “tuzum kuru” tutumundan vazgeçirmek için yeterli olmadı. Yangını söndürmek için Türkiye dışında çare arayan, çırpınan uluslararası bir irade henüz ortaya çıkmadı.
Mevcut kaos ortamının Ortadoğu Müslümanlarının güvenliğini bütünüyle tehdit eder hâle gelmesi üzerine devletin siyasal girişimleri yanında Diyanet İşleri Başkanlığı da geçen Haziran ayı içinde bir sağduyu, barış ve kardeşlik çağrısında bulundu. Çağrıda, bütün bu olup bitenleri sadece kaygıyla izlemenin yetmeyeceği; dini-manevi sahadaki kanaat önderlerinden oluşan bir heyetin, mezhep odaklı kamplaşmaların ortadan kaldırılması için inisiyatif alması gerektiği ve Başkanlığın bu konuda görev almaya hazır olduğu belirtildi.
Diyanet İşleri Başkanlığının bu teklifi İslam dünyasında ilgi ile karşılandı ve Mısır ile Suudi Arabistan dışında 32 ülkeden 150’yi aşkın İslam âliminin katıldığı “Dünya İslam Bilginleri Barış, İtidal ve Sağduyu İnisiyatifi” toplantısı gerçekleştirildi. (İstanbul, 17-19 Temmuz 2014) Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bir konuşma yaptığı açılış Dolmabahçe sarayında gerçekleşti. Oturumlar ise yakındaki bir otelde devam etti ve üçüncü gün okunan sonuç bildirisi ile tamamlandı.
İkinci gün oturumunun açılış konuşmasında Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez toplantının ne kadar kritik bir dönemde yapıldığını ve katılımcıların sorumluluğunun boyutunu şu sözleri ile dile getiriyordu: “Bu toplantılardan sonuç alamaz, Müslümanların birbirlerine saldırmalarını engelleyemez, çatışmalara ve ölümlere son veremezsek, parçalanmış İslam dünyasından güç devşirenler yıllardır bir hapishaneye çevirdikleri Gazze’ye saldıracaklar, nice masum çocukların, kadınların ve yaşlıların üstlerine bombalar yağdırmaya devam edecekler. Ayrıca daha nice bölgelerde Müslümanlar savunmasız biçimde ölüme terk edilecek.”
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da yaptığı konuşmada, Filistin ve Gazze halkını verdikleri onur mücadelesi dolayısıyla bir kez daha selamladığını belirtirken, "Allah şahittir ki, o halk orada direnirken bize uyku haramdır, bize susmak haramdır. Çocuk bedenler orada yatarken kendi çocuklarımızı, onu hissetmeden bağrımıza basmak haramdır.” şeklindeki sözleri ile katılımcıların gözlerinde bıraktığıhüzün dikkatlerden kaçmadı.
Probleme çözüm getirmesi beklenen merciin siyasal yetkililer olduğu bilinirken niçin bir âlimler toplantısı öngörüldü? Böyle bir toplantının çözüm yolunda ne derece katkısı olması beklenir? Bu sorunun cevabı, geleneksel olarak ulemanın İslam toplumundaki yerinin ve etkinliğinin hatırlanması ile bulunabilir. İslam sosyal tarihi sürecinde niteliklerini yitirmemiş ulemanın toplumun etrafında kenetlenip bütünleşeceği ilke ve yöntemlerin benimsenip yaygınlaşmasında tartışılmaz bir yeri vardır. Hiçbir zaman elit olmak gibi bir talebi olmayan ulema tüm otoritesini ilmi yetkinlikten ve halk nezdindeki itibarından almıştır. Siyasal otoritenin halkı bir takım dayatmalara maruz bırakması, haksızlıklarda bulunması hâlinde usulünde yönetici erki uyarmak, böylece halk ile yöneticiler arasında bir iletişim ve denge unsuru olmak gibi bir role sahiptiler. Günümüzde ulema ile yönetici erkler arasında böyle etkili bir iletişimden söz etmek ne derece mümkündür? Ulemanın bu yapıcı ve etkin rolü yeniden üstlenmesinin yolu mutlaka bulunmalı.
