Makale

Aile Mahremiyeti ve Mahremiyetin Korunması

Rahime Beder Şen
Aile ve Sosyal Araştırma Uzmanı

Aile Mahremiyeti ve
Mahremiyetin Korunması

Mahremiyet sözcüğü, etimolojik kökeninde (Latince inümus) ‘en iç’, ‘en derin iç’ anlamına gelmekte ve günlük dilde de, ‘iç bilinç ya da bir kişinin en gizli gerçekliğinin bilgisi’ gibi anlamlar taşımaktadır. Genel olarak mahremiyet, bir kişinin en derinliğinde var olan şeyler olarak tanımlanabilir. Mahremiyet kişisel gizlilik, kişisel özgürlüktür ve bireyin olmazsa olmaz bir gereksinimidir denilebilir. Bazı yazarlar da mahremiyeti ‘kişisel kontrol’, ‘kişiler arası etkileşimleri düzenleme süreci’ olarak da tanımlamaktadır.
Mahremiyet, kişilere göre değişen bir ihtiyaç olarak görülebilir. Bu ihtiyaç, sıcak ve karşılıklı ilişki arayışı şeklinde kendini göstermektedir. Mahremiyet iki bireyin birbirine yaklaşmaya çalıştıkları bir süreç olarak da kavramsallaştırılabilir. Bu süreçte iki kişi, birbirlerini birçok özel ve en derin hususlarında tanıyabilmekte ve bir karşılıklı bağımlılık oluşmaktadır. Birbirlerine ihtiyaçlarını giderme bakımından muhtaç olma durumu ortaya çıkmaktadır. Buradan da anlaşılacağı gibi mahrem ilişkiler, diğer ilişkilerden bazı bakımlardan farklılık göstermektedir. Bunlar arasında duyguların yoğunluğu, kişinin kendisi hakkında karşıdakine verdiği bilgilerin nicelik ve niteliği, diğerine ve ilişkiye bağlılık, ilişkinin uzun süreli olacağına inanç, karşılıklı bağımlılık gibi hususlar sayılmaktadır.

Yapılan anketlere göre Batı toplumlarında mahremiyetin içeriği, cinsellik, diğerine duyulan sevgi, rüyalar veya hayaller gibi konuları kapsamaktadır. Bir başkasıyla bu tür konuları paylaşma ise onunla mahrem, özel ilişki kurma anlamına gelmektedir. Türk toplumunda mahremiyet alanına giren konular da Batı’daki anlayışla benzerlik göstermektedir.

Görüldüğü gibi mahremiyetin algılanmasında kültürel boyutlar önem taşımaktadır. Zira bütün kültürlerde mahremiyeti düzenleyici kurallar bulunmakla birlikte, mahremiyetin düzenlenme şekli ve mekanizmaları kültüre özgüdür ve kültüre göre değişmektedir. Her kültürde farklı değerler yüceltilir ve bu değerlerin aktarılmasında farklı mekanizmalar kullanılır. Hatta aynı kültür içinde de rol ve statüye bağlı olarak farklı kural ve mekanizmaların işlediği görülür.

Mahremiyet kavramı önemli olması nedeniyle sosyal psikologların da ilgilenmesini gerekli kılmış ve sosyal psikologlar, mahrem ilişkilerin gelişmesi konusunda çeşitli teorik yaklaşımlar ortaya koymuşlardır.

Bireyin mahremiyeti gibi ailenin de mahremiyet alanları bulunmaktadır. Ailenin özeli, sırları, eşlerin birbirleri ile özel ilişkileri ve özel sorunları aile içinde kalması gereken, başkalarına yansıtılması hoş olmayan, hatta sakıncalı olan bir konumdadır. Yine dışarıda nasıl ki mahremiyetimizin sınırları varsa, evimizde de mahremiyetin bazı sınırları olmalıdır. Odalara girerken kapı vurmak ve sesli olarak izin istemek, eşlerin birbirleri ile, çocukların birbirleri ile ve ebeveynleri ile karşılıklı konuşmalarında saygı çerçevesinde ölçülü ve dengeli olmak, ev içinde de kılık kıyafetlere dikkat etmek gibi aile içinde mahremiyet sınırlarına özen göstermek hem tarafların birbirine hem de kendilerine gösterdikleri saygının bir gereğidir. Ebeveynler bu mahremiyet anlayışını, başka bir ifade ile utanma ve haya etme duygusunu, küçük yaşlardan itibaren çocuklarına kazandırmakla yükümlüdürler. Çünkü sağlıklı bir mahremiyet duygusunun oluşması, çocukların sağlıklı bir psikolojik kimlik ve cinsel kimlik geliştirmeleri için gereklidir. Aynı şekilde aile mahremiyetinin aile bireyleri özelinde kalarak dış çevreye karşı da korunması gerekmektedir. Aksi taktirde aile üzerinde herkesin yorum yapma hakkı doğmakta ve özel hayatlar seyirlik hâle gelerek toplumsal bir anomi ortaya çıkabilmektedir.

