Makale

KUR’AN’DA BİLGİ-AMEL (EYLEM) İLİŞKİSİ

KUR’AN’DA BİLGİ-AMEL (EYLEM) İLİŞKİSİ

Mevlüt ERTEN*

Özet:

Bilgi ve bilginin getirdiği sorumluluk (amel) insan hayatında her zaman önemli bir husus olagelmiştir. Kur’an’da iman ve amel bir çok yerde beraber kullanılmıştır. Bundan dolayı hep iman-amel ilişkisi ön plana çıkmış bilgi ve amel konusu ise gölgede kalmıştır. Ancak Kur’an’ın kelime ağına baktığımızda bilgi ve amel birlikteliğine de çok yer verildiğini görürüz. Bu yazıda, bu iki kavramı ve aralarındaki ilişkiyi ele aldık. Çalışmamızda ilk olarak Kur’an’da bilgi ve amel kelimelerinin kullanımı ve aralarındaki ilişkinin boyutlarını temellendirmek için bilgi ve amel kavramlarının anlam alanı üzerinde durduk. Daha sonra bilgi-amel ilişkisinin boyutları; bilginin getirdiği sorumluluk,amelin temel unsurları, .fikri amel, fikri bir amel (yorum) ve taklit konularını işledik. Son olarakta bilgi ve iman ilişkisini ele aldık.

Anahtar kelimeler: Bilgi, amel, taklit, iman, sorumluluk, irade, kudret, fikri amel, yorum.

Abstract:

Knowledge-Action Relationship in the Qur’an

Knowledge and the responsibility brought by knowledge (action) have always been significiant subject in human life, in the Quran, the words “...believers and that have good practice” are used several times. That is belief and practice are used with each other. As a result of this, the relation between belief and action is always given priority, while this casted knowledge-action subject in shadow. However, when we look at the words used in Quran, we see that there are many knowledge and action words used, in this article, we studied both of these concepts and also we studied their relations each other. Firstly,, in order to establish the aspects of knowledge-action relationship, it was required to explain the field meanings of knowledge and action terms and we did so. Then we dealt with the aspects of knowledge-action relationship; The responsibility brought by knowledge, the base element of action, mental action, a mental action(interpretation) and imitation. Consequently, we studied the relation between knowledge and belief..

Key words: Knowledge, action, imitation, belief, responsibility, desire, power, mental action, interpretation.

ilmiyle amel etmeyen alim, cehaletten uyanmayan, tereddüt içinde şaşırıp kalan cahile benzer. Onun aleyhindeki hüccet daha büyük, onun pişmanlığı en derin pişmanlıktır. Allah katında en fazla kınanacak olan da o dur.’ (Ali b. Ebi Talib)

Giriş

Allah insana yer yüzünde halifelik (idareci) olma şerefini vermiştir. Bunun gereği olarak da onu bazı üstün özelliklerle donatmış ve yarattıklarından bir çok şeyi de onun kontrolüne bağışlamıştır. “Buna karşılık muhlis kullardan beklenen şey, Kur’an’da Araf süresi 181. ayetinde belirtildiği üzere şudur: 1) Hak (gerçeklik) ile rehberlik etmek, 2) Hak ile adaleti müessese haline getirmek1 Bu iki görevi gerçekten yerine getirebilmemiz için bize gerekli olan şey ise bilgidir.”2 Yani amel için bilgi önemlidir ve gereklidir.

Bilgi ve bilmeyi esas alan kelime olan el-‘ilm Kur’an’da en çok kullanılan kelimelerden birisidir. Bu nedenle ‘ilm kelimesi ve ondan türeyen isim ve fiiller Kur’an’da yaklaşık olarak yediyüz elli yerde geçmektedir.3 İlm kelimesinin müradifleri (eşanlamlıları) olan ve “çoğu kez epistemolojik bir mana ifade eden hikmet ve kitâb gibi kelimeler, ‘anlama’ (fehm), ‘farkında olma’ (ş‘er), ‘akletme’ (,taakkul) v.s gibi terimler (bunlardan türeyen yüzlerce isim, sıfat ve fiiller) yukarıdaki sayının dışında kalmaktadır. Bir de, bu kelimelerin zıtlarını düşünürsek, Kur’an’ın epistemolojik terimler örgüsünün ihata gücünü tahmin edebiliriz.”4

Kur’an’m yanında Hz. Peygamber’in hadislerinde de bilgi gereken yerini almıştır. Bu hususu görmek için, hadis külliyatına bir göz atmak kafidir. Başta Kütüb-i Sitte olmak üzere her hadis kitabında yer alan müstakil Kitâbu’l-‘îlm bölümleri buna en güzel örnektir.

Diğer taraftan Türkçemize Arapça’dan aynen geçen ‘amel kelimesi de Kur’an’da en çok kullanılan kelimelerdendir. Sadece iman ve salih amel ifadesi beraberce elliden fazla yerde kullanılmıştır.5 Bütün bunlar bu iki kavramın Kur’an’m kelime ağında önemli yere sahip olduğunu göstermektedir.

Bu bağlamda bilginin önemi ve çok değerli bir kazanç olduğu Kur’an’m bir çok ayetinden açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Her şeyden önce okuma yazma bilmeyen bir toplum içinden çıkmış Ümmi bir Peygamber’e gelen ilk ayetlerin okuma ve yazma emri olması- “Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı alaktan (embriyo) yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir. O, (insana) kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmediğini öğretti.”6- Kur’an’ın bilgiye işin başında değer ve önem atfettiği anlaşılmaktadır. Bu ise hakikaten heyecanlandırıcı bir durumdur.

Keza Allah Teala birliğine kendisiyle beraber melekleri ve bilgi sahiplerini şahit tutmuş ve kulları içinden ancak bilginlerin, kendisinden gereğince korkacağını bildirmiştir.

“Allah, kendisinden başka tanrı olmadığına şahitlik etti. Melekler ve bilgi sahipleri de (ulu’l-İlmi) O’ndan başka tanrı olmadığına adaletle şahitlik ettiler. O, azizdir, hakimdir.”7

Bu ayette Allah, kendinden başka ilah olmadığına yani, tevhide, önce kendisini ikinci olarak melekleri daha sonra da bilgi sahiplerini şahit tutmaktadır. Böylesine önemli bir konuda, Allah’ın kendisiyle beraber meleklerin ve bilgi sahiplerinin şahitliklerine vurgu yapması onlara, dolayısıyla bilgiye verdiği değeri ve önemi açıkça ortaya koymaktadır.

“Kulları içinden ancak bilginler, Allah’tan (gereğince) korkar.”8

Allah haşyetini, Allah korkusunu, Allah saygısını kulları içinden ancak ulema duyar ve ancak Allah’ı bilenler o saygıyı hissederler. Yani “...Sen ancak görmeden Rablerinden korkanları uyarırsın...” (35. Fatır, 18) ayetinde buyurulduğu üzere Allah saygısını müstemirren duyup da Peygamberin inzarmdan müstefid olacak ve binaenaleyh temizlenip korunacak olanlar

Allah’ı celal-ü cemaliyle sıfatı kemaliyle bilen ehli ilimdir. Çünkü bir şey hakkında saygı onun şanına olan bilgi ve bilginin derefcesiyle mütenasip olur. Bir kulun da Allah’a dair ilmi ne kadar kemalli ise haşyeti de o nisbette kamil olur. Onun için Resulullah "Ene ahşâkum lillâh ve etkâkum: Ben sizin Allah ’dan en çok korkan ve O’na karşı en çok sorumluluğunun bilincinde olanınızın”9 demiştir.10

Bu ayet hem bilginin önemini vurgulamakta, hem de bilgi sahibi kişiler (alimler) için ulaşılması gereken en yüce mevkiyi belirlemektedir. Zira bir kişi, içinde Allah korkusu taşıyorsa, o zaman ayetin bahsettiği ‘alim’ sınıfına girer. Nitekim Abdullah b. Mesud’dan nakledilen bir söz bu hususu doğrulamaktadır. “İlim sadece çok sayıda hadis bilmek değildir. İlim Allah’tan çok korkmaktır.” Haşan Basri (ö. 110/728), “alim, Allah’ı görmediği halde korkan, Allah’ın sevdiğini seven ve Allah’ın sevmediğinden uzak kalan kimsedir” diye buyurmuştur ki, bu ayet böyle kimselere işaret etmektedir.11

Bu ayette kibirlenerek nefsi arzularına uyup bildikleri ile amel etmeyenlere bir işaret vardır. Birçok ayette yerilen kibirliler ve kendini beğenmişler,12 nefislerinin arzularına uyarak Allah’ın ayetlerinden yüz çevirdiklerinden, ne bilirler ne de anlarlar. Kibirlenerek ve nefislerinin arzularına uyarak bildikleri ile amel etmeyi terk ettikleri için bilmekten ve anlamaktan mahrum tutulma cezasına çarpılmışlardır. Oysa Rablerinden korkanlar bildikleri ile amel ettiklerinden Allah kendilerine bilgi ve rahmet bağışladı. Çünkü bildikleri ile amel eden kimseye Allah bilmediklerini öğretir.13

Dolayısıyla diyebiliriz ki, yukarıdaki ayet Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olup kibirlenmeyen ve bildikleriyle amel eden alimlere işaret etmektedir. Yoksa her bilgi sahibi Allah’dan korkar anlamında değildir. Burada son olarak Kur’an’da bilginin önemini ve değerini vurgulayan ayetlerden bazılarını sunalım:

“... Allah sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilmiş kimseleri yüksek derecelere çıkarır.”14

“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”15

“Ve kendilerine bilgi verilmiş olanlar da (ulu’l-İlme) onun (Kur’an’m), Rabbinden gelen gerçek olduğunu bilsinler de ona inansınlar; böylece kalpleri ona saygı duysun...”16

“... Rabbim (Allah), bilgice her şeyi kuşatmıştır...”17

Peygamberimiz; “Rabbim, bilgimi (ilm) artır.’AS diye dua etmekle emrolunmuştur.

