Makale

Süleymaniye'nin İki Şairi

Süleymaniye’nin
İki Şairi


Hakan Şarkdemir

Birçokları Süleymaniye’de bir şiirsellik olduğunu düşünür. Mimar Sinan’ın en önemli eserlerinden biri kabul edilen bu cami hakkında Yahya Kemal şunları söyler: “Milliyetimizin en büyük abidesi olan Süleymaniye’de kaderin her cihetten mehîb ve güzel tecellisini görmemek muhaldir. Mimarı, Sinan gibi bir dâhi kemal yaşında olmasaydı bu eser vücut bulmazdı; lakin banisi Süleyman gibi fâtih ve zengin bir padişah, o mimara, bir şaheseri yaratmanın hudutsuz imkânlarını vermeseydi bu eser yine vücut bulmazdı.”

Mithat Cemal, Mehmet Âkif’in, aruzun Mimar Sinan’ı olduğunu söyler. Nasıl Süleymaniye Sinan’ın kalfalık ya da olgunluk eseriyse, Süleymaniye Kürsüsü’nde adlı kitabı da Âkif’in bir anlamda ustalığını hissettirdiği ilk eserdir. 1912’de Sırat-ı Müstakîm’de fasılalar hâlinde yayımlanan ve aynı yıl Eşref Edip tarafından kitaplaştırılan bu şiirle, Yahya Kemal’in 1957’de Hürriyet’te dört bölüm olarak yayımladığı “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” adlı şiir, aynı temadan yola çıkmış görünür.

Süleymaniye’nin muhteşem mimarisi her iki şiirin şairinde de bir tür sonsuzluk duygusu uyandırır. “Kutsal bir mimarî şüphesiz, gökle yer arasında araç olmak durumunda olan insanın en aslî, merkezî fonksiyonuna tekabül etmesinden dolayı güzeldir,” diyen Titus Burckhardt, bu tür bir mimaride sanatla tekniğin, güzellik arayışıyla inşa yönteminin birlik içinde olduğunu belirtir. Burckhardt, böyle bir anlayışın en çarpıcı örneklerini, dikdörtgen bir temel ve bunun üzerine bina edilen kubbeden oluşan cami düşüncesiyle Türklerin verdiğini söyler. Süleymaniye’nin her iki şairi de, bu mimari eseri, geometrinin fevkinde bir yapı olarak düşünür. Bu bakımdan, “Sanki Mevla mütefekkir, kocaman bir beyni, / Açıvermiş bize göstermek için her yerini” diyen Âkif ile Süleymaniye’yi bir zamanlar yalnızca geometrik bir yapı olarak düşündüğünü itiraf eden ve “Bir neferdir bu zafer mâbedinin mimarı” diyen Yahya Kemal arasında bir fark yoktur. Dolayısıyla her iki şair de Süleymaniye’de ebedi güzellik düşüncesiyle tekniğin birleştiği konusunda hemfikirdir.

Okuyucuyu, sonsuzluktan bir parça olarak gördüğü, ya da sonsuzluktan daha çekici olduğunu düşündüğü bu anıta bir daha bakmaya davet eden Âkif, ona şöyle seslenir: “Göreceksin: O harîmin ebedî zıllinde, / San’atın rûhunu seyyâl bulut şeklinde.” Yahya Kemal de, eşsiz bulduğu bu mimari eserin, “hür ve engin vatan”dan gökyüzüne açılan “uhrevî bir kapı” olduğunu ifade eder. Benzer bir sonsuzluk havasını o da teneffüs eder gibidir: “En güzel mâbedi olsun diye en son dînin / Budur öz şekli hayâl ettiği mîmârînin. / Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi, / Seçmiş İstanbul’un ufkunda bu kudsî tepeyi;” “Eski Saray”ın arazisinde kalan bu tepe, Haliç’e hâkim bir mevkidedir. Süleymaniye, “Yeni Saray”a, yani Topkapı’ya komşu olan Ayasofya’yla neredeyse aynı büyüklükte tasarlanmıştır.

