Makale

Biz Neyi Kaybettik?

Biz Neyi Kaybettik?

Büyüklüğünce ve aydınlığınca güneş kendini sise bulanmış mutantan binaların arasından göstermeye çabaladığında, henüz sabahın ilk saatlerinde havaya hâkim olmaya başlayan kirli beyaz bulutlar, sarıyla bezenmiş bir koşturmacayı da beraberinde getirir. Sabahların yorgunluğunda bulduğumuz hayatlar, şehrin sabahının rengi gibidir. Mağrur ve bir o kadar da umarsız harabeyle tıka basa dolu şehirleri yaşanabilir kılan nedir diye düşünmeden edemeyeceğiniz böyle günlerin başlangıcında, alelacele şehrin kalabalığına karışırken ne zaman güneş doğar, ne zaman sabahın soluk sarısı yerini akşamın karanlık kızıllığına bırakır, ne zaman insanlar yollara düşer anlayamazsınız.
Şehirlere gün böyle doğar. Susuz beldeler kendi kuraklığında kavrulurken, coşkun ırmaklar kendi derinliklerinde boğulurken, şehirler de kendi kalabalığında anlaşılmaz bir hızda kaybolup giderler, bir sonraki günün gri tonunda yeniden hayat bulmak üzere.
Attığımız acele adımlar dahi hayatımızı peşinden sürükler şehirde. Saatlerin gayretli yol alışı gibidir ömrümüz, nereden baksanız bizi zamanın ince çizgileri arasına bağlayan sağlam zincirlerimiz vardır, şehirlerin kuytu karanlıklarına ışıltılı oynaşmalarına çeken yapışkan zincirlerimiz. Belimize, ayaklarımıza, kollarımıza dolanan, tahrişlerine aldırış etmediğimiz zincirlerimiz. Şehir denen şu birbirine geçmiş betondan ve demirden halkalar diyarı sıktıkça sıkar, canımız yanar.
Zincirlerimiz ve şehirlerimiz canımızı ve içimizi acıtır.
Şehirlerde hayat hızlı başlar ve öyle biter.
O yüzden şehirlerin anlamaya ve anlatmaya gelmeyen bir yanı olduğu düşünülür her zaman, ne kadar anlatılsa, anlatılmaz kalır, eksik kalır ve şehri anlatmaya başladığınızda onu anlamadığınızın hatta kaybettiğinizin farkına varırsınız; zengin ama yıpranmış, canlı ama soluk, muhkem ama virane.
Tepedeki kayalıklar ürkekçe seyrederken şehirde olup bitenleri ve iyice parçalara ayrılırken her geçen gün her bir parçası, geride kalanın hatırasıyla birlikte dağılır irili ufaklı yapıların arasına. Ve serpilerek insanların tüm bedenlerine işler nefesleriyle birlikte. Betonun kuru kokusu, yeşilin soğuk tonu, beyazın kirli rengi… Sonu görünmez yapıların üstünü mesken edinmiş bulut kümelerinin ardında belli belirsiz gökyüzü ve sesi soluğu kesilmiş insanlar... Şehrin benleri o kadar çoktur ki, ne dertleşecek birini bulabilirsiniz ne de dertleşmeye zaman ayırabilirsiniz.
Eviniz bir avuç yerdedir şehirde, kimsenin farkına varmadığı hınca hınç köşelerin birinde. Bir karış olduğunu evlerin, kapıların ve pencerelerin duyarsız olduğunu kimse yadırgamaz. Zaten aldıran da olmaz. Bütün duyguların şehri terk edip gittiğinden beri her bir evden yükselen yorgun bir çığlıktır şehirler. Dikkat kesilip de bu çığlığı duyamıyorsanız betonların soğuğuna terk etmişsinizdir baharı, alışkanlıklarına kolayca teslim olmuşsunuzdur şehrin ve onlara isyanda bu kadar zorlandıysanız, izin vermişsinizdir tehditlerine, sizi biçimlendirmesine. Bir baştan bir başa dar vakitlere sıkıştırılmış bir hayattır yaşadığınız, akşamları toplanmak üzere sabahları dağılıp gidersiniz her zaman, başka çaresi yok.
