Makale

Din Hizmetinin Toplum Hayatındaki Yeri ve Önemi

Din Hizmetinin
Toplum Hayatındaki
Yeri ve Önemi

Doç. Dr. Fikret Karaman
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı

Diyanet İşleri Başkanlığı çok bilinen ve tanınan bir kurum olmasına rağmen halka sunduğu hizmetin niteliği bakımından bazıları tarafından tartışma konusu olmuştur. Kimi çevreler bilerek veya bilmeyerek onu sadece bir “din kurumu” şeklinde tanımlamıştır. Dolayısıyla bu tezi savunanlar, Başkanlığın bir kamusal kimliğe sahip olmasını uygun görmemişlerdir. Bunlar muhtemelen Batı toplumlarında var olan dinî kurumlardan etkilenmişlerdir. Yahut modernlik ve laiklik ilkesini gerekçe göstererek din duygusunu sosyal hayatın dışında tutmak istemişlerdir. Aslında bu tartışmalar sadece bugüne de mahsus değildir. Tarihte benzer olayları sıkça görmek mümkündür. Hatırlanacağı üzere bu kurum; ilk kez 3 Mart 1924 yılında 429 sayılı kanunla Diyanet İşleri Reisliği ismiyle kurulmuştur. Aynı yıl 20 Nisan 1924 tarihinde “Teşkilât-ı Esasiye Kanunu” (Anayasa) nda yürürlüğe girmiştir. Bu Anayasa’nın ikinci maddesinde devletin dininin, İslam dini olduğu ifade edilmiştir. Ancak söz konusu Anayasa’da toplumun din konusunda nasıl ve hangi kuruluş tarafından aydınlatılacağına dair bir düzenleme yapılmamıştır. Fakat ilerleyen zaman diliminde bu konularla ilgili detaylı çalışmalar yapılmış ve toplumu din konusunda aydınlatma görevi tamamen Diyanet İşleri Başkanlığının uhdesine bırakılmıştır. Bu yıl Diyanet İşleri Başkanlığı, 85. hizmet yılına girmiştir. Ne var ki bu alandaki tartışmalar henüz sona ermemiştir. Sınırlı da olsa değişik platformlarda çeşitli gerekçelerle devam etmektedir.
Diyanet İşleri Başkanlığı Nasıl Bir Kurumdur?
Diyanet İşleri Başkanlığı, Batılıların algıladığı biçimde bir din kurumu değildir. Böyle bir sınırlandırma, Başkanlığın hareket alanını daraltır. Amacına uygun hizmet etmeyi ve hedefine ulaşmayı engeller. Çünkü Diyanet İşleri Başkanlığının asıl kuruluş gayesi; toplumu İslam dininin inanç, ibadet ve ahlak konularında aydınlatmaktır. Dolayısıyla İslam’da Yüce Allah ile kul arasında bir vasıta yoktur. Din adına yetkili veya dinin ilkelerini belirleme noktasında da hiç kimse ayrıcalıklı değildir. İslam’ın ana konuları Kur’an ve sünnet gibi sahih kaynaklarda açıkça belirtilmiştir. İnsanların Allah katındaki üstünlükleri ve öncelikleri sadece dinî değerlere karşı olan duyarlılıklarıyla orantılıdır. Bu nedenle İslam tarihi boyunca din hizmeti; herhangi bir din kurumu veya din adamı sınıfına bağlı olarak verilmemiştir. Nitekim Cumhuriyeti kuran irade de; din hizmetinin önemini ve özelliğini dikkate alarak Osmanlı’dan intikal eden din ve hayır hizmetlerini “kamu hizmeti” çerçevesinde ele almış ve Diyanet İşleri Başkanlığı çatısı altında yapılandırmıştır. Daha sonraki zaman diliminde düzenlenen 1961 Anayasasında da ona vurgu yapılmış ve anayasal bir kurum olarak genel idare içerisinde yer verilmiştir. Bu husus, 1982 Anayasasında şekil ve çerçeve bakımından daha somut bir şekilde belirlenmiştir. Buna göre; Diyanet İşleri Başkanlığı laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşüncelerin dışında kalarak, milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek teşkilat kanunu ile verilen görevini ifa edecektir. Böylece Başkanlığa, toplumu din konusunda aydınlatmanın yanında ülkenin birlik, beraberlik sosyal barış ve huzura katkı sağlama gibi hayatî önem arz eden bir görev daha verilmiştir.