Öte yandan bu iki şair, gerçekliğe bakışları açısından büyük ölçüde birbirinden ayrılır. Âkif, hayal ile gerçek olanı eleştirel bir biçimde ele alırken, Yahya Kemal, somut bir gerçekten hareketle hayale uzanan yolu kat eder. Okuyucusuna seslenerek, “Diyeceksin ki: “Hayâlin yeri yoktur… Boşuna!” / Ya şu timsâl-i İlâhî de mi gitmez hoşuna?” diyen Âkif, onu, sanatı, sanatla ilgili olanı (sınâî) bırakarak, sanatın ötesini, sanatın gerçek yaratıcısını (Sâni) görmeye çağırır. “Varlığımdan geçeyim, mahv-ı temâşâ kalayım” dese bile bu hâlde pek oyalanmaz. Zaten şiirin ilerleyen bölümlerinde o, bütünüyle kendi zamanında olup bitenlere kulak kesilir.

Bununla birlikte Âkif, sanat ile teknik arasındaki ilişkiyi dolaysız bir şekilde kavrar. Mekân onda hem estetik, hem de ilâhi duygular uyandırır. Ama o, Süleymaniye’nin tarihiyle ya da onu ortaya çıkaran milletin tarihiyle estetik üzerinden dolaysız bir ilişki kurmaz; sanat eserini yalnızca sanat eseri olarak alır; onu -ilk planda- belli bir tecrübeye ihtiyaç duymaksızın görür.

Yahya Kemal, Süleymaniye’yi, atalarının mağfiret iklimine açılan bir kapı olarak düşünür; insanlarla ruhların birbirine karıştığı bir ortam olarak hayal eder. Bu yapı onun için geçmiş zamanın bir tesellisidir. Onun imgeleminde mimari eserin uyandırdığı estetik duygu ile tarih düşüncesi eşitlenir. Eski seferler, nice yerlerle buluşur; insanlar ve hayaletler birbirine karışır; ordu millet ile ruh orduları aynı safa dururlar; tekbir sesleriyle, tuğlar ve at yeleleri tek bir nakaratta duyulurlar; gök kubbe, dokuz asırlık bir tarihle buluşur. Velhasıl Yahya Kemal, varlığın bir yere toplandığını görür. Onda mekân ve zaman iç içedir. Mekân kendi tarihinden kayıtsız değildir. Mekânın hafızası geçmişin kayıtlarıyla doludur. Hatıralar bir silsile teşkil edecek şekilde bir araya gelmez. Yalnızca geçmişe ait benzer cinsten kayıtlar olarak belli bir imge etrafında birleşirler. Sanki perdeler kalkmış, dünya zaman kaydından kurtulmuştur. Yahya Kemal, tarihî sahnelerin; ama yalnızca zafer anlarının, imgelemi taçlandırdığı, yeniden canlandığı ve zamanın dürülüp, bu sahnelerin birbirine yaklaştırıldığı dümdüz bir yeryüzü hayal eder.

Dolayısıyla diyebiliriz ki, bu iki şairin mekân algıları, anlayışları birbirinden bütünüyle farklıdır. Süleymaniye, Âkif’te kapalı ve ayrı bir mekân olarak kalırken, Yahya Kemal’de açık ve merkezî bir alan olarak düşünülür. Âkif’in imgelemi, mekânda dikey bir şekilde ilerlerken, Yahya Kemal’inki yatay ve dairesel bir şekilde genişler. Yani Âkif’te Süleymaniye dışında da bir dünya vardır. O ilkin bu dış dünyadan Süleymaniye’ye girer. Bu dış dünya ile Süleymaniye’nin hatları birbirinden kesin bir şekilde ayrılır. Her iki alanın şaire hissettirdikleri, düşündürdükleri farklıdır. Ama yine de okuyucu Âkif’in Süleymaniye’sinin bütünüyle tecrit edilmiş bir alan olduğu hissine kapılmaz. Zira o da dış dünyaya dahildir; onunla ilişkilidir. Oysa Yahya Kemal’in Süleymaniye’si o görkemli kubbesiyle birlikte diğer tarihî sahnelerin seyredildiği bir mekân olup çıkar. O yerler Süleymaniye’de buluşur, onunla kaynaşır, onda tecelli eder.