Ve dağılıp giderken, önünden huzur içerisinde geçebileceğiniz bir cami haziresi bulamıyorsanız, bulamıyorsanız tutunacak emin ve güvenilir bir yer, hâlâ bir gölgelik bulamıyorsanız, küçük balıkçı tekneleri göremiyorsanız deniz kenarlarında, balkonlarda çiçekler yoksa gönlünüzün semalarına yükselmiyorsa kuşlar ve hasretse kuş seslerine gökyüzü, daralıyorsanız, yakıyorsa içinizdeki cılız sesin harlı ateşi sizi, ne yapacaksınız o zaman? Selam verecek birilerini aramıyorsanız sokaklarda, mutlu insanların olduğu mahalleler yoksa hayırlı işler diyemiyorsanız dükkân sahiplerine, sevdiklerinizi aklınıza düşürmeye fırsat vermiyorsa zaman, neye yarar şehirler?
Yakında yüksek ve mağrur binalar güneşi göstermeyecek, geceleri kara bulutlardan gökyüzünü göremeyeceksiniz, yıldızları görmeden nasıl yaşayacaksınız? Dağlar, ormanlar, nehirler olmayacak şehirlerin etrafında, sayısız parmaklıklı pencerelerden kaldırım taşlarının aralarında hayata tutunmaya çalışan tek yapraklı çiçeklere bakamayacaksınız. Yıkılan ve yeniden yapılan sonra tekrar yıkılan ve sonra tekrar yeniden yapılan şehirler ve onların caddeleri, meydanları nasıl ulaştıracak aydınlığa, yolunuzu kaybederseniz ne yapacaksınız? Ruhunuzun bunaldığı, üstünden göçmen kuşlarının dahi geçmediği, saklı duyguların tedirgin kaba yüzü şehirlerin havası insanı nasıl özgür kılacak?
Kendimize ve yaratılmış her şeye yabancılaşmışken, hep bir yanımız eksik kalacak, aksak olacak hep bir yanımız, nasıl ayakta duracağız?
Biliyorsunuz şehrin ışıkları alabildiğine yükselir gökyüzüne de göstermez yıldızları, şehrin tahammülü yoktur yıldızlara ve tahammülü yoktur yıldızların, ayın ışığına. Yıldızların olmadığı bir dünyanın şehirleri yeni bir günün sabahını bekleyenler için sıkıntıdan başka nedir ki? Şehrin deli dolu sokaklarında, caddelerinde, meydanlarında hep koşturmalısınız, hep hızlı olmalısınız, hep telaştır yaşadığınız. Beklemeyi sevmeyen, bir arada ama birbirine yabancı insanların olduğu ve içinde ümitsizliğin hayat bulduğu şehri nasıl seveceksiniz? Tedirginlik içerisinde yaşattığı insanların bıkkınlığı ile her sabah güvensizliğe uyanan kendini beğenmiş şehirlerden uzak durmalısınız. Ama gökyüzüne bakarken mutlu olabileceğiniz yeni bir şehir de bulamazsınız, yeni sokaklar, mahalleler bulamazsınız, nereden bulacaksınız ki bütün şehirler birbirine benzer.
Tut ki şehri sevseniz, kimsesizlerini, yetimlerini, sokaktaki çocuklarını çok sevseniz, yani terk edilmişliği sevseniz; büyüklüğünü, heybetini, eziciliğini, sıkışmışlığını, göz kamaştıran gölge oyunlarını yani tehditkârlığını sevseniz, yine de şehrin gözleri soğuk bakar insana. Şehrin gözleri çıkmaz sokaklarında tutunacak dalı kalmamış insanların özlemleri ve yakınmaları ile doludur. Hayatlar görürsünüz yaşanıldığının farkında olunmayan, varlığı ve yokluğu, sevinci ve üzüntüyü, canlılığı ve durgunluğu görürsünüz.
Şu sınırsız mekânlardan, yığıntılardan, şu rahatsız edici yanıp sönen ışıklardan, şu tükenmişlikten, yorgunluktan, şu hengâmeden bıkmalı değil miydik? Şu tebelleş tuğyan bizi düşündürmeli değil miydi? Yaslanmalı değil miydi kalbimiz şehre ve ruhu ruhumuzla mezcedilmeli değil miydi?
İçimizdeki şehrin kapıları ne zaman açılacak öyleyse, esenlik ve güven içinde girmek için ne zaman yeşerecek gönlümüzde muhabbet beldeleri, şu fani dünyanın kuşatması ne zaman yarılacak, tehditkâr, köksüz mottoları ne zaman çekip gidecek hayatımızdan? Bilge beldeler, kadim yurtlar, erdemli şehirler ne vakit akıl dünyamızın ütopyası olmaktan çıkacak?
Aradığımız biraz sakinlikse, şehre karışmaktan alıkoyacak biraz dinginlikse peşinden koştuğumuz, bir esenlikse istediğimiz, kutlu insanların şehristanına girmeliyiz, başka türlüsü güç.