Makale

Batı Medeniyetinin Göç ve Göçmenle Sınavı

Batı Medeniyetinin Göç ve Göçmenle Sınavı

Doç. Dr. Kadir Canatan
Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümü

Avrupa ülkeleri, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana göç almaya başlamışlar ve bugün resmî söylemleri itibarıyla kabul etseler de etmeseler de vakıa olarak birer “göç ülkesi” ya da “göç toplumu” hâline gelmişlerdir.

Sosyolojik anlamda göç, sadece mekânsal bir hareketlilik değildir, o aynı zamanda toplumsal bir hareketliliktir. İnsanlar daha yüksek yaşam standartlarına erişmek için bulundukları yerleri terk ederler. Göç motifleri değişse de bu amaç çoğu zaman ortaktır. Bazen eğitim, bazen iş, bazen de her iki amaçla yerini terk eden kişiler, yeni mekânlarında daha iyi bir yaşam tarzını hayal ederler. Fakat onların bu hayallerini gerçekleştirmeleri, sadece kendi istek ve çabalarına bağlı değildir. Göç olgusunu yönlendiren devletlerin göç politikaları kadar göç edilen toplumun özellikleri ve göçmenler karşısındaki tutumları da bu süreçte önemli bir rol oynar.
Avrupa ülkeleri, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana göç almaya başlamışlar ve bugün resmî söylemleri itibarıyla kabul etseler de etmeseler de vakıa olarak birer “göç ülkesi” ya da “göç toplumu” hâline gelmişlerdir. Avrupa’ya göçün oluşum biçimine bakacak olursak, göçün kırılma noktaları; İkinci Dünya Savaşı’nın sonu, Soğuk Savaş, Avrupa Birliği’nin doğuşu, Berlin Duvarı’nın yıkılışı gibi hep önemli olaylara denk düşmüştür. Göç grafiğinin gelişimini incelediğimizde en az üç aşamadan bahsedebiliriz: Altmışlı ve yetmişli yıllarda göç rakamları, Avrupa’da hiçbir zaman görülmemiş bir biçimde artış göstermiştir. Buna karşın seksenli yıllarda göç grafiği düşüşe geçmiştir. Bu, kısmen yetmişli yıllarda göç politikalarında meydana gelen değişmeler ve alınan önlemlerle ilgilidir. Doksanlı yıllar, tekrar büyük bir göç dalgasına sahne olmuştur.
Daha somut rakamlarla bu gelişmeyi ifade edecek olursak, 1960 yılına kadar 15 Avrupa Birliği ülkesine 6,5 milyon göçmen gelmişken, 1980 yılına kadar bu miktar 13 milyonu aşan bir düzeye erişmiştir. Seksenli yılların içinde ise, 3 milyon bir artış kaydedilmiştir. Doksanlı yılların sonuna doğru geldiğimizde 20 milyona yaklaşan bir göçmen kitlesinden bahsedilmektedir. Şüphesiz ki Avrupa’da toplam göçmen sayısı bu rakamlarla sınırlı değildir. Diğer Avrupa ülkeleri de dikkate alınırsa bu rakamlar daha da yükselecektir.
Göç ve göçmen miktarı, zaman içinde artmışsa da yıllar itibarıyla azalan bir eğilim göstermiştir. Bunun sebebi, içerde baş gösteren ekonomik kriz ve göçmen aleyhtarı hareketler ile bu gelişmelere kayıtsız kalamayan hükümetlerin tepkileridir. Siyasal tepkiler, kendini daha çok seçici göç politikası şeklinde duyurmuştur. Bu noktada, 1973 ve 1974 yıllarında baş gösteren ekonomik durgunluk önemli bir başlangıç noktasıdır. İşsizliğin yükselmesi ve göç yasağının ilan edilmesi, yeni göçleri engellemekle kalmamış, bazı göçmen grupların kendi ülkelerine geri dönmesine de yol açmıştır. Söz gelimi pek çok Güney Avrupalı göçmen kendi ülkelerine dönüş yapmışlardır. Bu tarihlerden itibaren göç politikaları giderek sertleşen bir karakter kazanmıştır. Fakat göçün oluşumu ve dünyada meydana gelen yapısal değişmeler göç hareketlerinin önünü hiçbir zaman tam olarak kesmemiştir.