Bizce "Dünya İslam Bilginleri Barış, İtidal ve Sağduyu İnisiyatifi” âlim profili açısından, biri tarihi arka plan ile, diğer ise güncel ile ilgili iki olguya dikkat çekici nitelikte idi. Tarihi arka plan, önceki İslam toplumlarında icra ettiği bütünleştirici saygın rol ile nevi şahsına has bir entelektüel birikime, ulema olgusuna işaret ediyor. Bu düzlemde ilim ve hakperestliğe dayalı bir otorite hâkimdir. Bu otorite “Sultan”a yaranmak için hakkı ört bas etmek şöyle dursun, onu açıklamak uğrunda her türlü ezaya katlanmayı cana minnet bilen bir anlayışa sahiptir. Âlim bu anlamda, idareci ile ilişki içinde olmayı ateşte yanmaya denk sayar. “Kurb-i sultan âteş-i sûzân” sözü onun bu anlayışını vurgular.
İslam dünyasında ulema profilinin yitirdiği değer ve otoriteyi yeniden kazanması yolunda çıkış noktası yakalanabileceği ümidi ise toplantının güncelle ilgili mesajını temsil ediyordu. Ne yazık ki özellikle müslümanlara yönelik harici ve dahili zulüm eylemleri karşısında -Mısır ve Suriye örneklerinde olduğu gibi- bazı ilim erbabının takındığı tavır alimin itibarını fena halde hırpalamıştır. İşte bu toplantı, İslam dünyası alimlerinin bir nefis muhasebesini yapmalarına, bir dayanışma ruhunu yakalama yolunda enerji yüklenmelerine medar olmuştur diye düşünüyorum.
“İslam coğrafyasındaki Şebab, IŞİD, Boko Haram gibi kendi dindaşına tetik çeken terör nitelikli hareketler nasıl ortaya çıktı? Tamam, bunlar birer terör hareketidir; evet Müslümanlara tetik çekiyorlar. Fakat işin arka planında ne var? Niçin bu insanlar bu tür cinayetlere yöneliyorlar? Zahiri gerekçeleri ne olursa olsun bu tür aşırılıkların arka planında adaletin kaybolması zulmün hâkim olması yer almaktadır.” “Önceki benzer toplantılarda katılımcılar birbirlerine mücamele yaparak durumu idare ederlerdi. Bugün ilk defa bu toplantıda, soruları kendimize yöneltmeyi denedik. Kendimizi eleştirdik” gibi tespitler bizce önemli idi. Arıca Şii-Sünni ayrışmasının ortadan kaldırılması yönünde tutum ve çabalar öne çıktı. İslam temel kimlik olduğu, mezhep ve meşreplerin alt aidiyetler olduğu ve bunların İslami birlik ruhunu zedeleyecek noktaya yaklaştığı oranda temel kimlikten uzaklaşılmış olacağı dile getirildi. Tarihi olaylardan çok hali hazır vakıalar üzerinden yürünmesi ve geçmişin baskısından kurtulmak gerektiği vurgulandı.
Siyasi liderler ve yetkililer nezdinde görüşmeler yapması için üçü yedek on kişilik temsilciler heyetinin belirlenmesini toplantının bir anlamda sürekliliğini sağlamaya yönelik olumlu bir çaba olarak değerlendiriyorum.
Diyanet İşleri Başkanının kapanış oturumu öncesinde “Hz. Hüseyin kadar Hz. Hasan da bizimdir. O mübarek zatın yaptığı barış anlaşmasının bize vereceği hiçbir ders yok mudur?” şeklindeki hatırlatması oldukça anlamlı ve gerçekçi idi.