Buraya kadar ifade edilenler bilginin önemli ve kıymetli bir kazanç olduğunu açık ve net bir şekilde ortaya koymaktadır. Ancak bilgi tek başına, acı bir silah ve boş bir uyarıcı halini alabilir. Bunun örneklerini hayatımızda daim surette korkunç bir şekilde görmekte duymakta ve tecrübe etmekteyiz. Dolayısıyla Allah Teala “Körle gören bir olmaz. İnanan ve iyi işler yapanlarla kötülük yapan bir olmaz. Ne kadar az düşünüyorsunuz!”19 buyurur. Bunun anlamı; “kör de gören ile müsavi olmaz -yani mebde ve meadmda hakkı tanımaz olan kör kalbli ile hakka arif olan basiret sahibi ilm ehli müsavi olmaz. İlmi olup da mucebiyle amel etmiyenler, görüp de görmezceden gelenler de görmez hükmündedir. Onun için temsilden tahkike geçilerek buyuruluyor ki- iyman edip salih ameller işliyenlerle ne de kötülük yapan-bunlar da müsavi olmaz.”20 Bundan dolayı diyebiliriz ki, Kur’ag bilgi kadar, hatta daha çok amele önem vermiştir. Bu da açıkça bilgi ile amel arasında ayrılmaz bir ilişki olduğunu ortaya koymaktadır.

İşte biz bu çalışmamızda, Kur’an’m kelime ağında önemli yer işgal eden bu iki kavram ve arasındaki ilişkiyi çeşitli boyutlarıyla ele almayı hedeflemekteyiz. Ancak bu ilişkinin boyutlarını temellendirmek için öncelikle bilgi ve ‘amel kavramlarının anlam alanını aydınlatmamız ve bu kavramlardan neyi kastettiğimizi belirlememiz gerekmektedir.

Bilgi ve Amel Kavramlarının Anlam Alanı A-Bilgi Kavramının Anlam Alanı Lügat Anlamı

Anlam alanını aydınlatmamız gereken kavramlardan ilki olan bilgi, İslami terminolojide genel olarak el-‘ilm terimiyle ifade edilir ve sözlükte, ‘mutlak olarak bilmek, şuurda hasıl olmak, sağlam ve kesin bir biçimde bilmek’ veya ‘bir şeyin gerçeğini bilmek’ gibi anlamlara gelir.21 Kelimenin esas manası budur.-2 O gerek İslam öncesi şiirde, gerek Kur’an’da ve gerekse kelamda, aynı manayı taşır.23 Türkçe’ye de aynen geçmiş ve ilim olarak kullanılmaktadır.

Terim Anlamı

Bilginin terim anlamına gelince; o, ilk devirlerden beri teknik anlamda gerek filozoflar, gerek kelamcılar, gerekse mutasavvıflar tarafından çeşitli şekillerde tanımlanmış ve ele alınmış bir kavramdır.24 Biz bu tanımlara boğulmadan filozofların, kelamcıların ve mutasavvıfların tanımlarını kapsayan Cürcânî (ö. 816/1416)’nin kendisinin ve naklettiği diğer bilgi tanımlarını aktarmakla yetineceğiz. Cürcânî önce kendisinin sonra da filozofların bilgi tanımları hakkında şöyle der: “Bilgi, gerçeğe uygun olan kesin inançtır (itikad-ı cazim). Filozoflar (hükema) ise bilgiyi şöyle tanımlamışlardır : Bilgi, bir şeyin suretinin akılda hasıl olmasıdır.”25 Cürcânî’nin aktardığı diğer bilgi tanımları ise şunlardır: “Bilgi, bilinenden gizliliğin (hafa) kalkmasıdır. Bilgi, tarife ihtiyacı olmayandır. Bilgi, küllî ve cüz’î şeylerin kendisiyle idrak edildiği bir meleke (sıfatün rasiha) dir. Bilgi, nefsin bir şeyin anlamına ulaşmasıdır. Bilgi, akleden (özne) ile akledilen (nesne) arasındaki özel ilişkidir.”26

Yukarıdaki tariflerden hangisini alırsak alalım, bilginin, birbirinden ayrılmaz iki öğeden oluştuğunun vurgulandığını görürüz: Bunlardan birisi, bilen (insan) diğeri ise bilinen, bilinebilen ve araştırılan şey (varolan şey)dir. Her bilgi, bu iki öğeye, bunlar arasında kurulan bağa dayanır. Bilene (insana), bilgi teorisi terminolojisinde ‘süje’; bilinen, bilmeye konu olan şeye de ‘obje’ adı verilir. Obje var olan şeydir. Bu var olan şey, doğal bir şey, tarihsel bir belge, dil, yazm yapıtı, matematik bir problem, psişik, sosyal, ekonomik bir fenomen olabilir....27 Buna göre, “bilgi daha ziyade bilen (özne) ile bilinen (nesne) arasındaki ilişki, yahut bilme eyleminin belli bir ifade şekline bürünmüş sonucu olarak anlaşılmıştır.” 8

Cürcânî’nin zikrettiği tariflerden anlaşılacağı üzere bilgi, bilen (özne) ile bilinen (nesne) arasındaki ilişkinin sonucudur. Dolayısıyla bilgi, en genel anlamda bilen (özne)in sahip olduğu tüm zihinsel birikimlerdir.

Bilgi kavramının anlam alanını tespit ettikten sonra ikinci kavramımız olan amel kavramına geçebiliriz. ’

B- Amel Kavramımı! Anlam Alam

Lügat Anlamı

Arapça’dan Türkçemize aynen geçen amel (el-‘amel) kelimesinin lügat anlamı, ister fiziksel isterse zihinsel olsun, ‘bir şey yapmak, etmek, işlemek, çalışmak’ gibi anlamlara gelir. Yani eylemde bulunma. Kur’an’da zekatla ilgili bir ayette şöyle buyrulmaktadır: “Sadakalar (zekatlar), Allah’tan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere, onlar üzerinde çalışan memurlara (âmilîıı), ... mahsustur.”29 Anlamak, kavramak için aklını bir şeye veren kişiye de a’mele fülânun zihnehü fi kezâ ve kezâ denir.3 Yani fikri amel. ...

Terim Anlamı

Amel kelimesinin terim anlamına gelince; o canlı bir varlık olan insandan bilinçli olarak meydana gelen bütün eylemlerdir.31 Allah Teâlâ, Necm süresi 39-40. ayetlerde şöyle buyurur: “İnsana uğrunda çaba gösterdiği (ma seâ) dışında bir şey verilmeyecektir. Ve zamanı geldiğinde kendisine çabası(mn gerçek anlamı) gösterilecektir.” Hz. Peygamber’in sahih rivayetlere dayanan bir hadisinde de şöyle denilmektedir: “Înneıne’l-e’ınâlu binniyât: Ameller, niyetlere göredir.”32 Yani Ameller, onları meydana getiren niyetlere göre değerlendirilecektir ve kişinin hesabına yalnızca bilinçli olarak niyetlendiği ameller kaydedilecektir. Önemli olan, her ne yapmışsa onu yaparken taşıdığı niyettir. Buradan açıkça anlaşılmaktadır ki “Kur’an’ın ahlaki sisteminde ‘amel’ terimi, iyi yahut kötü herhangi bir eylemin kasıtlı olarak ihmalini kapsadığı gibi, doğru ya da yanlış her inancın bilinçli olarak dile getirilmesini de kapsar: Kısaca, insanın bilinçli olarak amaçladığı ve sözle yahut eylemle ifade ettiği her şey.”33 İşte bundan dolayı amel kelimesi, aynı anlama gelen fı’l (f-a-l) kelimesinden daha özeldir. Çünkü fi’l kelimesi, kendilerinden eylemin bilinçsiz vaki olduğu hayvanlara ve caiısız varlıklara nispet edilebilir. Amel kelimesi ise bunlara nadiren nispet edilir. Amel kelimesi hem iyi hem de kötü her iki eylem türü için kullanılır. Nitekim Allah Teâlâ; “Onlar ki, inandılar, güzel işler yaptılar (amilû es-sâlihât)...”34 “Kötülük işleyen (men ya’mel suen), onunla cezalandırılır...”35 diye buyurmaktadır.36

Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacağı gibi belli bir maksada yönelik olarak gerçekleştirilen her harekete amel (eylem) denir. Bundan dolayı kasıtsız olarak yapılan hareketi amel olarak isimlendiremeyiz. Mesela, güneş ve rüzgarın hareketini amel diye isimlendiremeyiz. Ancak bunu, nehrin akıntısı misali bir akıntı olarak isimlendirebiliriz. “Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu her şeye gücü yeten ve her şeyi bilen Allah’ın bir belirlemesidir.”37 ayeti bu hususa güzel bir örnektir. Onun için sadece maksatlı ve iradeli yani bilinçli olarak gerçekleştirilen insan fiillerine amel diyebiliriz. Bilgi ve amel kavramının anlam alanını tespit ettikten sonra şimdi bu iki kavram arasındaki ilişkiyi çeşitli boyutlarıyla ele alabiliriz.