Göçün aşamaları, belirli göç tipleriyle baş başa gitmiştir. Ellili ve altmışlı yıllara uluslararası işgücü göçü damgasını vururken, yetmişli yıllarda sosyal bir göç niteliği taşıyan aile birleşimi ortaya çıkmıştır. Aile birleşimi, sürekli ertelenen geçici göç olgusuna süreklilik kazandırmış ve seksenli yıllara geçişle birlikte “konuk işçilik”ten “yerleşik göçmenliğe” doğru bir evrim yaşanmıştır. Seksenli yıllar, Türkiye’de ve dünyada meydana gelen siyasal değişmelerle birlikte, mültecilik olgusunun doğuşuna yol açmıştır. Bu dönemde aile oluşturmak isteyen ikinci kuşak göçmenlerin de eşlerini yanlarına aldırmalarıyla çok sayıda insan Avrupa’ya yönelmiştir. Söz konusu göç tipleri doksanlı yıllarda da varlığını devam ettirmiştir.
İki binli yıllara geçişle birlikte, göç ve göçmen politikalarında yeni bir kırılma yaşanmıştır. İstenilen düzeyde entegrasyonun gerçekleşmemesi ve 11 Eylül saldırılarının yarattığı güvenlik krizi, çok kültürlü toplumların geleceği konusunda yeni bir tartışmayı tetiklemiş ve karamsarlığa yol açmıştır. Yıllar içinde sürdürülen “az göç, çok entegrasyon” politikası, yeni milenyumda uç noktasına erişmiştir. Bu noktada göç, iyice sınırlandırılıp ve sadece nitelikli göçmenlere kapı açık tutulurken, entegrasyon politikaları da asimilasyon politikalarına doğru bir dönüşüm geçirmiştir.
Göç karşısında yerel ve ulusal halkların tepki ve tutumlarını, göçün gelişim evreleri ve izlenen politikaların seyri açısından incelemek öğretici olacaktır. Uluslararası göç hareketlerine karşı ilk toplumsal tepkiler yetmişli yıllarda ortaya çıkmıştır. Daha sonraki yıllarda giderek önem kazanacak olan yeni ırkçı ve faşist partiler bu dönemde su yüzüne çıkmaya başlamışlardır. Göç(men) aleyhtarları, seslerini en güçlü bir şekilde Berlin Duvarı’nın yıkılışının ardından duyurmuş ve hatta fiziksel saldırılara kadar varan şiddet eylemlerine imza atmışlardır. İlk önce Almanya’da mülteci kamplarına yönelen ırkçı şiddet, daha sonra hızla söz konusu ülkede yaşayan Türkiyeli göçmenlerin evlerini ve kuruluşlarını kundaklamaya yönelmiştir.
Soğuk Savaş sonrasında göç ve göçmen aleyhtarlığı, yerini yeni bir düşmanlık türüne bırakmıştır: İslamofobi… İslamofobi, ırktan ziyade din ve kültür temelinde Müslümanlara yönelik nefret ve ayrımcılık duygularını ifade eden yeni bir kavramdır ve son 25 yıl içinde Batı dünyasında toplumsal ve siyasal bir trend hâline gelmiştir. İslamofobi, önemli oranda Soğuk Savaş sonrası dönemde geleneksel düşmanını (komünizm) kaybeden Batı dünyasının ürettiği antiislamizm ideolojisinin bir ürünüdür. Başka bir deyişle İslamofobi, entelektüel ve politik bir eğilim olan antiislamizm tarafından üretilmiş ve kitlelere empoze edilmiş bir korku biçimidir. Batı dünyası, “Kızıl düşman”ını kaybedince, ortaya çıkan boşluğu doldurmak üzere bunun yerine “Yeşil” bir düşman ikame etmiştir. Soğuk Savaş sonrası devreye giren antiislamist söyleme göre komünizmin çökmesiyle Batı’ya yönelik tehditler bitmemiştir, dünyanın başka bir yerinde (Orta Doğu’da) yeni bir tehdit baş göstermiştir. Bu tehdidi söz konusu coğrafyada anlamlı kılan en önemli gelişme İran İslam Devrimi ve bu olaydan sonra Müslüman dünyada İslami hareketlerin su yüzüne çıkmış olmasıdır. Bu bakımdan antiislamizmin kökeni bu olaya kadar geri gitmektedir. Bu arada, elbette Batı’da İslam imgesini olumsuz kılacak tarihsel bir arka planın bulunduğu da söylenmelidir.