Fransa başta olmak üzere bazı Batı ülkelerinde, din hizmetlerini yürüten kurumların, kamu hizmeti dışında sayılmaları sadece kendi dinî anlayışlarının bir sonucudur. Bu tür ülkeler genelde Hristiyanlığı benimseyen ülkelerdir. Dine ilişkin konuları kilise teşkilatı ve bağımsız bir ruhanî devlet olan Vatikan üzerinden yürütmektedirler. Bütün Hristiyan ülkelerinde Vatikan görevlileri bulunmaktadır. Ayrıca her ülke Vatikan devletine karşı dinî, mali ve siyasi sorumluluğunu düzenli olarak yerine getirmektedir. Onların bu hizmeti, kamu hizmeti kabul edip etmemeleri kendi anlayışları ve değerlendirmelerine bağlıdır. Kaldı ki tarihi sürece bakıldığında Batı âlemi, din devlet ilişkilerinde çok sakin ve sade bir geçmişe sahip değildir. Tersine, yoğun ve karmaşık olaylarla bugüne ulaşmıştır. Hal böyle olunca İslam dinini benimseyen toplumlardaki dinî kurumlarla Batı’nın dinî kurumları arasında ortak payda ve benzerlik aramanın bilimsel bir zemini yoktur.
Din Hizmetinin Niteliği
Şüphesiz ki din ve onu doğrudan ilgilendiren bir hizmet ilk bakışta kutsallığı çağrıştırabilir. Fakat İslam geleneğinde bir ruhban ve din hizmeti sınıfı yoktur. Ancak din hizmetini yürüten kişiler her zaman vardır. Tarihimizde bu hizmeti yerine getiren kişilere; “hademe-i hayrat” yani hayrın hizmetkârları denilmiştir. Buna göre insanların hayrına ve mutluluğuna vesile olan bütün davranışlar hizmet ve hayır olarak kabul edilmiştir. Bundan dolayı yaşadığımız bu geniş coğrafyada, din hizmetini icra eden kişilere “din adamı” değil “hademe-i hayrat” ifadesi kullanılmıştır. Yavuz Sultan Selim de, Mekke ve Medine gibi kutsal yerlerin hizmetini üstlenirken benzer bir ifade olan “Hadimü’l-Harameyn” kavramını kullanmıştır. Bu nedenle bir kez daha vurgulamak gerekirse, din hizmeti tarihin her döneminde bir kamu hizmeti olarak yerine getirilmiştir. Esasen kamu hizmetinin sosyolojik özelliği de bunu gerektirmektedir. Çünkü toplum halinde yaşayan insanların ortak ve genel ihtiyaçları vardır. Bunların düzenli, hukuk kurallarına bağlı ve sürekli olarak yerine getirilmesi gerekmektedir. Nitekim köklü bir misyona sahip olan Diyanet İşleri Başkanlığı, sadece büroda, sınıfta, camide, mevlitte, duada, cenazede, mezarlıkta, cumada, hacda, ramazanda ve bayramda değil hayatın her alanında ve her döneminde bilgi birikimiyle toplumun ihtiyaçlarına cevap vermek durumundadır. Zira toplumda her zaman din olgusu vardır ve süreklidir. Ömür boyu devam etmektedir. Onu kamu hizmetinin dışına çıkarmak mümkün değildir. Sosyal devlet anlayışında da; din ve inanç özgürlüğü başta olmak üzere fertlerin bütün maddi ve manevi ihtiyaçlarının karşılanması söz konusudur.
