Makale

Uzlaşmada Medine Vesikası Örneği

Edip Akyol
Boyluca Köyü İmam-Hatibi Nizip/GAZİANTEP

Uzlaşmada
Medine Vesikası Örneği

Hareket noktamız Medine Vesikası olduğuna göre, bu vesika hakkında bazı somut bilgileri vermenin bir zorunluluk olduğunu düşünüyoruz.

Bu düşünceden yola çıkarak, Medine Vesikası’nın imzalandığı sosyal ortam, bu ortamın kendine özgü maddî, siyasî, kültürel ve dönemsel (konjonktürel) yapısı hakkında genel bilgiler vermeyi gerekli görmekteyiz.

Nitekim biz Medine’deki dinî-hukukî topluluklar arasındaki görüşmelerin Enes b. Malik’in evinde ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in başkanlığında yürütülüp söz konusu vesikanın bu görüşmeler sonucunda kaleme alındığını biliyoruz. Kaldı ki, vesikanın bütün kurucu ilkeleri ile kabile ve mekân isimleri dışında ancak genel hukuk seviyesinde hak ve sorumluluklarıyla ilgili hükümlerinin referansı olacak çok sayıda ayet ve hadis tespit etmek mümkündür. Vesikanın tarihî değeriyle ilgili son olarak şunu söylemek gerekir. Eski ve yeni müelliflerin büyük çoğunluğu, vesikanın hicretin ilk yılında, yani 622’de imzalandığını kabul eder. İbn Hişam ve Ebu Ubeyd’in eserlerinde düz ve yekpare bir metin iken, Wellhausen onu 47 maddeye ayırmış, daha sonraları Hamidullah bazı maddeleri kendi içlerinde bölerek bu sayıyı 52’ye çıkarmıştır.

Mekke gibi yarımadanın diğer yerleşim merkezlerinde de Arap geleneğinin baskın karakteri kabile ruhudur. Bu durum, yarımadanın iki büyük merkezinde de hemen hemen aynıydı. Mekke ve Taif’in birliği güçlü kabileler tarafından sağlanıyordu. Ancak Medine bu anlamda böyle bir birlikten yoksundu. Çünkü Mekke’de Kureyş, Taif’te Sakif kabilesi siyasî birliği sağlarken, Medine’de başta Evs ve Hazreç ile bu iki Arap kabilesinin müttefikleri Yahudi kabileler (Beni Kaynuka, Beni Nadir ve Beni Kurayza) arasındaki bitmez tükenmez savaş ve çekişmeler, siyasî birliğin sağlanmasına bir türlü imkân vermiyordu. Wellhausen’a göre, işte Peygamber, böylesine muzdarip ve fakat siyasî birliğe muhtaç bir kabileler topluluğu olan Medine’de din ve hukuk temelinde yepyeni ve o günkü Araplar arasında hayli garip bir siyasî birlik kurmaya muvaffak oldu. (Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu, çev. F. lşıltan, Ankara, 1963, s. 2) Araştırmacılar, ittifakla Mekke ile Medine arasındaki sosyal, siyasal, ekonomik ve yapısal farkın Müslümanların Medine’de tutunmasına ve burada yepyeni bir siyasal birliğin kurulmasına geniş ölçüde yardımcı olduğuna kanidirler. (Her iki merkezin yapısal özellikleri ve birbirleriyle mukayesesi için bkz. W. Montogomery Watt, Muhammet at Mecca, Oxford, 1953 (Hz. Muhammed Mekke’de, çev. M. R. Ayas-A. Yüksel, Ankara, 1986))

Medine’nin merkezî bir siyasî otoriteden yoksun olması ile sürüp giden şiddetli savaşlar, peygamberin buraya gelişini kolaylaştırmıştı. Nitekim sonraları Hz. Aişe şunları söyleyecekti: “Yevm-u Buas (Evs ve Hazreç arasındaki savaş), Allah’ın, elçisi Muhammed’e bir armağanıydı. Rasûlüllah geldiğinde (Medine ahalisi) gruplara bölünmüş, ileri gelenleri (öldürülmüş veya yaralanmışlardı. Allah, onların İslâm’a girmesiyle Elçisi’ne lütufta bulunmuş oldu.” (Buhari, 5/44; İbn Hişam, 1, 183)

Medine’ye gelir gelmez Peygamber’in ilk yaptığı işlerden biri, yeni gelen Muhacirleri yerleştirmek, onların ve ailelerinin gündelik (rutin) ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli tedbirleri almak oldu. Bu amaçla Medineli Müslümanlar (Ensar) ile Mekkeli Müslümanlar (Muhacirler) arasında sosyal ve ekonomik bir dayanışma ve yardımlaşma ilişkisini tesis etti. Buna “muâhât/kardeşleşme” adı verildi.
Hicretle birlikte ve bu gelişmelerden sonra Medine’de üç ana toplumsal blok ortaya çıkmış oldu: Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrik Araplar.