Antiislamist hareketlerin en bariz özelliklerinden birisi, Müslüman ülkelerden kaynaklanan göçe karşı olmalarıdır. Gerekçesi şudur: Müslüman göçmenlerin değer ve normları, Batı dünyasının değer ve normlarıyla bağdaşmamaktadır ve bu nedenle Batı toplumlarına entegre olmaları zor, hatta imkânsızdır. Bu anlamda antiislamizm ideolojisinin özünde “Medeniyetler Kavgası” fikri yatmaktadır. Buna göre İslam, Batı uygarlığından farklıdır ve bu farklılık, neticede uygarlıklar çatışmasına kadar gidecek bir süreci besleyecektir. Çok kültürlülük, rengârenk kültürlerin uyumlu bir orkestrası değil, medeniyet kavgalarına yol açacak bir çelişki ve çatışma kaynağıdır. Özellikle artan Müslüman göçü ve göçmen kitlesi, Batı dünyasında, dışarıdaki bir tehlikenin içeriye sızmış bir uzantısı olarak algılanmaktadır.
Avrupa Sosyal Araştırması’nın verileri, Avrupa toplumlarının göç karşısındaki tutumları konusunda bazı sonuçlar çıkarmamızı mümkün kılıyor. İlk olarak göçe karşı çıkanların oranı, istatistiksel bakımdan düşük olmakla birlikte göç karşısında seçici bir tutumun olduğu açıktır. Bu seçicilik, özellikle göçmenlerin kökeni bakımından söz konusudur. Avrupa toplumları etnik ve ırksal bakımdan kendilerine yakın olan göçmenler ile yakın olmayan göçmenler arasında bir ayrım yapmaktadır. Öte taraftan, gelip yerleşmesi söz konusu olan göçmenlerin miktarıyla ilgili bir seçicilik gözlemlenmektedir. Avrupa toplumları mümkün olduğunca az sayıda göçmeni kabul etme eğilimindedir.
İkinci olarak göçmen karşıtı kesimin kimliği ve toplumsal kökeni, genellikle orta yaş grubunu (31-45) temsil eden orta öğretimden geçmiş, evli ve dindar kesimle özdeşleşmiş gözükmektedir. Göç karşıtlığının bu kesimde daha fazla taraftar bulması, muhtemelen onların tutucu olmaları ve istikrarlı bir toplum arayışından kaynaklanmaktadır. Bunun dışındaki etkenler (cinsiyet, siyasal görüş vb.) pek etkili değildir.
Üçüncü olarak göçmen karşıtları en fazla sosyal ve ekonomik nedenlerle göçe karşı çıkmaktadırlar. Bunlara göre göç, ülke ekonomisine ve sosyal yaşamına faydadan ziyade zarar verecektir. Kültürel nedenler, daha az sakıncalı olarak görülmekle birlikte önemli bir kesim (yüzde 42) için bu da ülkenin kültürel hayatına zarar verici bir gelişmedir.
Özetlersek; göç olgusu, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa toplumlarının bir gerçeği olmakla birlikte giderek daha olumsuz bir tutumla karşılanmaya başlanmıştır. Hem göç politikalarında hem de toplumun tepkilerinde seçici bir algı ve tutum belirleyici olmuştur. Avrupa’nın göçle ve göçmenle sınavında, ortaya çıkan yabancı düşmanlığı, ayrımcılık ve islamofobi olguları bu sınavın başarılı olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.