Makale

Güven ve İçtenliğin Sembolü Allah Rasulü'nün İzinde

Güven ve İçtenliğin Sembolü
Allah Rasulü’nün İzinde...


Doç. Dr. Soner Gündüzöz
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Arabistan her zamanki gibi oldukça sıcak bir yaz yaşıyordu. Kaba yünden dokuma giysiler içindeki yoksul insanların zayıf bedenleri, yaz sıcağı altında âdeta buharlaşıyor, insanlar aşırı sıcağa rağmen tarlalarında çalışıyorlar, hayvanlarını güdüyorlar, günlük işlerini yapıyorlardı. Bunların çoğu kendi yağlarıyla kavrulan, ellerinin emeğiyle hayatlarını sürdüren, bulurlarsa yiyen, bulamadıklarında ise sabreden yoksul kişilerdi. Aralarında tüm zamanlarını Allah Rasulü’nün kurduğu Suffa okulunda ilimle geçirenler de vardı.

Kendileri yoksul olsa da gönülleri zengin olan bu insanlar, imkânların el verdiği ölçüde Mescid-i Nebevi’ye girmeden önce kılık kıyafetlerine çeki düzen verirlerdi. O gün de Medine’de okunan ezana, ilahî çağrıya kulak verenler Mescid’e, Allah Rasulü’ne koşmuştu. Allah Rasulü bazen Mescid-i Nebevî’de sohbet de ederdi. Hatta Efendimiz, olayları o kadar canlı resmederdi ki, insanlar meleklerle konuşuyormuş gibi olurlar, akıllarının kolayca kavrayamayacağı semavi bazı olayları yaşıyormuş hissine kapılırlardı. Mescit’ten ayrılıp işe güce daldıktan sonra ise bu manevi halden uzaklaştıklarını hisseden sahabeden kimileri, bazen derin bir karamsarlığa da düşmüyor değildi. Bir defasında, içinde bulundukları bu karamsar durumdan dert yanan Hz. Ebu Bekir ve Hz. Hanzala’ya Allah Rasulü’nün cevabı kısa ve net olmuştur: “Canım elinde olan Allah’a yemin ederim ki, benim yanımdaki ve ibadet ederkenki haliniz her zaman devam edecek olsaydı, melekler evlerinizde, yollarınızda karşınıza çıkıp sizinle selamlaşır, elinizi sıkarlardı. Gel gör ki, Ya Hanzala! (İnsan bu!) Bir öyle, bir böyle!” (Müslim, Zikir ve Dua ve Tevbe ve İstiğfar, 45)

Allah Rasulü’nün ağzından kelimelerin inci tanesi gibi döküldüğü, onun sözlerinin havanın sıcaklığına inat sineleri tatlı bir cennet esintisiyle serinlettiği günlerden biriydi yine. Allah Rasulü, bir güneş gibi etrafını aydınlatıyor, sahabesi yıldızlar gibi çevresinde onun sözlerini dinliyordu. O sırada daha çok Mescit’te yoksul insanlar bulunuyordu. Allah Rasulü zengin olup daha fazla hayırlı işler yapmayı teşvik ederdi elbet. Fakat rızıklar Allah’a ait olduğuna ve ilahî imtihan gereği Yüce Mevla kimisine bolca verirken, kimisine daha az lütfettiğine göre, Rabbe karşı nankör olmamak gerekirdi. Bu insanlar da, az olsa bile, tamamen helalinden nasiplendikleri nimete şükrediyorlar ve Allah Rasulü’nün “Asıl zenginlik mal zenginliği değil, gönül zenginliğidir.” (Buharî, Rikâk, 15) sözünü hatırlarında tutuyorlardı.
Mescitte Hz. Peygamber konuşuyor, sahabe onun sözlerini can kulağıyla dinliyordu. O esnada Mescid’e Mudarlı Uyeyne b. Hısn girdi. Hz. Peygamber’in çevresinde halka olmuş insanların arasına oturmak, onun biraz canını sıktı doğrusu. Demek ki, İslam öncesinde köle diye horladıkları, mevaliden saydıkları ve mustad’af bildikleri şu zavallılarla aynı mecliste oturmak da vardı kaderde… Soyluydu Uyeyne, zengindi o, para babasıydı… İstiyordu ki her zaman insanlar, önünde el pençe divan dursun, her zaman bulunduğu mecliste baş köşeye o kurulsun. Şimdi kalabalığa karışmış hissetti kendini, içi buruldu bir an. Sıkıntısı her hâlinden belliydi.