Konunun daha kolay anlaşılması için dinin tanımını ve amacını burada hatırlatmakta yarar vardır. Buna göre din; akıl sahiplerinin kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren ilahî bir kanundur. M. Hamdi Yazır bu esas tanıma ilave olarak dinin insanlar için bir nimet, mutluluk kaynağı ve doğru yola ulaşmasını sağlayan bir kanun veya manevi bir etki olarak ifade etmiştir. Yapılan tanımlardan anlaşıldığına göre din; kaynağı itibariyle Allah’a, tebliği yönünden peygambere, uygulanması bakımından da insanlara nispet edilmiştir. Bu yüzden toplum hayatının ürettiği bütün değerlerde dinin izlerini ve etkilerini görmek mümkündür. Bugün bütün dünyada dine dönüş olayı yaşanmaktadır. Araştırmalar birçok ülkede Allah’a ve dine inanmanın hızlı bir artış gösterdiğini ortaya koymaktadır. Gençler yaşlılardan daha çok dine ilgi göstermekte Allah’a, ahirete ve yeniden dirilişe inanmaktadırlar. Dünya nüfusunun artış oranına göre, ateist sayısında da düşme olduğu tespit edilmiştir. Çağımızda dinin yeniden itibar kazanmasında, bir asırdan beri dinin bir araştırma alanı olarak görülmesi, din bilimlerinin hızla gelişmesi, bilgiye dayalı tefekkürün artması ve aydınların konuya ilgi göstermesi etkili olmuştur. Ayrıca sosyal, kültürel, hukuki, iktsadi, siyasi ve uluslararası olaylar arenasında dinin belirleyici gücünün kavranması da önemli rol oynamıştır. Yine ahlaki-manevi değerlerin, ideallerin, tecrübelerin ve temel düşüncelerin dinle ilgisinin tartışılması ve hatta ortak yönlerinin bulunması onun değerini daha da arttırmıştır. Diğer taraftan kader anlayışı, Tanrı ve âlem gibi metafizik problemleri düşünme ve açıklığa kavuşturma ihtiyacı da dine olan ilgi ve yönelişi zorunlu kılmıştır.
Din Hizmetinin Kapsamı ve Kuşatıcılığı
Dinin hedef kitlesi insandır. Çünkü din, modern dünyamızda hayatımızın bütün yönlerini, rahmet ve sevgi ile kuşatır. Davranışlarımıza belli bir istikamet verir. Ayrıntılarda, bireye ve topluma yeterince özgürlük alanı bırakır. Bu çerçevede din hizmeti; yaşlı, engelli, genç, çocuk, şehirli, köylü, ırk, renk, dil, meslek ve meşrep ayırımı yapmaksızın bütün insanlara ulaştırılmalıdır. Elbette bu hizmetin sunumunda; ülke gerçekleri, toplumsal ihtiyaçlar ve duyarlılıklar daima göz önünde bulundurulacaktır. Hemen şu hususun altını çizelim ki din hizmeti denince sadece inanç, ibadet ve ahlak akla gelmemelidir. Bunların açılımı düşünülecek olursa; din hizmetinin sosyal hayatın her alanını kuşattığı daha iyi anlaşılacaktır. Hal böyle olunca din hizmetinin sunumunda ayrıcalık olmaz. Kişinin iman ve ibadet derecesi veya ne kadar dindar olduğu da sorgulanamaz. Unutmayalım ki hiçbir kimse, başkasının dinî değerlerini yargılama ve değerlendirme yetkisine haiz değildir. Sadece hayırda ve iyilikte yarışma ve şartları taşıyorsa başkalarına güzeli, iyiliği, hayrı, hakkı ve sabrı tavsiye eder. Hal böyle olunca dinin toplum hayatı üzerindeki etkisini ve gücünü sınırlandırmak en hafif şekliyle insanlığa ve topluma haksızlık yapılmış sayılır.