Çocuklarımızda sağlıklı bir mahremiyet gelişimi için aile içinde verilecek eğitimde temel olabilecek bazı öneriler şu şekildedir:
* Çocuğun odasına girerken büyüklerin kapıyı çalarak sesli olarak izin istemeleri çok önemlidir. Böylece çocuk, hem kendisine değer verildiğinin farkına varacak hem de özel odalara girerken izin istenmesi gerektiğini büyüklerinden görerek öğrenmiş olacaktır.
* Çocuğun 4 yaşından itibaren giyinirken bazı hususlara dikkat etmesi sağlanmalıdır. Özellikle misafirlerin yanında giyinilmemesi gerektiği öğretilmelidir. Giyinirken kapısını ve penceresini kapalı tutması çocuğa anlatılmalıdır.
* Tuvaletteyken kapısını kapalı tutması gerektiği, banyo veya tuvalete girmek istediğinde kapıyı mutlaka çalması gerektiği de öğretilmelidir. Böylece banyo ve tuvaletin özel bir alan olduğu fikri yerleşecektir.
* Çocuklar siz yatak odasındayken kapının vurulmadan girilmeyeceğini bilmelidir. “Giyinirken yalnız kalmalıyım.” gibi açıklamalar yapılabilir. Ancak, zaman zaman çeşitli nedenlerle geceleri yatak odanıza gelebileceği de düşünülerek dikkatli olmak gerekir.
* Evdeki kıyafetler konusunda da dikkatli olmak gerekir. Ebeveynlerin yatak ve ev kıyafetlerine günlük hayatta dikkat etmeleri çocuklar için de iyi bir model olacaktır.
* Çocuklara mahremiyet anlayışını kazandırmaya çalışırken, zorlayarak, korkutarak katı bir disiplinle yaklaşmamak gerekir. Aksi takdirde ya söylenenin tersini yapan ya da özgüveni gelişmeyen bireyler yetiştirebiliriz.
* Çocuğun banyo yapması sırasında da dikkat edilmesi gereken hususlar olmalı. Çocuk kendi bedeni ile anne ve babasının bedeni arasında da sınırlar olduğunu öğrenmelidir.

Kitle iletişim araçlarının aile mahremiyetine etkileri
Toplum yapımızın temeli olan aile kurumunun değerlerinden en önemlisinin mahremiyet olduğu bilinmekle birlikte, günümüzde bu değerin de yozlaştığı gözlenmektedir. Aileler için en önemli eğlence aracı konumunda bulunan ve ulaşılabilirliği çok kolay olan televizyonun mahremiyet konusuna bakış açısına değinmek gerekirse, ki buna gerektiği gibi dikkat edilmediği ortadadır. Televizyon programları ile birlikte, gündelik hayatın en önemli alanlarından biri olan “özel hayat” yani mahremiyet kavramının esnekleştiği hatta hiçe sayıldığı gözlenmektedir. Bazı televizyon yayınlarında bireye ait olanlarla topluma ait olanlar arasındaki sınır giderek ortadan kalkmakta, böylelikle de tüm toplum, aynı özel hayatın özneleri hâline gelmekte ve aynı mahremiyeti paylaşmaktadır. Öyle ki, yatak giysileriyle başkalarının yanına çıkmanın saygısızlık ve özensizlik sayıldığı bir ilişki biçiminden, sadece yarışma kurallarının, kendini ortaya koymanın önem kazandığı ve milyonlarca izleyicinin önünde mahremiyetin neredeyse tamamen ortadan kalktığı bir ilişki biçimine gelinmiştir. Televizyon programlarını izleyenlerin, günlük hayat kültürü içerisinde hayatlarının şekillendiği ve zamanlarının büyük bir bölümünü televizyon karşısında geçirdikleri görülmektedir. Özellikle ev kadınlarının gündelik hayatlarında televizyonun çok önemli bir konumda olduğu söylenebilir.