Bilgi-Amel İlişkisinin Boyutları

A- Bilginin Getirdiği Sorumluluk

Baş tarafta Kur’an’da bilgiye verilen önemi ve değeri gördük. Keza orada bilginin tek başına, acı bir silah ve boş bir uyarıcı halini alabileceğini ifade ettik. Dolayısıyla Kur’an, teori-pratik ayırımını aşarak, bu ikisinin birlikteliğini (praksis) öngören takva ilkesini getirmiştir. Ne davranışa yansımayan sözde imanın, ne de insanın ahlaki gelişimine katkısı olmayan bilginin Kur’an açısından bir önemi vardır. İnsanın yer yüzündeki imtihanının konusunu, onun ‘insan’ olma potansiyelini gerçekleştirmesi olarak tanımlayacak olursak, bu sürecin yarısı doğru bilgiyi elde etme çabası, diğer yarısı da, bu doğru bilginin gerektirdiği pratik (salih amel)tir.38 Bu açıdan Kur’an’ın, ahlakla ilgili ele aldığı konular, baştan sona bilginin pratiğe dökülmesine matuf olarak görülebilir.39 Burada bu konuları tek tek ele almak çalışmamızın amacının dışındadır. Ancak biz bu başlık altında genel olarak Kur’an’m, amelin değer ve önemini, yani bilginin insana yüklediği sorumluluğu vurgulayan pasajlarını ele alacağız.

Kur’an’da sadece imanla birlikte “...inanan ve salih amel işleyenler (âmenû ve amilu’s-sâlihât)" şeklinde elli iki defa olmak üzere amele vurgu yapılmış ve dolayısıyla amelin değer ve önemi ortaya konul muştur.40

Bu bağlamda Kur’an ilmiyle amel etmeyenleri sert bir şekilde kınayarak onları bir taraftan kitaplar taşıyan merkeplere diğer taraftan da üstüne varıldığında da serbest bırakıldığında da dilini çıkarıp soluyan köpeğe benzetmektedir. Şimdi bunları görelim:

“Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşıyamayanların durumu, Kitaplar taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah’ın ayetlerini yalanlayanların durumu ne kötüdür. Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.” 41

Allah Teâlâ bu ayette kendilerine Tevrat’ı verdiği ve onunla amel etmesini istediği halde onunla amel etmeyen Yahudileri koca koca kitaplar taşıyan merkeplere benzetmektedir. Yani bunların durumu, üzerine kitap yüklenen ancak içinde ne olduğunu bilmeyen ve hissi olarak onları taşıyıp muhtevasını anlamayan merkeplerin durumu gibidir. Tıpkı bunun gibi kendilerine kitap verilmiş olan şu Yahudiler de onun lafzım ezberlemişler ancak onun gereğince amel etmeyip aksine tevil, tahrif ve değiştirme yoluna sapmışlardır. Onların durumu merkeplerin durumundan daha kötüdür. Çünkü merkebin anlayışı yoktur. Bunlar ise anlayışları olduğu halde bunu kullanmak istememişlerdir.42 Yani onların durumu merkepten daha beterdir; zira merkep kendisine şuur verilmediği için mazurdur. Ancak onlara şuur verildiği gibi ayrıca Tevrat’ı okuyor ve anlıyorlar. Fakat buna rağmen, yine de bu öğretiyi uygulamaktan kaçınmakta ve Hz. Peygamber’i bile bile reddetmektedirler.43

“Onlara şu adamın haberini de oku: Kendisine ayetlerimizi verdik de onlardan sıyrıldı, çıktı, şeytan onu peşine taktı, böylece azgınlardan oldu. Dileseydik elbette onu o ayetlerle yükseltirdik, fakat o, yere saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu, tıpkı şu köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte ayetlerimizi yalanlayanların durumu budur. Bu kıssayı anlat, belki düşünür (öğüt alır)lar.”44

Bu ayet bize ilmi ile amel etmeyen kötü alim örneğini tanıtıyor ve bunu her iki halde de üstüne varıldığında da serbest bırakıldığında da dilini çıkarıp soluyan köpeğe benzetiyor. Kötü örnek olarak gösterilmiş olan bu şahsın, Allah’ın vahyi hakkında bilgisi vardı ve gerçeği de bizzat biliyordu. Bundan dolayı, haklı olarak sahip olduğu bilginin onu, batıl olduğunu bildiği yoldan koruması ve doğru olduğunu bildiği yola sevk etmesi beklenmişti. Fakat o, dünya menfaatlerine, hırs ve rahatına yönelip çeşitli günahlara kapılarak bu behimi arzuların hırsına öyle yenik düştü ki, sonunda bütün yüce olan şeyleri bir kenara iterek tüm akli ve ahlaki terakki yetilerini boşa harcadı. Böylece bilgisinin isteklerine uygun gözetmesi gereken bütün sınırları aştı. İşte Allah böyle bir kimseyi, hırs ve şehvette tıpkı bir köpeğe benzetmiştir. Zira köpek bu tür karakteriyle meşhurdur.45

Bütün bunlar amelin önemini ve bilginin amelden ayrı bir şekilde düşünülemiyeceğini, dolayısıyla bilginin insana yüklediği sorumluluğu ortaya koymaktadır. Eyleme dökülmeyen bilgi ne kadar çok olursa olsun sahibine bir fayda sağlamaz. Zira “ilim yalnız fiil (action) içindir, ahlaklı siyaset içindir. İmana kalbolmıyan, fiile geçmiyen, ahlak için temel olmıyan ilmin bir dakikalık zahmete değer yeri yoktur... Hakikat diye baktığı şeyin neticelerinden kaçanlar, baş tarafına inandığı halde sonlarından ürkerek yarı yolda kalmak isteyenler, asla kabul etmediği bir fikri telkin edenler, inanmadığı şeyi okutan ve inanmadan okuttuğu şeyin arkasından gülenler hakikaten ilim kalpazanlan ve hakikat sahtekarlarıdır....İlmini öğünme ve gösteriş için bir alet ve bir süs gibi kullanmak isteyen sırmalı ülemanm memlekete yaptığı zararı hiçbir sahtekar ve hiçbir dolandırıcı yapamaz.”46

B- Amelin Temel Unsurları: İrade ve Kudret

Yukarıda amelin tarifinde ameli belli bir maksada yönelik olan bir hareket, yani, maksatlı ve irade ile gerçekleştirilen bilinçli insan fiilleri olarak tanımlamıştık. O halde şöyle diyebiliriz : amel bir hareket ve bir iradedir (niyet- maksat). Başka bir ifadeyle bir kudret ve bir iradeden ibarettir. Dolayısıyla amelin gerçekleşmesi için iki unsurun bir araya gelmesi şarttır. Yani amel, irade ve kudret olmadan gerçekleşemez. 47 Şimdi bunu ele alalım.

İnsan acısından irade, faydalı olduğuna inanılan bir şeye yönelmedir. 48 Bu bağlamda irade, insanın benimsediği, ilgi ve özlem duyduğu bir şeye karşı olan eğilimidir. Çiinkü insan ilgi duyduğu ve benimsediği şeyi belli bir zaman içinde tercih eder. 49 Bundan dolayı , irade bir şeye ilgi duyma ve faydasına inanma sonucunda o şeyi elde etme yeteneği olarak tarif edilebilir. Bu durumda irade, gerçekleştirilmesi mümkün olan bir şeyin daha üstün gelenini diğerine tercih etmektir.