Kaldı ki Kur’an ile sünnetin ortak konusu, muhatabı, akıl ve irade sahibi olan insandır. Bu iki temel kaynağın asıl amacı insanı her türlü yanlış ve sapıklıktan koruyarak eşi ve benzeri olmayan, sonsuz kudret sahibi Yüce Allah’a inanmasını sağlayarak tevhit inancına ulaştırmaktır. Sadece O’na kulluk, ibadet ve itaat etmeye hazırlamaktır. Yine dinin bu iki önemli kaynağının öncelikleri arasında; ahlaki faziletleri oluşturan; ahde vefa, anne-baba ve diğer akrabalara iyilik, komşuluk hakkına saygı, emanete riayet, yardımlaşma, merhamet, doğruluk ve çalışıp helalinden kazanmak gibi değerler yer almaktadır. Böylece sosyal barış, güven, sevgi, saygı ve huzura katkıda bulunmaktır. Çünkü din yoldaki bir engeli, dikeni, kirliliği çevreye ve insanlara zarar verir düşüncesiyle kaldırıp temizlemeyi imandan bir parça olarak kabul etmiştir.
Nitekim günümüzdeki uygulamada da görüldüğü gibi hayatın akışını sağlayan her aktivitenin bir çeşit din ve Diyanet’le ilişkisi bulunmaktadır. Takdir edileceği üzere; ilçe müftülükleri kaymakamlıklarla, il müftülükleri de valiliklerle birlikte iç içe çalışmaktadırlar. Birçok toplantı ve komisyonlarda diğer kamu kurumlarıyla aynı masanın etrafında toplanılarak iş ve görev paylaşımı yapmaktadırlar. Keza Diyanet İşleri Başkanlığı asli görevinin dışında diğer kamu kurum ve kuruluşlarıyla birçok ortak programa katılmaktadır. Ulusal, uluslararası toplantı ve komisyonlarda üye olarak yer almaktadır. Diğer taraftan Başkanlığın doğrudan görev alanına giren aydınlatma faaliyeti kapsamında düzenlediği konferans, seminer, panel, ders, eğitim, vaaz, konuşma ve her hafta okunan hutbeler önemli bir boşluğu doldurmaktadır. Yapılan yayınlar, cami hizmetleri, yurt dışı hizmeti, hac ve umre organizasyonu, hizmet binalarının yapımı, personel hareketliliği ve eğitimi gibi faaliyetler de kamu hizmetine bir katkı olarak değerlendirilmelidir. Hatta bazı kurum ve kuruluşlar, hizmetlerini camilerde halka aktarmak ve kamuoyunu bilgilendirmek için hutbe okunmasını istemektedirler. Sağlık, çevre, temizlik, yardımlaşma, zararlı maddelerden korunma, israf ve savurganlığı önleme gibi talepler bu tür isteklerden sadece birkaç tanesidir.
Yazımızı tamamlamadan önce şu hususu bir kez daha hatırlatmakta yarar vardır. Diyanet İşleri Başkanlığı genel idare içinde yer alan bir kamu kurumu olmakla beraber görevi gereği; İslam’ın sahih kaynakları ile bilgi esasına dayalı hizmet üretmekte ve toplumun her kademesiyle paylaşmaktadır. Personel istihdamında da yine bilgi, ehliyet ve kabiliyet esas alınmaktadır. Hizmet sunumu ise; herhangi bir kişi, cemaat, tarikat, mezhep veya siyasi düşünce ve felsefeye göre değil daha üst ve genel bir kimlik olan vatandaşlık esasına göre yapılmaktadır. Gerçekten tarih boyunca bu çizginin korunmuş olması, milletimiz için büyük bir başarı, birikim ve kazanım olmuştur.