Ülkemizde, son yıllarda yayınlanan bazı yarışma programları, özel hayatın mahremiyeti konusundaki toplumsal değer yargılarını değişime zorlamakta ve bireylerin toplumsal değerler konusunda çatışmalar yaşamasına yol açmaktadır. Bu tür programların izleyicilerinin önemli bir bölümünde, özel hayatların mahremiyetini gözetleyerek kendini rahatlatma eğilimi kışkırtılmaktadır. Bir diğer ifade ile, bireylerde ‘röntgencilik’ duygularını açığa çıkarma gibi, yayıncılık etiği açısından ahlâkî olmayan bir yol, reyting uğruna izlenebilmektedir. Oysa, insanın bu yönünün açığa çıkması, psikiyatride hastalıklı bir ruh hâli olarak kabul edilir. Bu programlarda öne çıkan şahsiyetler, ekranlardan göründükleri kadarıyla, çoğu zaman sağlıksız ruh hâline sahip olan ve toplumsal hayat açısından sağlıksız kişilik özellikleri gösteren kişiler olabilmektedir. Hiç kuşkusuz bu durum, izleyiciler ve özellikle özdeşim kuran çocuk ve ergenler için son derece olumsuz rol modelleri oluşturmaktadır.

‘Reality’ programlarının hemen her türünde, insanların özel hayatlarının ve mahrem ilişkilerinin alenen sergilenmesi, bu insanlar ve yakınları için de örseleyicidir. Sergilenen özel hayat, sadece kişinin kendisini ilgilendirmemekte, yakınları da teşhir edilmiş olmaktadır. Bir yıl kadar önce, sırf bu nedenle aile içi cinayetler işlenmiş ve konunun çarpıklığı, yazılı basının da büyük tepkisini çekmiş (Güzin Abla, Hürriyet, 21 Nisan 2005; Tufan Türenç, Hürriyet 20 Mayıs 2005), hatta bazı programlar, televizyon yönetimleri tarafından acilen yayından kaldırılmıştır. Bu tür programlarda sergilenen psikopatolojik davranışlar, telkine yatkın toplum bireyleri tarafından taklit edilebilir; ortaya dökülen hezeyanlar da paylaşılabilir.

Televizyon dünyasında nispeten yeni bir olgu olan ‘reality’ programlarının yarattığı bir sorun olan özel hayat ve mahremiyet ihlâlleri üzerine önemli bir bilimsel literatür henüz bulunmamakla birlikte, ruh sağlığı alanında çalışan uzmanların meslekî uygulamalarında karşılaştığı olgular, bu programların, programa katılan kişiler, onların akraba ve yakınları, programlarda adı geçen üçüncü şahıslar ve etkilenmeye açık risk gruplarına dahil izleyicilerin ruh sağlıkları açısından çok önemli sakıncalar ortaya çıkardığını göstermektedir. Nitekim, bunlara bağlı olarak, yakın zamanda ülkemizde cinayetlerin bile işlendiği kamuoyunca malumdur.

Aile ve kadın eksenli programlar kapsamında, toplumun yoksulluk durumunun ve duygularının kötüye kullanıldığı, aile içi olumsuz ilişkilerin teşhir edildiği, böylece çocukların ve gençlerin ruh sağlığının olumsuz etkilendiği; ayrıca, programa katılan bireylerin aile mahremiyetlerinin de ortadan kaldırıldığı, bu tür programların çocuk ve gençlerde, “aile kurumuna” ilişkin olumsuz bir tutumun gelişmesine yol açabileceği, “kadın sorunlarının dile getirilmesi” adına kadının küçük düşürüldüğü, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin körüklendiği, programa çıkan kadınlar aracılığıyla kız çocuklarının sağlıklı cinsel kimlik gelişimlerinin olumsuz etkilendiği, bunun yanı sıra kız çocuklarında, karşı cinse ilişkin olumsuz bir tutumun gelişebileceği, bu tutumun gençlerin gelecekte kuracakları aile ilişkilerini de olumsuz etkileyebileceği bir gerçektir. Kötü muameleye maruz kalmış kadınların yaşantılarının çıkar amaçlı kullanıldığı, özel hayatın açıkça ortaya konulduğu ve bunun sonucu olarak aile mahremiyetinin ortadan kaldırılmasının, aile üyeleri arasında yeni çatışmalara zemin oluşturabileceği, aile içi olumsuzlukların açıkça ortaya konulması sonucunda, çocuk ve gençlerin, kendi öz anne-babalarına olan temel güven duygularının sarsılabileceği ve sonuç olarak televizyon yayınlarında ele alınan hayat olaylarının, geniş kitlelerle paylaşılması, aile dramlarının “sıradan, normal, yaşanabilir olaylar” olarak algılanmasına yol açabileceğinden bir süre sonra, toplumda bu tipteki olaylara karşı kayıtsızlık gelişmesine neden olabilir. Ayrıca, çaresiz insanlar için, örneğin, çocuklarına bakamayacak aileler için, çocukların bakımı konusunda yardım aramanın ve yardım almanın çok daha az incitici ve uygun yollarının gösterilmeyip, program aracılığı ile yardım aranması, benzer durumdaki insanları da bu yolla yardım aramaya itecektir. Yine bu programlarda, aile mahremiyetinin ihlâl edilmiş olması, toplumda böyle mahrem konuların herkesle paylaşılabileceği mesajını da taşımaktadır ki, bu da aile yapısı ve bireyler için sağlıksız sonuçlar doğurabilir.