İnsanın iradesi bir şeyi beğenmesi ve arzulaması değildir. Çünkü insan bazen elem verici şeyleri de ister. Beğenilen şeyler ise ancak arzudan kaynaklanır. Öyleyse irade bir temenni değil, karardır ve tercihtir. Bir şeyi isteme ve yapma yahut bunun tersi insanın gücü dahilindedir ve sorumlu olmasının temelidir.50 Bunun anlamı şudur; irade, aklın yaptığı tercihtir yani, insanı diğer canlılardan ayıran aklın bir işlevidir.

İnsan açısından kudret ise, insanın kendisiyle herhangi bir fiili yapabilme sıfatıdır.51 Yani, insanın iradeyle bir fiili yapabilme ve terk etme sıfatı ya da irade eğilimini etkileyen bir sıfattır.52 Bu hususta örneğin kapıyı açma eyleminde bulunmamız bir kudret ve bir iradeyi gerektirir. Ayağa kalkıp kapının koluna basmak için elimizi uzatmak bir kudret, ister birisi kapıyı çaldığı için olsun isterse dışarı çıkmak veya başka bir sebepten olsun kapıyı açmayı tercih olayı da bir iradedir.

Bu bağlamda Kur’an insanın iyilik yapmak istediği zaman bunu yapabilecek yetenekte olduğunu beyan etmektedir : “Onlar, Allah’a ve ahiret gününe inansalardı ve Allah’ın kendilerine vermiş olduklanndan(başkaları için de) harcasalardı, kaybedecek neleri olurdu ki...? (Kuşkusuz ki), Allah, onları çok iyi bilendir.”53 Yani bunu yapmayı irade etselerdi yaparlardı. Ancak bunda kendileri için yakın bir fayda görmediklerinden tercihlerini iyilik yapmama yönünde kullanmışlardır.

Allah Teala Tebuk seferine gitmemek için asılsız mazeret ileri sürüp Hz. Peygamberden izin alan münafıklarla ilgili olarak : “Eğer onlar, gerçekten seninle (savaşa) çıkmak isteselerdi, onun için bir hazırlık yaparlardı. Bu yüzden Allah, onların sizinle birlikte çıkmalarından hoşlanmadığı için, onları tembeileştirmişti. (O zaman onlara): Oturanlarla birlikte oturun denil­miştir.” 54 buyurmuştur.

Ayetten açıkça anlaşılmaktadır ki, münafıklar Tebuk seferine katılmayı irade etmemişlerdir. Eğer sefere çıkmak istemiş olsalardı sefer için azık, binit, harb aletleri ve sefer için gerekli diğer araç ve gereçleri hazırlarlardı. Zira her şeyi hazırlama kudretleri vardı. “Ancak Tebuk seferinin zor olacağını tahmin ediyorlardı, çünkü güçlü ve büyük Roma İmparatorluğu ordusuyla savaşacaklardı; çünkü yaz mevsiminin kavurucu sıcağında, çölde yolculuk yapmak zorunda kalacaklardı, çünkü ülkede kuraklık vardı ve ümitlerini bağladıkları yeni ürünlerin hasat zamanı gelmişti.”55 Bu sebepten tercihlerini bilinçli olarak savaşa çıkmama yolunda kullanmışlardır. Ne bir irade, ne de bir kudrete sahip olmaya çalışmışlardır. Fakat bunu çeşitli asılsız mazeretler ileri sürerek gizlemişlerdir. Allah Teala da güçleri olduğu halde güçlerinin olmadığım ileri sürmelerinin bilinçli bir tercih, yalan olduğunu beyan ederek adeta onları rezil ve rüsvay etmiştir. Bütün bunlar amelin gerçekleşmesi için iki unsurun (irade ve kudret) bir araya gelmesinin gerekli olduğunu ortaya koymaktadır.

C-Fikri Amel

Amel kelimesinin tarifinde amel (el-‘amel) kelimesinin lügat anlamının, ister fiziksel isterse zihinsel olsun, ‘bir şey yapmak, etmek, işlemek, çalışmak’ gibi anlamlara geldiğini, anlamak, kavramak için akimı bir şeye veren kişiye a’mele fülânun zihnehü fi kezâ ve kezâ denir demiştik. Yani bir şeyi anlamak için o şey üzerinde kafa yormak tefekkürde bulunmak da bir ameldir. Biz buna fikri amel diyoruz.

Ragıp el-İsfehani fikri ameli şöyle açıklar : Bilinenden ilme varma kuvvetine fikr, bu kuvvetin cevelamna, faaliyetine de tefekkür adı verilir.56

Bazı dilbilimciler fikr ve tefekkür’ün ‘bir şeyi ovmak, ovarak çıkarmak, kabuğunu çıkarmak için dövmek’ anlamındaki ‘ferk (f-r-k)’ten ‘r’ ile ‘k’nın yer değiştirmesiyle meydana geldiğini söylemişlerdir. Kelimenin böyle bir işlemden geçtiği doğru olup olmasa bile, tefekkür’de kabuğu aşmak ve içe doğru hareket etme, hakikate ulaşma anlamı vardır.57

Nitekim, Kur’an’da da tefekkür Allah’ın kelimeleri, tüm nesneler, olaylar ve oluşlar üzerinde kafa yorup, bir sonuca varmak, ibret almak, bu nesne, olay ve oluşların kabuğunun örttüğü, altlarında gizli kalan gerçeğe ulaşmaya çalışmak anlamında kullanılmıştır. Bu hususa birkaç örnek verelim.

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette sağduyu sahipleri için ibretler vardır. Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler (tefekkür): Rabbimiz (derler), bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azabından koru.“58

“Biz bu Kur’an’ı bir dağa indirseydik, Allah korkusundan onu, baş eğmiş, çatlamış görürdün. Bu misalleri, düşünsünler (tefekkür) diye insanlara veriyoruz.“59

“Sizden biriniz, kendisi ihtiyarlamış olduğu, çocukları da güçsüz ve bakıma muhtaç oldukları bir sırada, altlarından ırmaklar akan hurma ve üzüm bahçesinin olmasım ve orada kendisi için her türlü ürünün bulunmasını ve bu bahçenin, içinde ateş bulunan bir kasırgamn isabet etmesi sonucu yanıp kül olmasını hiç ister mi? İşte Allah, düşünmeniz (tefekkür) için, ayetlerini size böyle açıklamaktadır.” 6

Burada Bakara süresinin 261. ayetinden 274. ayetine kadar geniş bir şekilde infakın boyutları; İnfakın karşılığının kat ve kat verileceği, nimeti artıracağı, infakta başa kakma (menn) ve eziyet (eza)’in durumu, infakın malın iyilerinden verilmesi kötülerinden değil vs. temalar çarpıcı bir şekilde ele alınmaktadır. Bu ayette de bu bağlamda bir örnek verilmekte, bir benzetmede bulunulmaktadır. Şöyle ki; “Eğer bu dünyada emrolunduğu gibi infak etmezseniz ve tüm hayatınızı ve enerjinizi bu dünya için harcarsanız, öldüğünüzde, misaldeki yaşlı adamın çaresiz durumu ile karşılaşırsınız. O, tek bahçesini, bütün hayatı boyunca kazandığı şeyi kaybetmiştir. Kendisinin yeni bir bahçe yetiştirmeye gücünün yetmeyeceği, çocuklarının da küçük ve zayıf olduğu için bir şey yapamayacakları bir anda, tüm dayanağını kaybetmiştir.” 1 İşte, olmuş veya olması mümkün, hatta sürekli cereyan eden, görüp durduğumuz bu tür olaylar karşısında düşünerek bir sonuca varmak, burada verilen örneğe göre Allah’ın verdiklerinden infakta bulunmanın gereğini kavrayarak bir sonuca varmak tefekkür, varılan sonuç Ğafıkr’dır. Bütün bunlar ise fikri eylemdir.

İşte bütün bu ayetlerde Allah Teala, açık bir şekilde kendisinin birer ayeti, birer kelimesi olan kainattaki nesneler, olaylar, oluşlar, kısaca kainatta cereyan eden bütün şeyler üzerinde kafa yorup, bir fikr edinerek hakikata varmayı, yani fikri eylemde bulunarak gerçeğe ulaşmamızı bizlerden istemektedir. îşte bu bağlamda Gazali fikri eylemin önemine atıfta bulunarak şu önemli tespitte bulunur:

“Tefekkürün meyvesi ilim, hal ve ameldir. Özel meyvesi ise ilimdir. Evet, kalpte ilim meydana gelince, kalbin hali değişir. Kalbin tutumu değişince, azaların amelleri de değişir. Yani amel hale, hal ilme, ilim de tefekküre bağlıdır. Demek oluyor ki bütün iyiliklerin başı ve anahtarı tefekkürdür. îşte tefekkürün faziletini burası sana açıkça hatırlatmaktadır. Tefekkür, zikir ve tezekkürden de hayırlıdır. Zira fikir, zikirdir. Aynı zamanda zikirden de fazladır...” 62

Gazali’nin ifadelerinden açıkça anlaşılmaktadır ki, fikri amel bilgiyi, bilgi kalbin hareketini, kalbin hareketi de azaların amele geçmesini sağlar. Bu sayede fikri amel fiziki amele dönüşerek Kur’an’m salih amel (hem Allah’ı hem de kullan razı eden her güzel eylem) dediği husus gerçekleşir. Bu da fikri amelin ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır.