O anda Uyeyne’nin aklına gayet parlak bir çözüm geldi. Soylulara ayrı bir mescit yapılmalıydı. (Begavî, Mealimü’t-tenzil,V, 166) Uyeyne kendince en iyi çözümü bulmuştu. “Soylular için bir yer, yoksullar için ayrı bir yer…” Bu düşüncesini sonradan pek çok defa dile getirecekti. Onun gibi düşünen birkaç kişiyi de destekçi olarak buldu hani…"Kendini beğenmişler hareketi”ydi onlarınki… Sloganları belliydi: “Soylulara bir yer, yoksullara ayrı bir yer!” Oysaki Allah Rasulü’nün, “Bütün insanlar tarağın dişleri gibi birbirine eşittir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 411) diyerek sınıfsız bir toplum kurma isteği karşısında bu slogan ne kadar anlamlı olabilirdi? Fakat kendini beğenmişler hareketi çalışmalarını sürdürüyordu. Fakir Müslümanları incittiklerine aldırış etmeden düşüncelerini ulu orta seslendiriyorlardı: “Soylulara bir yer, yoksullara ayrı bir yer…”

Onların bu taleplerine, Allah’ın da bir cevabı vardı elbet. Nihayet onların karanlık dünyalarından yansıyan çirkin talepleri, Kehf suresinin aydınlığı karşısında parça parça oluyordu. Ayet doğrudan Allah Rasulü’ne seslenerek, ona bu densizlere aldırmamasını öğütlüyordu:
“Sabah akşam demeden, rızasını kazanmak için Rablerine kulluk eden (yoksul) sahabenin yanında ol. Dünya hayatının maddi gücünü elde etmek arzusuyla, gözlerin onların dışında başka kişilere çevrilmesin. (Bizi anmaktan) kalplerini gafil kıldığımız, arzuları doğrultusunda hareket eden ve işleri güçleri aşırılık olan kişilerin dediklerini yapma!” (Kehf, 28)

Ayette aşırılık diye ifadesini bulan şeyin ne olduğu belliydi. Şımarıklık, kibir, kötülükte öncü olmak, israf, lüks ve şatafat… Nefis, arzu ve aşırı isteklerin kaynağı değil miydi? Ve akli ve ruhi melekenin sırlı ve efsunlu kabı kalp bir nazargâh-ı ilahi değil mi?...
Uyeyne kalbinin sesini değil, nefsinin arzusunu tercih etmişti... Oysa Allah, huzurunda kalbiselim istiyor, “Allah’a arınmış bir kalp ile gelenden başkasının kabul görmeyeceğini” (Şuara, 89) beyan ediyordu. Allah Rasulü “Allah sizin ne dış görünüşünüze, ne de mallarınıza bakar. O sadece sizin kalplerinize ve davranışlarınıza bakar." (Müslim, Birr ve Sıla, 34) diyor, İslam’ı doğrudan kalbiselim ile izah ediyordu. Amr b. Abese’den rivayet edildiğine göre, bir defasında bir kişi Allah Rasulü’ne “İslam nedir?” diye sorduğunda, Efendimiz, “İslam, kalbini Yüce Allah’a teslim etmen, Müslümanların da senin elinden ve dilinden güvende olmalarıdır." buyurmuştu. (İbn Hanbel, IV, 114)