Yahya Kemal’in zamanı kavrayışı anakroniktir. O şimdiden yola çıkarak geçmişe varır. Bir başka deyişle geçmiş, onda şimdiki zamanda içkindir; yani şimdiki zaman ve geçmiş zaman bir aynada, Süleymaniye’nin kubbesinde temaşa edilir. Sanki Yahya Kemal, geçmişi hayalî bir şimdide yaşar, ya da geçmişin tahayyülünde yaşar. Bu iki zaman onda iç içedir. Öyle ki hatıraların velvelesinden sıyrılmış bir şimdi asla belirmez. Dahası onda bu sıkışıklık içinden kurtulacak bir gelecek fikri de yok gibidir. Varsa bir gelecek o geçmişin tesellisidir. Âkif’in zaman kavramı ise doğrusaldır. O sürekli şimdiki zaman üzerinde ilerler. İmgelemi zamanın ötesine taştığında bile Âkif’in ayakları yerden kesilmez. Geçmiş ve gelecek onda şimdiki zamana atıfta bulunur. Tarihe ve tecrübeye ait olan her kayıt, içinde yaşanılan zamana referans yapar. Daha doğrusu, geçmiş de, gelecek de, şimdiki zamanı anlamaya yöneliktir.

Kürsüden cemaate / okuyucuya seslenen ana karakterin söyledikleriyle, Âkif’in duygu ve düşüncelerinin büyük ölçüde örtüştüğünü söyleyebiliriz. O, bu Hızırvari karakter aracılığıyla, Türkiye’de ve İslam coğrafyasında o günlerde olup bitenler hakkındaki gerçek düşüncesini okuyucuya iletir. Söz konusu dramatik karakter, olup bitenler hakkında, kendi ahlaki tercihlerinden, çekincelerinden ve tecrübelerinden doğan iradesini, dolaysız bir şekilde ya da temsile başvurarak ve başka karakterlerin konuşmasına aracılık ederek, ortaya koyar. Âkif, bu karakteri konuşturmaya başladığından itibaren, şiirin ilk bölümlerindeki ağdalı dili terk ederek gündelik dile yaklaşır. Böylelikle şiirdeki sözel yapı, “dilin coşkun, sarsıcı özellikleri”yle ivme kazanır.

Âkif’in şiiri bu anlamda, İsmet Özel’in söylediği gibi söyleyecek olursak, belli kararlara doğrudur. Bu kararlılık hâli olmaksızın şiirsel karakter belirmeyeceği gibi, söz konusu karakterin varlığını okuyucu indinde görünür kılan belli bir düşünce de gelişmez. Bu anlamda düşünce unsuru, ister şairin beni, ister dramatik karakter, isterse epik kahraman söz konusu olsun, ancak ve ancak, belli bir iradeden doğar. Bununla birlikte şiirsel karakterin iradesinden doğan düşünce, varsayımsal bir topluluk ruhuyla örtüştüğü takdirde sahicilik vasfı kazanır. Bu bakımdan gerek Âkif’in, gerekse Yahya Kemal’in şiirinde belli bir topluluk ruhunu anlaşılır kılan bir düşünce unsurunun varlığından söz edilebilir. Bu düşünce, “millet” kavramıyla özetlenebilir.