D- Fikri Bir Amel: Yorum

Yorum; bir olay, olgu veya metnin derinliklerine, arka planına nüfuz edip onlar üzerinde düşünerek onları köklerinin bulunduğu bağlama yerleştirmek ve bu yolla onların neye, niçin delalet ettiğini saptamaktır. 63 Kur’an’ın yorumuna gelince; o, Kur’an nasslarımn genel mantığı içinde şu sorulara doğru karşılıklar verebilecek olan bilgidir: Varlık, insan, yaşama, iyilik, doğruluk, güzellik, sonsuzluk, Allah nedir? Biz insanlar nereden gelip nereye gidiyoruz, biz neyiz? îşte bütün bu gibi soruların Kur’an metnine uygun olan karşılıkları Kur’an yorumlaması dediğimiz bilgiyi meydana getirecektir.64 Yani kısacası fikri bir eylemde bulunma hareketidir. Dolayısıyla biz yoruma, fikri amel diyoruz.

Kur’an birçok ayette bizzat kendisinin tebliğ edilmesi, beyan edilmesi ve üzerinde düşünülmesi hususuna vurgu yapmaktadır. Yani kendi üzerinde fikri eylemde bulunmamızı. İşte on dört asır içinde beş altı yüz sayfalık Kur’an gibi bir kitabın, yüz binlerce cilt tefsir ve izahının yapılması bunun en büyük delilidir. Burada bu ayetlerden bazılarını sunalım.

“Ey elçi, Rabb’inden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini duyurmamış olursun...”65

“... Sana da bu zikri (Kur’an’ı) indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasm, taki düşünüp öğüt alsınlar.”66

“Biz, her elçiyi kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara (emredildikleri şeyleri) açıklasın.”67

“Bu Kur’an, çok mübârek bir Kitâb’dır. O’nu sana indirdik ki âyetlerini düşünsünler ve aklı selim sahipleri öğüt alsınlar.”68 Bu ayette Kur’an kendini tanıtarak ona karşı nasıl davranılması gerektiğini bildirmektedir :

1. Kur’an, mübarek (kutsal ve bereketli) bir kitaptır.

2.0nun bereketinden istifade etmek için ayetleri üzerinde inceden inceye derinden derine (tedebbür) düşünmek gereklidir.

3. Kur’an’an’dan öğüt almak, akıl (lübb) sahibi olmaya bağlıdır.

Kurtubî, bu âyeti tefsir ederken şöyle demektedir: “Bu âyet , Kur’an’ın anlamını anlamaya çalışmanın farz olduğuna, yine Kur’an’ı tane tane okumanın, süratli şekilde okumaktan daha faziletli olduğuna delildir. Çünkü süratli bir şekilde okunduğunda âyetlerde ne anlatıldığını anlamaya çalışmak mümkün olmaz”.69

“Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalbleri (nin) üzerinde kilitleri mi var (ki hiçbir hakikat, gönüllerine girmiyor?”70

Zemahşerî bu ayeti; “derin bir bakışla hakkında düşünmek (ve. yetesaf- fehune)”71 diye tefsir eder. Bu da kanaatimize göre yorumdan başka bir şey değildir.

E- Bilgi ve Amelin Önünde En Büyük Engel: Taklit

Allah insanı yeryüzünde halife (idareci) olarak yarattığında72, ona bu görevi yerine getirebilecek imkanları da sunmuştur. Nitekim Allah Teala, insanı bir sperm damlasından yarattığını ve onun tabiatını oluşturduğunu ve “sonra hayatı onun için kolaylaştırır (summessebîle yesserahu).”73 buyurur. Yani, lafzen “Yolu onun için kolaylaştırır.” “Bu, insanın, doğru ile yanlış arasında ayırım yapabilmesini ve yeryüzündeki çevresinin ona sunduğu fırsatları verimli bir şekilde kullanabilmesini sağlayan entelektüel donanımla donatıldığına işarettir.”74 Bu donanımın temeli şüphesiz akıldır. “Kusursuz bir akıl. Sebepleri araştıran, fakat aynı zamanda gayeleri de araştıran ve her şeyde Allah’ın varlığının ve eserinin bir işaretini (ayet) gören bir akıl... Aklın görevi, insanlara daha insani bir gelecek yaratma imkanı veren sorunları ortaya atmak ve bunlara çözüm getirmektir.”75

Taklitçilik, Allah’ın insana en büyük nimeti olan aklı kullanmamak, körü körüne başkalarına uymaktır. Allah iyiyi kötüden temyiz ve tefrik edecek akıl vermişken, bu kıymetli ölçüyü kullanmayarak körü körüne başkalarının peşinden yürümek bir acziyettir. Kur’an’ın bu telakki karşısındaki umdesi; evvela düşünmek, sonra kabul etmektir. Bu bakımdan İslam akıl dinidir. Onun birinci dayanağı akıldır.76

Bu bağlamda bir değerlendirme yaptığımızda insanın bilgi edinmesinin, ilerleme ve aklını kullanmasının önündeki en büyük engelin taklit olduğunu görürüz. Yani o, bireyin hiç düşünmeden baş vurduğu ve sığındığı bir eylemdir. Kişi bu duruma gelince başka varsayımı veya ihtimali kabul etmez. Araştırma, inceleme ve meraktan geri kalır. Artık o, öyle bir inanç noktasına gelmiştir ki ‘budur, başkası yoktur’ der.

İşte bu yüzden Kur’an birçok ayette taklidi yermektedir. Bunu da iki şekilde ortaya koymaktadır: 1- Çoğunluğa (topluma) Uymak. 2- Atalara (Geleneğe) Uymak77

1- Çoğunluğa (Topluma) Uymak

“Yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uymaktadırlar ve onlar sadece tahminde bulunuyorlar. Rabbin, yolundan sapanları en iyi bilendir; yolunda olanları da en iyi bilen O’dur.”

Eğer sen yeryüzünde bulunanların ekseriyetine itaat edecek, onlara uyacak ve onlardan hakem yapacak olursan seni Allah’ın yolundan, yani dininden saptırırlar. “Çünkü onlar hükümlerinde ilme, delili hakka değil ancak zann-ü tevehhüme tabi olurlar. Ne itikadlarında yakin, ne kanunlarında ölçülerinde hakkaniyet ne de hükümlerinde isabet bulunur. Ve onlar başka değil ancak kendi mızraklarıyla ölçer, indî ve nefsani takdir ve tahminleriyle keyflerine göre hüküm verir, yalan söylerler.”79 Yani onların hareket noktası bilgi, delil, gözlem ve akletme değil, taklittir.

2- Atalara (Geleneğe) Uymak

“Onlara: Allah’ın indirdiğine uyun! Denildiğinde, onlar: Hayır! Biz, atalarımızı yapar bulduğumuz şeylere uyarız. Diyerek karşılık verirler. Ama, ya ataları, hiçbir şey akıl edememiş ve doğru bulamamışsalar!” 80

“... Hayır! ama babalarımızın böyle yaptıklarını gördük, (onun için biz de böyle yapıyoruz) dediler.” 81

Zemahşerî (ö. 528/1133) bu ayetin tefsirinde; bir şeyin öteden beri yapılıyor olmasının o şeyin doğruluğunu ve sıhhatini göstermeye yetmeyeceğini ifade eder.82 Burada taklitten kastedilen, geçmişteki alışkanlık, adet, gelenek, görenek, uygulama ve anlayışların, sorgulanmadan, hiçbir araştırmaya tabi tutulmadan, doğru olduğunun kabul edilip benimsenmesidir. Yani eskilere körü körüne itaattir. Bu ise şüphesiz bilgi ve amelin önündeki en büyük engeldir.