İslam’ın bize öğrettiği gerçeklerden biri, her şeyin kalpte başladığıdır. Fakat kalp, hayırlı amellerle kendini ortaya koymalıdır. Selim olmak kalpte başlar, fakat kalp ile bitmez. Kalbin selametine gözler de, eller de, dil de katılmalı, tüm beden kalbin selim olduğuna şahadet etmelidir. Allah Rasulü’nün “Dikkat edin! Vücutta öyle bir et parçası vardır ki, o sağlıklı ise bütün vücut sağlıklı olur, o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O, kalptir." (Buhari, İman, 39) sözü gereği, insanın her eyleminde aslan payı, kalbindir. O halde kalplerin hükümdarlığı altındaki bedenlerimiz vahyin parıltısı ile manevi bir anafora kapılmalı, bir ilahî nefha, bir kutsal emanet olan ruhlarımız, semavi bir helezon içinde tüm nefis tabakalarını bir bir aşarak, Feridüddin Attar’ın Mantıku’t-tayr’ındaki Zümrüdüanka misali maksudu ilahî’ye yol aramalıdır.

Kalbin ameli, bazen gözü yaşlı bir yetimin saçını okşamadır. Bazen yolda kalmışa destek olmadır, bazen o, sadece birkaç damla gözyaşıdır yanaklardan süzülen… Kimi zaman ise bir tatlı tebessümdür çehrelerde… Kalbin ameli, beş vakit kıldığımız namazlarımızdır, tuttuğumuz oruçlarımızdır, Beytullah’ı haccımızdır, zekâtımızdır. Ve kalbin ameli nihayet, Allah’ın nuru ile aydınlanıyorsa eğer, bedenin, kalp ve dimağdan gelen emre her ram oluşunda cennette bir hasene, bir sevaptır… Kalbin selamette olması, insanın ahirette selamet bulmasıdır, kalbin selamette olması, diğer Müslümanların elimizden ve dilimizden güvende olmasıdır. (Bkz. Tirmizi, İman, 12) Meleklerin selamlamasıdır bizi… Peygambere hediye ettiğimiz salat ve selamımızdır o. Diğer insanların ve tüm inananların canları ve malları hususunda güvenmeleridir bize…

Ve selamette olmak, kalbimizin amellerimizle bütünleşmesinden doğan kulluğumuzu, âdeta Allah’ın rızasına ulaşmak için hayır ve iyiliklerle inşa ettiğimiz amel burcumuzda Allah Rasulü’nün sahabesine öğrettiği şu duayı hatırlamaktır belki de: “Allah’ım! İşlerimde sebat isterim senden, doğru yolda gayretli ve becerikli olmayı isterim senden, nimetlerine karşı şükretmeyi, güzelce ibadet ve kulluk yapmayı isterim, doğru dil ve selamet bulan bir kalp isterim senden. Senin ilmindeki her zararlı şeyin şerrinden sana sığınırım. Senin ilmindeki her faydalı şeyin hayrını senden isterim. Bildiğin her bir günahımdan dolayı bağışlanma isterim senden. Şüphesiz sen kimselerin bilemeyeceği gaybı bilensin.” (Tirmizi, Daavât, 23)
Selim olmak dürüst olmaktır. Nifaka, karşı koymaktır. Nifak varsa selim olunamaz, kalbiselimden bahsedilemez. Abdullah b. Amr’ın aktardığına göre, Allah Rasulü: “Dört şey vardır ki, bunlar kimde bulunursa o kimse katıksız münafık olur. Kimde bunlardan biri bulunursa onu bırakıncaya kadar kendisinde nifaktan bir parça var demektir” buyurarak bu hususları tek tek saymıştır: “Kişi konuştu mu yalan söyler, anlaşmaya varsa dönüverir, söz verdimi sözünde durmaz, kavga ederse bu yolda günah işlemekten çekinmez.” (Müslim, İman, 106)

Selamette olmak, güvende olmak demektir. Bu öylesine bir güven hissidir ki, kul her sıkıştığında, Hz. Yusuf’u karanlık kuyudan çekip alarak Mısır’a sultan yapan, Hz. Musa’yı arkasında Firavun ve mücehhez ordusu, önünde umman kapana sıkışmışken, denizi yararak kurtaran ve Hz. İbrahim’i, içine atıldığı ateşi, berd-i selam yaparak koruyan Allah’ın, onun yanında olduğundan emin olma hâlidir. Allah Rasulü’nün Ebu Cendel’e ve Ebu Basir’e söylediği “Allah size bir kapı açacaktır” sözünün, arzın her yerinde, her an tekrarlanışıdır bu. (Bkz. Vâkıdi, Megazi, II, 625)