Ne var ki, ilkinin şiirinde beliren şiirsel karakter, topluluk ruhundan yola çıkarak ve bir eyleme ve bu eylemin sonuçlarına doğru ilerlerken, ikincisinin şiirine ait şiirsel karakter, herhangi bir eylem ufukta belirmeksizin, yalnızca belli sonuçların varsayımından yola çıkarak iş görür. Bu yüzden Yahya Kemal’de şiirsel karaktere ait bir irade belirmez. O, milleti millet kılan unsurları tartışmaz; onları geçmişten devraldığı hâliyle şiire taşır. Onda milletin ortak hafızasıyla kendilik tecrübesi buluşmaz. O, “Tahayyülümde vatan kalsın eski hâliyle” der. O hâlde Yahya Kemal’in millet kavramı, tahayyüle mündemiç, onda sınırlı bir şey olarak kaldığından, aslâ kendini eyleme açmaz. Ne söz konusu ortak hafıza, ne de kendilik tecrübesi şiirsel karakteri eyleme sevk etmez. Millet düşüncesi, tarihsel bir kayıttır; yalnızca lirik ben’in ya da bir başka deyişle şairin beninin gelip geçici bir aydınlanma hâlini anlamamıza yardımcı olur.
Âkif’in milleti ise somut bir millettir. O, burada, bu topraklarda, geçmişte olduğu gibi, bugün yaşayan, gelecekte de yaşaması mukadder ya da mümkün sayılan bir milletten söz eder. “Hem vatan gitti mi, yoktur size başka vatan” diyen Âkif, böylesi bir milletin varlığını, vatan unsuruna bağlayarak, varsayar. Âkif’in milletin varlığına inancı, onun bütün tecessüsünü somut bir vatana ve bu vatanda varlık bulan milletin meselelerine yöneltir. Bu inanç, Yahya Kemal’de olduğu gibi, onu sadece millete bağlamakla kalmaz, bilakis milletin derdine aşina kılar. “Ordu mâdâm ki efrâdını milletten alır; / Milletin keşmekeşinden nasıl âzâde kalır?” diyen Âkif’in millet anlayışı, “Ordu milletlerin en çok döğüşen, en sarpı / Adamış sevdiği Allâh’ına bir böyle yapı” diyen Yahya Kemal’in millet anlayışından bu yönüyle de farklıdır. Dahası o, milleti için kaygı duyarken bile, Yahya Kemal gibi iç çekip hayıflanmaz. Topluluk ruhunu bütün hücrelerinde hisseden Âkif, yeri geldiğinde milleti bile sîgaya çeker. Halkı ve aydınları uyudukları uykudan uyandırmak için sesinin tonunu yükseltir. Âkif’in hiddetinden en büyük payı da belki kendi zamanının şairleri, yazarları ve din adamları alır. Devleti de bütün kurum ve kadrolarıyla (hükümet, meşihat [şeyhülislamlık], ilmiye, harbiye, mülkiye vb.) eleştirmekten çekinmez. O, millete dair ümidini asla yitirmez. İlk şiirlerinde, örneğin “Mezarlık” başlıklı şiirinde, “Sen şanlı bir tarihsin: Milletin geçmişi sendedir”, ya da “İstibdad”da “Ne yüce bir millettin; yazık ki sen geldin sefil ettin” diyecek kadar geçmişe kapanıkken, sonrakilerde örneğin Hakkın Sesleri’nde, “Artık ey millet-i merhûme, sabâh oldu uyan!”, ya da “Uyan” başlık şiirinde “Gözleri geçmişe bakan bir milletin / Hayatında sonu gelmez felâketin” diyecek kadar basireti açıktır. Diğer taraftan Yahya Kemal, Süleymaniye’de yalnızca hatıraların rüzgârını işitir. Vatanın birliği düşüncesi bile onda hayaldir.

On beş yıldan daha uzun bir sürede yazmıştır Yahya Kemal, “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”nı; Süleymaniye Kürsüsünde’den kırk beş yıl sonra yayımlamıştır. Kendi zamanlarına kıyasla, Âkif’in dili, ne kadar sade, süssüz, kıvrak ve gündelik dile yakınsa, Yahya Kemal’in dili de o kadar karmaşık, tumturaklı, aksak ve gündelik dile uzak görünmektedir. Âkif, bu şiiriyle Yahya Kemal’i imgelem açısından esinlemiş, hatta etkilemiştir. Öyle ki, Âkif’in şiirinin ana karakterinden çok, “Kahramanlar ki asırlar bükemez bir kolunu”, “Ebedî nefha-i rahmet ki o binlerce yığın, / Gölge şeklindeki eşbâha teayyün veriyor” gibi mısralarının yankısı vardır Yahya Kemal’in şiirinde.

Yahya Kemal’in eseri -tüm kültürel kodlarına rağmen- bir tür romantizme sıkışırken, Âkif’inki -toplumsal, psikolojik ve siyasi referanslarıyla birlikte- realist bir alana hamle eder. Bu anlaşılmaz bir şey değildir; zira Yahya Kemal için vatan, millet vb. kavramlar, toplumsal bir yön taşımaz. Bu tür kavramlar, ona göre toplumsal hayata dair / yönelik pek bir şey söylemez; yalnızca kültüre ait kavramlar olarak yaşatılır. Bu kavramlar, kültüre ait kavramlar olarak kalacaksa, yalnızca geleneksel içerikleriyle anlaşılmalıdır.

Yahya Kemal Süleymaniye’nin şarkısını söyler; Âkif ise, onu millet düşüncesinin temeli üzerinde yeniden inşâ eder. Âkif, aruzun Mimar Sinan’ıysa, Yahya Kemal de Tamburî Cemil Bey’idir.