Risalet sahibi peygamberler ve davet sahibi bütün diğer insanlar, Allah’a davet yolunda bu tür bir gidişatla karşılaşmışlar, bu tarzı yıkmaya çalışmışlar ve oldukça yorulmuşlardır. Çünkü böyle bir gidişat, insana düşünme pencerelerini kapar ve onu içine kapanık, dikkatini çeşitli problemlere, düşünce ve ilkelere çekmeye çalışan diğer insanlarla diyalog ya da herhangi bir ilişkiye girmekten uzak bir insana döndürür. Toplumu da gelişen kanatlarıyla yükseklere uçmak ve istikbale yönelmek yerine, düşünmeden mazi tekerleğine bağlı geri kalmış bir topluluk haline getirir. Onu hayatını geliştirmek ve gidişini bütün hayat işlerinde en iyiyes doğru çevirmek gibi düşüncelerden uzaklaştırır. Ataların ve dedelerin kutsal mirası adı altında toplumu fikri ve ameli yanlışlık ve sapmalara götürür ve bu yanlışlık ve sapıklıkları da ataların mirası ismiyle kutsallaştırır. İşte Kur’an, toplumsal ve insani meseleler ve düşünceler karşısında böyle bir eğilime şiddetli bir savaş açmış, düşüncede ve eylemde hissi baskılardan uzak ve düşünce özgürlüğü üzerine kurulu sabit bir fikri temelden hareket etmeye çağırmıştır.8

Bu durum bayağı bir değer yargısı olup psikolojiktir. İşte Kur’an’ın pek çok ayetinde kendisinden bahsedilen gerçek de budur. Bu ayetler göstermektedir ki; alışkanlık, adet, gelenek ve göreneklerin; kofluk, gevşeklik ve vurdum duymazlığın yönlendirdiği toplumlar peygamberleri şu tepkilerle karşılamışlardır : “Biz atalarımızın yolundayız. Biz atalarımızın, ecdadımızın torunları olarak onların izinden ayrılamayız. Onların değer yargılarına sımsıkı sarılmalıyız ki, onların torunu olduğumuzu rahatlıkla söyleyebilelim.” Yaşanan hayat zihinlerinde o kadar yer etmiş, hissiyat davranışlarına ve ruhlarına o kadar işlemiş ki; artık onlar düşünen, araştıran, muhakeme eden bir insan olmaktan çıkmıştır. Onlar artık sürekli biçimde zamane çocuğudur. Sürekli çevrenin, yaşam biçiminin yetiştirmesidir. O, zamanının babası, çevresinin babası değildir. Onun içindir ki, bu insan, yaşanan şartlan, çevreyi, yaşam biçimini aşarak yaşamı ve olayları değerlendiremez.84

İşte yukarıda zikrettiğimiz ayetlerin tümünde Kur’an, bu bayağı değer yargısı üzerinde durmaktadır. Bu toplumun bireyleri, alışkanlığın, gelenek, görenek ve adetin yargısıyla; gevşekliğin, vurdumduymazlığın, boş ve kof olmanın yargısıyla; kendilerini yürürlükte bulunan bir yasanın şartlan ve prensipleri ile bir çevrenin önünde buldular. Kendi kendilerine bu şartlan, gelenekleri, yasaları aşabilme vizesi vermediler. Bu konuma bir değer yargısı olarak sahiplenerek onu somutlaştırdılar. Ve tarih boyunca peygamberlerin çağrılarına bununla karşı koydular.85

İşte bu sebepten Kur’an, taklidi bilginin karşısına oturtarak onu kesinlikle reddetmiştir. Bütün bu hususu Süleyman Ateş çok güzel bir şekilde şöyle açıklar:

“Çoğu insan, şeytana kendi vehimlerine kapılıp doğru yoldan sapmıştır, artık onların ardından gelen nice nesiller de körü körüne onları taklit edip batıl yolda yürümüşlerdir. Bu insanlara gittikleri yolun yanlışlığı gösterilip hak yola davet edilseler, bir türlü körü körüne saplandıkları taklit bataklığından çıkamazlar. Gittikleri yolun yanlışlığı ispat edilse, onlar atalarının gittiği yolun doğru olduğuna inanır, bir türlü ondan ayrılmazlar. “Üstat böyle dedi, onun dediği doğrudur.” diye ısrar ederler. Bilmezler ki hatadan salim olan yalnız Allah’tır. Peygamberler hariç, her insan hata edebilir. Peygamberden başka hiç kimseyi körü körüne taklit doğru olmaz... Salih ataların yolunda gitmek iyidir. Fakat onların ilerlediği gibi ilerlemeye devam etmek gerekir. Eskilerin gelmiş olduğu noktada kalmak, bir adım dahi ileri gitmemek, hatta onların vardığı fikri seviyeden daha geride kalmak, İslam’ın ruhuna aykırıdır. Her nesil, kendi toplumunu daha ileriye götürmekle yükümlüdür. Salih ataları takip edip ilmen ve ahlaken ilerlemek lazımdır. Ancak imandan ve ilimden yoksun ataların yolundan gidilmez. İşte Kur’an bunu anlatıyor.” 86

Burada son olarak bu konuyla ilişkisi sebebiyle biraz taklidi ve tahkiki iman meselesi üzerinde duralım. Tahkik, hak kökünden gelir, taklidin zıddıdır. Hak, Kur’an’da en çok geçen kelimelerden biri ve Allah’ın isim-sıfatlarından bir tanesidir. Kur’an bizzat kendisinin hak üzere geldiğini ve hakkı getirdiğini bildirir.87 Hak, batılın zıddı gerçek, doğru, delile, akla ve bilgiye dayanan anlamındadır.88

Bu bağlamda delillere, yani bilgiye dayalı olmaksızın sadece çevrenin telkini ile meydana gelen ve adeta kişinin İslam toplumunda doğup büyümüş olmasının tabii sonucu olarak gözüken imana taklidi iman denir. Delillere, bilgiye, araştırma ve kavramaya dayalı imana ise tahkiki iman denir. Ehli sünnet bilginlerinin çoğuna göre taklidi iman geçerli olmakla birlikte, kişi, imanı akli ve dini delillerle güçlendirmediğinden dolayı sorumludur.89 Bunun anlamı şudur; ehli sünnet bilginleri iman konusunda akıl yürütmenin önemini vurgulamışlardır. Yani kişi imanı bile bilgi temeline dayandırmalıdır. Çünkü taklidi iman, inkarcı ve sapık kimselerin ileri süreceği itirazlarla sarsıntıya uğrayabilir. Dolayısıyla aslolan her müslümanın tahkiki imana sahip olması, neye, niçin ve nasıl inandığının bilincini taşımasıdır.

Bütün bunlardan anlaşıldığına göre, Kur’an, her konuda hatta iman konusunda bile taklidi değil tahkiki yani, bilgiyi esas almış, taklidi şiddetle reddederek onun bilgi ve amelin önünde en büyük engel olduğunu beyan etmiştir. Dolayısıyla diyebiliriz ki Kur’an’ın hedefi bilgidir, taklit değil.

F- Bilgi ve İman İlişkisi

Bilgi ile iman birbirleri ile sıkı sıkıya ilişkilidirler. Ve aralarındaki ilişki nedensel bir ilişkidir. Başka bir ifade ile, nasıl bilgisizlik sık sık küfr’ün bir nedeni ise, bilgi de iman’ın bir nedenidir, tasdik getiren bir sebeptir. Tıpkı bir çok hallerde cehaletin yalanlama tavrını getirmesi gibi. Ne bir şeyi bilmeyen herkese mükezzib denir, ne de o şeyi bilen herkes haklı olarak o şeyi tasdik edenler olarak tanımlanabilir. Ancak, cehaletin inkarı davet edişi gibi, bilgi de tasdiki davet eğilimi gösterdiğinden, iman sık sık sebebine binaen bilgi adını alır. Bu bilginin imanın kendisi olduğu demek değildir.90 Yani bilgi iman değildir. Ancak imanın gerçekleşmesini sağlayan bir unsurdur.

Burada bu münasebetle bilgi ve iman ilişkisinin önemini ortaya koyan bilgi ile imanın yan yana zikredildiği ayetlere bakalım.

“Kuşkusuz ki, Allah, bir sivrisineği, (hatta) ondan da küçüğünü örnek olarak sunmaktan çekinmez. İnananlar, bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler (ya’lemune).”91

“Kendilerine bilgi ve iman verilenler dediler ki: Andolsun siz, Allah’ın yazgısınca ta yeniden dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu da dirilme günüdür. Fakat siz bilmiyorsunuz.” 92

“Bununla birlikte, içlerinden (Yahudiler) bilgide derinleşmiş olanlara (râsikûn fi’l-‘İlm), sana ve senden önce indirilmiş olana inanan inananlara, namazı kılanlara, zekatı verenlere, Allah’a ve ahiret gününe inananlara gelince; onlar, Allah’ın kendilerine çok büyük bir ödül vereceği kimselerdir.”93

Özellikle bu ayette şu beş özellik bir arada zikredilmektedir:

1 - Bilgide derinleşmiş olanlar,

2- İnananlar,

3- Namazı kılanlar,

4- Zekatı verenler,

5- Allah’a ve ahiret gününe inananlar.