Dürüstlük adını taşıyan saltanat kayığıyla yol almaktır iman denizinde… Huzeyfe b. el-Yeman şahittir bu dürüstlüğe… İman ile sadakatin, sadakat ile ahde vefanın ve düşman bile olsa söz verince gereğini yapmanın zaruretidir ortaya konan. Huzeyfe “Bedir’de bulunmaktan beni alıkoyan başka bir şey yoktu”, diye başlıyor söze “Şu kadar var ki ben, babam Huseyl ile beraber (yola) çıktım ve bizi yolda Kureyş müşrikleri yakaladılar. ‘Siz (Hz.) Muhammed’in yanına gitmek istiyorsunuz’ dediler. Biz ‘Amacımız Hz. Peygamber’e katılarak (sizinle mücadele etmek) değil, tek amacımız var, o da Medine’ye gitmektir’ dedik. Bunun üzerine bizden Medine’ye gittiğimizde, Allah Rasulü’nün safında savaşmayacağımıza dair söz aldılar. Medine’ye vardığımızda konuyu Allah Rasulü’ne ilettik. Allah Rasulü, ‘Haydi gidin (siz Bedir’e katılmayacaksınız)! Biz onlara verdiğimiz sözü tutarız, onlara karşı Allah’tan yardım dileriz.’ buyurdu. (Müslim, Cihad ve Siyer, 93)

Allah Rasulü’nün bu olaya benzer bir tavrı Ebu Rafi olayıdır. Ebu Rafi kendi anlatıyor: “Kureyşliler beni Hazreti Peygamber’e (elçi olarak) gönderdiler. Ben Allah’ın Rasulü’nü görünce kalbimde Müslüman olma arzusu belirdi. Bunun üzerine ‘Ey Allah’ın Rasulü! Allah biliyor, ben Kureyşlilere bir daha asla dönmeyeceğim’ dedim. Efendimiz, ‘Ben anlaşmamı bozmam ve kimsenin (yakasına yapışıp) zorla alıkoyacak değilim. Fakat sen (Kureyş’e) geri dön. Eğer orada da aynı duyguları taşıyorsan çıkıp gelirsin’ buyurdu. Bunun üzerine (gerisin geriye Mekke’ye) gittim. Sonra Peygambere (tekrar) geldim ve Müslüman oldum.” (Ebu Davud, Cihad, 151) Allah Rasulü “Cahiliye dönemine ait olsa bile verdiğiniz sözlerde durun, yemininizi yerine getirin. Çünkü Müslüman olmak (verilen sözlerin arkasında durmayı) daha çok gerekli kılar” buyurur. (Tirmizi, Siyer, 30)

Allah Rasulü’nün dürüstlüğü bazen O’na inanmayanları bile insafa getirmektedir. Ebu Süfyan henüz Müslüman olmadan Bizans imparatoru Heraclius (Hirakl)’ın huzuruna varıp, Hazreti Peygambere karşı Bizans’ın yardımını aramıştı. Müslüman olduktan sonra Ebu Süfyan, Heraclius ile aralarındaki konuşmayı Abdullah b. Abbas’a anlatmıştır. O konuşmada Heraclius’ın Ebu Süfyan’a söylediği sözler Peygamberin şahsında kalp, akıl ve bedenin ahenginden doğan ideal insanı bize tüm açıklığıyla anlatmaktadır. Heraclius şöyle diyor: “ ‘Ebu Süfyan! Ben sana (Hz.) Muhammed ne tavsiye ediyor?’ diye sordum. Sen, ‘namaz kılmayı, doğru olmayı, iffetli olmayı, ahde vefayı, emaneti yerine teslim etmeyi tavsiye ettiğini’ söyledin, bunlar ancak bir peygamberin özellikleridir.” (Buhari, Şehâdât, 28)
Ne mutlu selim bir kalp, selim bir akıl, selim bir hayat için peygambere tabi olanlara!