Müslüman blok, Mekkeli Muhacirler ve Medineli Evs ve Hazreçli Ensar’dan müteşekkildi. Bu türden toplumsal yapılanma bütün Arap yarımadasının kadim geleneğine yabancıydı. Çünkü geleneksel kabile hayatında, toplumsal örgütlenme kan ve akrabalık bağına dayalı iken, ilk defa Medine’de coğrafî, etnik ve kültürel kökeni tamamen birbirinden farklı insanlar bir araya gelerek kendilerini ayrı bir sosyal blok (camia) olarak tanımlıyorlardı.

Medine, Müslümanlardan ibaret değildi. Onun kadim sakinleri Yahudiler ve Müslümanlığı kabul etmemiş Araplar da vardı. İşte Hz. Muhammed (s.a.s.)’in önünde bütün bu sosyal blokları anlaştırıp birleştirmek ve bir arada yaşamanın formülünü bulmak gibi önemli bir sorun vardı. (A. Himmet Berki-Osman Keskioğlu, Hâtemü’I-Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı, 7. bsk. Ankara) Peki, bunu nasıl yapacaktı?

Hz. Muhammed, bir yandan hicret eden Mekkelilerin yerleştirilmesi ve yeni çevreye intibaklarıyla uğraşırken, diğer yandan Yahudi ve Müşrik Araplara güven vermeye çalışıyor, niyetinin Medine üzerinde mutlak bir egemenlik kurmak olmayıp yeni dini cemaatinin güven içinde yaşamasını ve dinlerini yayma imkânlarını sağlamak olduğunu söylüyordu. Esasında daha Mekke’de inen vahiylerde geçerli bir prensip olarak “Sizin dininiz size, benim dinim bana” (Kâfirun, 6) ilkesi benimsenmişti. Ancak Kureyş, bu çok dinli çoğulcu projeyi reddedip Peygambere dini tebliğinde engeller çıkarmış, Müslüman olmak isteyenlere ağır baskılar ve işkenceler uygulamıştı.

Dolayısıyla peygamberin izlediği stratejide hiçbir değişiklik yapmak gerekmezdi. Bu durumda Medine’deki hayatı, Mekke’de inen vahyin toplumsal, hukukî ve kurumsal düzeyde bir açılımı, Mekke’deki vizyonun Medine pratiğine taşınması olacaktı ve nitekim öyle de oldu. Yani, dinî ve hukukî özerklik temelinde çoğulcu bir toplumsal projeyi hayata geçirerek, herkese ve her topluluğa bir arada yaşamanın mümkün olacağının yollarını göstermek. Elbette dini tebliğ devam edecekti; ama hiç kimse zor ve baskı altına alınarak başka bir dine girmeye mecbur edilmeyecek, din değiştirenler Mekke’de olduğu gibi herhangi bir engelle karşılaşmayacaktı.

Enes’ten ve diğer kanallardan gelen bilgiler, vesikanın karşılıklı görüşmeler sonucunda ve bir toplumsal mutabakat ürünü şeklinde ortaya çıktığını göstermektedir.

Hz. Muhammed’in karşılıklı görüşmeler sonucunda ve taraflarla mutabakat icerisinde hazırladığı bu toplumsal sözleşmenin kabulünü sağlayan esaslı faktörlerden biri, 120 yıldır savaş ve düşmanlıklarla yorgun ve bitkin düşen Medine’nin bizzat içinde bulunduğu kaotik ve güvensiz durumdur. Medine âdeta kendine bir kurtarıcı beklemektedir. Kendi başına ve var olan sosyal güçlerle barış ve istikrar sağlayacak siyasal ve toplumsal bir formül bulamıyor. Medine savaşlarla iktisadi bakımdan sürekli gerilerken, yine de yeni çatışmalara gebe bir görünümdedir. İşte tam da böyle kritik bir dönemde yabancı kökenli biri çıkıp bütün gruplara birlikte ve ortak yaşamanın yollarını gösteriyor, herkesi hukuk temelinde, “neysen osun” ilkesine göre var olmaya çağırıyordu.