Ayette açıkça görülmektedir ki, Allah bilgide derinleşmiş olanlar ile iman edenleri yan yana zikretmiştir. Buradan bilgi ve iman arasında bir bağ olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Ayet daha sonra namaz ve zekatın verilmesinden bahsederek konuya başka bir boyut katmaktadır. Bu boyut da amel boyutudur. Yani, bilgi, iman ve amel. Dolayısıyla ayetin manası: “O rasihûn mü’minûn ve ikamei salat edenler ki bilhassa şayanı i’tina ve memduhturlar, ve zekatlarım verenler ve Allah’a ve Ahirete iman edenler. İşte Ya Mııhammed biz o kafirlere mukabil bütün bunlara muhakkak büyük bir ecir vereceğiz.”94

“Ey inananlar, size meclislerde yer açın dendiği zaman yer açın ki Allah da size genişlik versin. Size kalkın dendiği zaman, kalkın ki Allah içinizden iman etmiş olanları ve kendilerine bilgi verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah yaptıklarınızı haber almaktadır.”95

Bu ayet Müslümanlara, her dönem geçerli olabilecek birtakım sosyal kurallar tebliğ etme bağlamında nazil olan ayetlerden birisidir. Nitekim müminler, Hz. Peygamber’in meclisinde toplandıkları zaman onun söylediklerini daha iyi duyabilmek için heyecanla etrafını çevirerek izdiham yaparlardı. Ve dışarıdan biri meclise geldiğinde, orada oturanlar yeni gelen kardeşlerine yer vermek için, kendilerini toplamak gibi bir zahmete katlanmazlardı. Keza, meclisten dağılma hususunda da sosyal kurallara uymazlardı. Hz. Peygamber’in-meclisinde gece geç saatlere kadar otururlar, Hz. Peygamber istirahat edememek, diğer işleriyle uğraşamamak gibi nedenlerden dolayı çok rahatsızlık çekerdi; İşte bu ayet bunları beyan etmek için nazil olmuştur. 96

Yine bu ayette açıkça görüldüğü gibi, “...Allah içinizden iman etmiş olanları ve kendilerine bilgi verilenleri derecelerle yükseltsin...” buyurularak bilgi ile iman yan yana zikredilmiştir. “Yani, Hz. Peygamber’in meclisinde, O’ndan uzak bir yerde oturmakla kıymet derecenizin düştüğünü sanmayın ve size ‘kalkın artık, sohbet sona erdi’ denildiğinde, bunu kendinize bir hakaret kabul; etmeyin. Çünkü gerçek ölçü iman ve ilimdir. İşte sizlerin dereceleri ona göre» belirlenecek, Hz. Peygamber’e yakın yada uzak oturmakla değil. Hz. Peygamberin yanında oturmakla hiç kimsenin mertebesi yükselmez. Mertebenin yükselmesi, iman ve ilim nimetine nail olan kimseler içindir. Ayrıca bilinmelidir ki, Hz. Peygamber’in yanında oturan bir kimse O’na eziyet verebilir, bu da cehalettir. Allah indinde, Hz. Peygamber’in sohbetinden iman ve ilim kazanan ve bir mümine gerekli ahlaki kuralları öğreten kimsenin mertebesi, Hz. Peygamber’in yanında boş oturan kimsenin mertebesinden yücedir.” 97

Yukarıda gördüğümüz gibi, Kur’an bilgi ile iman arasındaki ilişkiye dikkat çekerek aralarında bir bağ kurmuştur. Böylece bu hususun önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Zira imansız bilgi, yani imanla birleşmeyen bilgi meyve vermeyen ağaç gibidir. Keza bilgiye dayanmayan iman da böyledir. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber Abdülkays heyetine imanı ve ilmi muhafaza etmelerini tenbih etmiştir.98 Yani bilgiyle imanı birleştirmelerini istemiştir. Bu hususu Hilmi Ziya Ülken güzel bir şekilde şöyle açıklar:

“İlimle imanı ayıran, hayal kurucu olarak kalacaktır. Ruhunu parçalara bölecektir. Çelişmelere düşerek kendi kendini yok edecektir. Dogmatik imanı yüzünden ilmi kuvvetten düşecek, aşırı derecede daraltılmış bilgisi yüzünden imanını temelsiz bırakacaktır. İlim onda ‘ben âcizim, hakikat için neye yararım!’ diye bağıracak; ve iman onda hayaller gibi bulutlarda gezecektir. Sonunda ilmi, bir yapı iskelesi gibi yıkılacak, ve imanı bulutlarda kalınca bir çocuk balonu gibi onu terkedecektir... İlimle imanı birleştirense , hakikate ulaşacaktır. Ruhu, bütün halinde kişilik olacak ve tabiatla, insanla, duyuları aşan varlıkla diyalektik karşılaşmadan birteviye genişleyen kendi varlığını yaratacaktır. İlmi, ayni zamanda onun inancı olduğu için şüphe ve acz içinde yıkılmayacak; inancı, bir yandan bilgisi olduğu için, asla boşlukta kalmıyacak ve onu terk etmeyecektir.”99

Sonuç

Kur’an’da elli iki defa iman ve salih amel ifadesi beraberce kullanılmıştır. Bundan mütevellit hep iman-amel ilişkisi ön plana çıkmış ve dikkati bu çekmiştir. Bilgi ve amel konusu ise gölgede kalmıştır. Oysa genel olarak Kur’an’m kelime ağına baktığımızda bilgi ve amel birlikteliğine de fazlaca yer verildiğini görürüz. Araf suresi 181. ayette Allah Teala, “Yarattıklarımızdan (öyle) bir ümmet var ki Hakk’a iletirler ve hak ile adalet yaparlar” buyurur. Bu görevi yerine getirebilmek için ümmete gerekli olan şey ise bilgidir. Bu bağlamda ’Um kelimesi ve ondan türeyen isim ve fiiller Kur’an’da yaklaşık olarak yedi yüz elli yerde geçmektedir. Böylece Kur’an bilginin önemli ve kıymetli bir kazanç olduğunu ortaya koymuştur. Ancak bilgi tek başına acı bir silah, boş bir uyarıcı haline dönüşebilir. Bunun örneklerini hayatımızda devamlı görmekte, duymakta ve tecrübe etmekteyiz. Bu sebepten Kur’an’da bilgi kadar hatta daha fazla amele vurgu yapılarak bilginin insana yüklediği sorumluluk üzerinde durulmuştur. İşte Kur’an’m ahlakla ilgili emir ve yasaklarının hepsi pratik, yani amele yöneliktir. Diğer taraftan Kur’an, Allah’ın birer ayeti, birer kelimesi olan kainattaki nesneler, olaylar, oluşlar üzerinde kafa yorup gerçeğe ulaşmamızı, yani fikri eylemde bulunmamızı istemektedir. Keza, birçok ayette kendisinin tebliğ edilmesi, beyan edilmesi ve üzerinde düşünülmesi hususuna vurgu yaparak, bizim fikri amel olarak isimlendirdiğimiz, yorum ameliyesine işaret etmiştir. Bu bağlamda Kur’an bir taraftan, aklı kullanmayı ön plana çıkararak aklın ve dolayısıyla bilgi ve amelin önündeki en büyük engel olan taklidi kesinlikle reddetmiş, diğer taraftan da bilgiyle imanı yan yana zikrederek aralarında bir bağ kurmuş ve insanın bilgiyle imanı birleştirmesini istemiştir. Sonuç olarak dünyaya imtihan için gönderilen insanın kulluk görevini tam olarak yerine getirme yolundaki gayretinin yarısını bilgi ve bilgilenme oluştururken diğer yarısını da amel oluşturur. Bütün bunlar bilgiyle amel arasında ayrılmaz bir ilişki olduğunu ortaya koymaktadır.

* Dr. Elmadağ Vaizi

1 “Yarattıklarımızdan (öyle) bir ümmet var ki Hakk’a iletirler ve hak ile adalet yaparlar. ”Kocabaş, Şakir, İslam’da Bilginin Temelleri. İstanbul 1997, 15.

3 Bkz. Muhammed Fuad Abdulbaki, el-Mucemu’l-Mufehres Li Elfazi’l-Kur’ani’I-Kerim., İstanbul 1984, s. 469-481.

4 Aydın, Mehmet S., "İslam ve İlim”, İslam’ın Evrenselliği, İstanbul 2000, s. 76.

5 Bkz. Muhammed Fuad Abdulbaki, a.g.e., s. 483-488.

6 96. Alak, 1-5

7 3. Âl-i İmr’an, 18.

8 35. Fatır, 28

9 Buhârî Nikah, 1.

10 Yazır, Muhammed Hamdi. Hak Dini Kıır’aıı Dili, İstanbul 1971, VI. 3991.

11 Mevdudi, Ebu’l-Al’a, Tejhimu’l-Kur’an, çev. Komisyon, İstanbul 1991, IV. 557.

13 Bkz. Muhammed Fuad Abdulbaki, a.g. e. , s. 589-590.

13 İbn Teymiyye, tınan Üzerine (Imanü’l- Evsat Risalesi), çev. Salih Uçan, İstanbul 2002, s. 2

14 58. Mücadele, 11.

15 39. Zumer, 9.

16 22. Hac, 54.

17 6. Enam, 80; 7. Araf, 89; 20. Taha, 98; 65. Talak, 12.

18 20. Taha, 114.

19 40. Mümin, 58.