Son yıllarda, televizyon programlarında çıplaklık, evlilik dışı kadın-erkek ilişkileri ve cinselliği ön plâna çıkaran tavırlar, tutumlar ve kıyafetler karşısında, genel olarak toplumumuzun sistematik olarak mahremiyet konusunda duyarsızlaştığı görülmektedir. Bir çocuğun cinselliği, gelişimsel olarak belli evrelerden geçerek kavraması gerekirken, televizyonda kavrayamayacağı düzeyde cinsellikle karşılaşması, bu konudaki sağlıklı gelişimini çeşitli biçimlerde etkileyebilir. Bu nedenle, çocukların televizyon izledikleri saatlerde gösterilen, cinselliğin açık biçimde sergilendiği, mahremiyetin ihlâl edildiği, özendiriciliği yüksek ve eyleme geçmeyi cesaretlendiren yayınlar sakıncalıdır. Ebeveyne, çocuğunun televizyon izleme alışkanlıklarını kontrol etme eğitiminin yanı sıra, nasıl daha etkili ana-baba modelleri olabilecekleri konusunda eğitim vermek oldukça önemlidir. Ana-babalar; çocuklarının gelişimsel düzeylerine uygun biçimde televizyon programlarını izlemelerini ve görüntüleri anlamalarına yardım etmelidirler. Tüm küçük çocukları, gerçeklik, haklılık ve sonuçlar bağlamında programlarla ilgili eleştirel bir değerlendirme yapabilmeleri için eğitmelidirler.

RTÜK Raporunda yer aldığı şekliyle gerek binlerce ruh sağlığı çalışanını temsil eden meslek örgütlerinin görüşleri, gerekse raporun yazarlarının meslekî uygulamaları ve günlük gözlemlerinde karşılaştıkları olgular, televizyonlarda yer verilen ölçüsüz şiddet içeriği ile müstehcenlik ve mahremiyet ihlâllerinin, başta topluma uyumlu bir kişilik geliştirme sürecinde olan çocuk ve gençlerimiz olmak üzere, tüm toplum bireylerinin ruh sağlığını son derece olumsuz bir biçimde etkilediğini açıkça göstermektedir.

Bireylerin sağlıklı bir kişilik yapısına sahip olmaları ve ruh sağlıklarının yerinde olması, toplumsal norm ve değerlerin olabildiğince durağan olmasına, toplumsal rol modellerinin uyumsal davranış örnekleri sunmasına bağlıdır. Görsel medya, bu toplumsal koşulların oluşturulmasında önemli bir role sahiptir. Bu rolü, yayıncılık etiğine de uygun olarak yerine getirebilmek için, yukarıda sözü edilen olumsuz etkilerin ortadan kaldırılmasına yönelik olarak, başta medya sahip, yapımcı ve yöneticileri olmak üzere, tüm medya çalışanlarının, kendilerine düşen sorumlulukları acilen yerine getirmeleri gerekmektedir. Medya yapımcıları; bireysel mahremiyet ve aile mahremiyetini dikkate alan yayınlara yer vermelidir. Ölçünün çok iyi ayarlanması konusunda özen göstermelidirler. Politika oluşturucular; medyanın tüm türlerinde mahremiyet konusuna özen göstermeyen yayınlar için uygun ilkeler, standartlar ve cezalar belirleyerek hayata geçirmelidirler. Medya farkındalığı eğitiminin okul ders programlarının bir parçası ve önceliği olmasını garanti altına almalıdırlar ki, ülkemiz için olumlu bir gelişme olarak okullarda medya okur-yazarlığı derslerinin okutulması yönünde ilk adım atılmıştır.


Aile mahremiyetinin aile bireyleri özelinde kalarak dış çevreye karşı da korunması gerekmektedir. Aksi takdirde aile üzerinde herkesin yorum yapma hakkı doğmakta ve özel hayatlar seyirlik hâle gelerek toplumsal bir anomi ortaya çıkabilmektedir.