Vesikada yaralama, öldürme, kan diyetleri, fidye-i necat vb. terim ve maddelerin sıkça yer alması, uzun yıllar iç savaşlarla sarsılmış ve bitkin düşmüş bir toplumun normal konjonktürünü yansıtır. O günün ivedi sorunu, çatışmalara bir son verilmesi ve taraflar arasında adalet ve hakkaniyet esaslarına uygun bir arada yaşamanın formülünün bulunmasıydı. Bu yönüyle vesika, oldukça dönemsel bir nitelik taşır. Ancak onun dönemselliği ve altına imza atan insanların sayısının azlığı, kurucu ilkeleri yönünden önemsizdir.

İkinci önemli nokta, böyle bir proje sayesinde kimsenin kimse üzerinde baskı kurmaya kalkışmadan başkalarını doğal bir realite kabul etmesi ve onun yaşama ve düşünme biçimine saygı göstermesinin yasallaşması ve hukukun teminatı altına alınmasıdır.

Vesikanın 23. maddesi Peygamber’i Müslüman sosyal blok üzerinde mutlak hakim kılar. Bu doğal bir durumdur; çünkü Müslümanlar ona biat etmekle, zaten ona bağlanmayı daha başında kabul etmişlerdir. Bu, aynı zamanda ibadeti, dini ve hukuku birbirinden ayırmayan İslâmî temel varsayıma uygun bir tutumdur. Bu maddelerin kurucu ilkesi, İslâmiyet’in sadece Müslümanları bağlayan bir din olduğu gerçeğinin altını çizer.

Vesika, objektif hükümleriyle bütün dinî ve sosyal blokların üstündedir. Yani, Müslümanlar, Yahudiler ve müşrikler onun genel çerçevesi dışına çıkamazlar.

Vesikanın 39. maddesi ile “ülke ve korunmuş sınır” kavramı getirilmiş olup, bu, o günün şartlarında yeni bir şeydi. Kan ve akrabalık bağına dayalı kabile yapısı aşılıyor, insanlar bloklar halinde (veya hukuk toplulukları şeklinde) daha üst bir siyasî birlik etrafında toplanıyor ve Medine’de yaşayan aşiret ve kabileler arasındaki her türlü çatışma ve hukuk ihlâli yasaklanıyor. Vesikada geçen “haram” terimi korunmuş sınır demektir ve bir siyasî birliğin toprak bütünlüğüne atıf anlamına gelir.

İnsanlar ve topluluklar arasındaki ilişkilerde temel ahlâkî esaslar ve herkesin karşı çıkamayacağı evrensel yüce idealler geçerlidir. (Md. 47) Ancak bunların geçerli olabilmesi için toplumsal ilişkilerin bütününü düzenleyen yazılı bir hukuk metninin esas alınması gerekir. Bundan dolayı vesika, kendini “Kitap” (Md. 1,36 ve 47) veya “Sahife” (Md. 22, 39, 42, 46 vs.) diye takdim etmektedir ki, o günün geleneksel kültüründe bu iki terim bağlayıcılık ifade eder. Sözgelimi Kur’an da kendini “kitap” olarak tanımlar, geçmiş peygamberlere çeşitli kitap ve sahifelerin indirildiğini söyler. (Bkz. En’am, 154; İsra, 2; Necm, 36; A’la, 19 vs.)

Medine Vesikası’nın genel hükümlerinden başka sonuçlar da çıkartılabilir, ama yeri burası değildir. Vesika’nın bizim için önemli tarafı, 622 yılında yazılı bir belge olarak üç ayrı dinî ve sosyal blok arasında karşılıklı görüşme ve anlaşma sonucu kaleme alınması ve uygulamaya konulmuş olmasıdır.

Vesikanın hükümlerinde o günkü Arap toplumunun kendine özgü şartları veya var olan objeler dünyası etkileyici olmuştur; ancak belirleyici olan o çevre şartları değil, özgür, adil, katılımcı ve çoğulcu bir toplum biçimi geliştirme arzusudur. Bundan dolayı hükümlere ilişkin kurucu ilkeleri araştırıp bulmak önemlidir. Belki bize de bu kurucu ilkeler yol gösterecektir.


Vesika’nın bizim için önemli tarafı, 622 yılında yazılı bir belge olarak üç ayrı dinî ve sosyal blok arasında karşılıklı görüşme ve anlaşma sonucu kaleme alınması ve uygulamaya konulmuş olmasıdır.