20 Yazır, a.g.e., VI. 4175.

21 Ibn Manzûr, Lisânü’l-Arab,Beyrut, trs., X11.416-422.

22 Esas mana İzafî mana için bkz. Izutsu, Toshihiko, God And Man İn Koran, Tokyo İ964, s.18-24.

23 Izutsu, Toshihiko, a.g.e.. s. 59.

24 Bu hususda bkz. en-Nesefî, Ebu’l-Mu’în, Tubsiratü’l-Edille, thk. Hüseyin Atay, Ankara 1993, 1.9-19; Razî, Fahraddin., Mefatihu’l-Gayb, Beyrut 1990, II. 219-222; et-Tehânevî, Muhammed. Ali, Keşşâfii htılâhâti’l-Funûn ve’I-Ulûın, Lübnan 1996, s. 1219-1230; Yüksel, Emrullah, Aııüdî’de Bilgi Teorisi, İstanbul 1991, s. 39-42; Özcan, Hanifi, Mâturîdîde Bilgi Proplemi, İstanbul 1993, s. 31-42; Keskin, Halife, İslam Düşüncesinde Bilgi Teorisi, İstanbul 1997, s. 19-50.

25 el-Cürcânî, es-Seyyid Şerif, Ta’rifat, Mısır 1938, s. 135-136.

26 Cürcânî, a.g. e., s. 135-136.

27 Mengüşoğlu, Takiyettin, Felsefeye Giriş, İstanbul 1997, s. 47-48.

28 Taylan, Necip, “Bilgi”, DİA., İstanbul 1992, VI. 157.

29 9. Tevbe, 60.

30 İbn Manzur, a.g.e , X1.474-478

31 el-İsfehânî, Ragıb el-Miifredat. tlık. Safvan Adnan Davudi, Beyrut 1992., s. 586.

32 Buhârî, Bedii’l-Vahy, 1.

33 Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı-Meal-Tefsir- cev. C. Koytak-A. Ertürk, İstanbul 1996,, III. 1084.

34 2. Bakara, 277. ’

33 4. Nisâ, 123.

36 el-tsfehânî, a.g.e. ,s. 587.

37 36. Yasin, 38.

38 Bkz. Özsoy, Ömer-Güler, İllıami, Konularına Göre Kur’an (Sistematik Kur’an Fihristi). Ankara 2001, s.

88.

39 Bu konuda özgün bir çalışma için bkz. Draz, M. Abdullah, Kur’an Ahlâkı, çev. Emrullah Yüksel-Ünver Günay, İstanbul 1993.

40 Bkz. Muhammed Fuad Abdulbaki, a.g.e., s. 483-488.

41 62. Cuma, 5.

42 Bkz. ez-Zemahşeri, Carullah Mulıammed b. Ömer, el-Keşşaf, Beyrut 1997, IV.103; İbn Kesir, Tefsiru’l- Kıtr’ani’l-Azun, Beyrut ¡987, IV. 389.

43 Mevdudi, a.g.e., VI. 301.

44 7. Araf, 175-176. Bu hususta ayrıca bkz. 2. Bakara, 44; 5. Maide, 63; 11. Hud, 116.

45 Mevdudi, a.g.e., 11.118.

46 Ülken, Hilmi Ziya, Aşk Ahlakı, Ankara 1971, s. 236.

47 Kelamı yorumda bu mesele, “ Fiilin faili Allah mı yoksa insan mı?” bağlamında insan iradesi ve kudreti ve bunun Allah’m iradesi ve kudreti karşısında durumu ve sının çerçevesinde sürekli olarak tartışılan konulardan birisidir. Çalışmamız bir tefsir çalışması olup kelami bir çalışma olmadığından burada o tür tartışmalara girmeyeceğiz. Konuya sadece eylemin gerçekleşmesi bağlamında değineceğiz. Teolojik tartışmalar konusunda geniş bilgi için bkz. Macit, Nadim, Eylem Değişim İlişkisinin Teolojik Yorumu, Samsun 2000, s.93-134.

48 Cürcani, Taıifat, s. 11.

49 et-Tahanevi, Muhammed Ali b. Ali, Keşşafa Istilahati’l-Funım, thk. Ahmet Haşan Besec, II. 211

50 Macit, Nadim, Eylem Değişim İlişkisinin Teolojik Yorumu, s. 111.

51 el-İsfehani, a. g. e., s. 657.

52 Cürcani, a. g. e., s. 151.

53 4. Nisa, 39.

54 9. Tevbe, 46.

55 Mevdudi, Tejhimu’l-Kur’an, II. 232. 126

56 el-İsfehani, a. g. e. , s. 643.

57 el-İsfehani, a. g. e. , s. 643; Ünal, Ali, Kur’an’da Temel Kavramlar, İstanbul 1990, s. 439.

58 Âl-i İmran, 190-191.

59 5 9. Haşr, 21; Bu hususdaki diğer ayetler için bkz. Muhammed Fuad Abdulbaki, el-Mucemu’t-Mufehres li Elfâzi’l-Kur’âni’l-Kerim, s. 525.

60 2. Bakara, 266.

61 Mevdudi, a. g. e. , 1.211.

62 Gazali, Muhammed b. Harnid, Ihyaii Ulumi’d-Din, Mısır, trs., IV. 432.

63 Bu hususta geniş bilgi içiıı bkz. Erten, Mevlüt, Nass- Yorum İlişkisi, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara 1998

64 Baltacıoğlu, İsmail Hakkı, “Kur’an Felsefesi Üzerine İnceleme", A.Ü.İ.F.D., Ankara 1953, Sayı: I, s. 4.

65 5. Mâide, 67.

66 16. Nahl, 44.

67 14. İbrahim, 4.

68 38. Sâd, 29.

69 el-Kurtubî, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensârî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’an, Beyrut 1996,

XV. 126.

70 47. Muhammed, 24.

71 ez-Zemahşerî, Mahmud b. Ömer, el-Keşşâf, 111.538.

72 2. Bakara, 30; 6. Enam, 165; 7. Araf, 69, 74; 10. Yunus, 14, 73; 35. Fatır, 39; 38. Sad, 26.

73 80, Abese, 18-20.

74 Esed, a.g.e. , III. 1236.

75 Garaudy, Roger, İslam ve İnsanlığın Geleceği, çev. C. Aydm, İstanbul 1990, s. 90.

76 Uludağ, Süleyman, İslam DiişüııcesiııiııYapısı, İstanbul 1985, s. 91.

77 Bkz. Özsoy, Ömer-GUler, İlhamı, Konularına Göre Kur’an (Sistematik Kur’an Fihristi), Ankara 2001, s. 83-85.

78 6. Enam, 116-117.

79 Yazır, a.g.e. , III.2035.

80 2. Bakara, 170.

81 26. Şuarâ, 74; Bu hususdaki diğer ayetler : 5. Maide, 104; 7. Araf, 28, 38; 9. Tevbe, 30, 65; 10. Yunus, 78; 21. Enbiya, 53; 31. Lokman, 21; 43. Zuhruf, 22,23.

82 ez-Zemahşerî, a. g. e., 111.116.

83 Fadlullah, M. Hüseyin, Min Vahyi’l-Kur’an -Tefsir Dersleri-, çev. Cuma Ağaç, İstanbul 1990, [II. 154.

84 Es-Sadr, Muhammed Bağır, Kur’an Okulu, çev. Mehmet Yolcu, İstanbul 1987, s. 133

85 Es-Sadr, Muhammed a. g. e., s. 134

86 Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an ’in Çağdaş Tefsiri, İstanbul 1998,1. 278.

87 Bkz. Muhammed Fuad Abdulbaki, a.g.e., s. 208-212.

88 Bkz. İbn Manzûr, a.g.e., X.49-58.

89 Bkz. Sabuni, Nureddin Ahmed b. Mahmud, el-Bidâye fi Usûli’d-Dîn, Ankara 2000, s. 89-90; Kılavuz, A. Saim, Anahatlarıyla tslanı Akaidi ve Kelam’a Giriş, İstanbul 1987, s. 33. Ayrıca bu hususda geniş bilgi için bkz. Izutsu, Toshıhıko, İslam Düşüncesinde İman Kavramı, çev. Selahaddin Ayaz, s. 127-162.

90 Izutsu, Toshıhıko, İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, çev. Selahaddin Ayaz, İstanbul 2000, s.164; Bu hususta kelami tartışmalar için bkz. Izutsu, a. g. e., s. 127-174.

91 2. Bakara, 26.

92 30. Rum, 56.

93 4. Nisa, 162.

94 Yazır, a.g.e., III. 1522.

95 58. Mücadele, 11.

96 Bkz. et-Taberi, Muhammed b. Cerir, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, Beyrut 1984, XXVIII. 17-19; İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, IV. 347-349.

91 Mevdudi, a. g. e., VI. 178.

98 Buhârî, Hm, 25.

99 Ülken, Hilmi Ziya, Aşk Ahlakı, s. 60.