Makale

Tecdit ve modernizasyon arasında fakih

Tecdit ve modernizasyon arasında fakih

Ali Bulaç


Türkçede kullandığımız bazı kavramlar birbiri içine girmiş bulunuyor: “Tecdit” bunlardan biridir. Yerine ve terime yüklediğimiz anlama göre tecdit, yenileme, yenilenme; yerine göre reform ve modernleşme anlamlarına gelebilir. Farsçada tecditten türeme “teceddüt” modernleşme anlamında kullanılıyor. Semantik olarak pek de yanlış sayılmaz. Çünkü Aydınlanmanın temel felsefi varsayımlarına göre yeni bir dünya tasavvurunu inşa etme teşebbüsü demek olan modernleşme, eskiye, geleneğe karşı beşeri aklın bir hamlesi olarak tarih sahnesine giriş yaptı. Bugün de Türkiye’de yeni olan şeye ‘modern’ diyenlerin sayısı az değil. Daha yeni olana modern denmesi, değişimin daima yeniliğin icadı ve artması şeklinde anlaşılmasına yol açmaktadır.

Tanzimat’tan sonra Osmanlılar kurumlarını değiştirmeye karar verdiklerinde çeşitli kavramlar geliştirdiler. Tanzimat, ıslahat, tecdit, ihya vs. En çok tutanları Tanzimat (yeniden nizam vermek, yeni düzenlemeler yapmak) ve ıslahat (tamir ve tadil etmek, ayağa kaldırmak vs.) oldu. Hatta bu iki terim adı altında iki büyük reform hareketi de yapıldı: 1838 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat Fermanı.

Burada ilginç bir anlam kaymasının vuku bulduğuna şahit oluyoruz. Hakikatte Osmanlı’yı yeniden ayağa kaldırma amacına yönelmişlerin belki niyetleri yeniden düzenleme ve ıslah etme, yani toplumsal hayatı, zihniyetinden yapısal ve maddi kurumlarına kadar yenilemek iken, söz konusu teşebbüslerin neredeyse tamamı ‘reform’ olarak algılandı ve literatüre de böyle geçti. Bu, adı şu veya bu olsun, yenileme (tecdit) hareketlerinin ‘reform’la ilişkilendirilmesi türünden bir illete sahip olduğunu ve bu illetin bugüne kadar devam edip geldiğini göstermektedir.

Tabii ki Osmanlılar için din önemli bir sorun alanı teşkil ettiğinden reform konusunu daima din ile bir arada düşünmüşlerdir. Bu bize bugün de amacımız ve yönelimimiz tecdit olsa bile, din ve reform ya da ‘dinde reform’ konusunu tam vuzuha kavuşturmadan dikkate değer bir mesafe alamayacağımız gerçeğini hatırlatmaktadır.

Dinde reform tartışmalarının tarihî seyrini üç başlıkta toplayabiliriz:
1- Dinlerin teolojisiyle ilgili değişim talepleri,
2- Siyasi taleplerin dindarları dinde reform yapmaya sürüklemesi,
3- Kendi tabii mecrasında akan toplumsal ihtiyaçların dinî anlayışla yüz yüze gelmesi ve burada bir değişim ihtiyacının kendiliğinden ortaya çıkması.

Bu konuyu da Hristiyanlıkta Martin Luther’in reform talepleriyle İslam’daki durumu karşılaştırmadan anlamak hayli güçtür. Hatırlanacağı üzere Luther, reform programını şu esaslara dayandırıyordu:
1- İncil ana dillerde tercüme edilmeli ve okunmalıdır. (İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren Kur’an-ı Kerim başka dillerde tercüme edildi. Fakat İncil’in yerel/ulusal dillere tercüme edilmesinin ortaya çıkardığı sonuçların hiçbiri İslam toplumlarında ortaya çıkmadı.)
2- Tanrı ile kul arasına kimse giremez. Din adamları sınıfının ve kilisenin rolü sorgulanmalıdır. (Tarihte Batı’dakine benzer İslamiyet’te böyle bir sorun yaşanmadı. Allah doğrudan insanı muhatap kabul etmiştir.)
3- Din adamları sınıfının dini yorumları mutlak değildir. İnsanlar İncil’den kendi anladıklarıyla ibadet edebilirler. Katolik kilisesi, ‘Hayır bizim İncil yorumumuz tek, genel geçer bir yorumdur’ diye empoze etti. Bundan “dogma” tevellüt etti. (Bu açıdan bakıldığında ‘İslam’daki nass, dogmadan tamamen farklıdır. Yorum, tefsir veya içtihat için iki şart aranmıştır: Asla uygunluk; belli bir usulün takip edilmesi. İslam’da yorumu yapanlar âlimlerdir, ama bunlar kutsal kişilikler (lahuti), yanılmaz (layuhti) değillerdir. Âlimlerin bilgilerinde mutlak kesinlik yoktur, bir âlim hangi yüksek seviyede olursa olsun, bilgisi zannidir.)

Katolik kilisesinde Papa tanrı adına konuşur, dolayısıyla dinî dogmayı, amentüyü değiştirme hakkına bile sahiptir. İslam’da ise Allah adına veya din adına konuşma yetkisi kimseye verilmemiştir. Hz. Peygamber, sadece kendisine vahyedileni tebliğ eder, Allah’ın öğretmesiyle beyan eder, hükümleri açıklar ve nasıl hayata geçirileceklerini öğretir, somut olarak gösterir. Gaybı bilmez, Allah’ın hazinelerine hükmetmez, melek de değildir.

Bu şu demektir: İslam’ın Batı’daki gibi kendini bizzarure dayatan bir reforma ihtiyacı yoktur. Ancak Müslümanların şu veya etkileyici şartlar altında teşekkül eden ve zaman içinde kemikleşip onları gerçeklik dünyasından koparan “dinî bilgi ve anlayışları”nın kritik edilmeye ihtiyacı vardır. Bunun felsefi çok sayıda gerekçesi aranabilir, hiçbirine başvurma lüzumunu hissetmeden şu gözlemde bulunmak yeterlidir: İslam dünyası, üçyüz senedir, sürekli zafiyet geçirmekte, siyasi, entelektüel, kültürel, ekonomik, askerî ve sosyal gücünü kaybetmektedir. Bu, Müslümanların dinleriyle olan sorunlu ilişkilerinden ve sorunlu dini bilgi ve anlayışlarından kaynaklanmaktadır.

Müslüman dünyanın genel olarak dinî bilgi ve anlayışını yenilemesi (tecdit etmesi) gerektiği konusunda bir mutabakat olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu, salt zihinsel bir çabadan ibaret bir işlem olarak görülemez. Zihni tecdit veya anlayışın yenilenmesi büyük ölçüde fıkıh konusuyla ilgilidir. Zira hem uzun zamanlardan beri, yani tarihte hem modern dönemlerde Müslümanlar sadece hayatlarını ve sosyo-politik ve ekonomik düzenlerini İslam’a göre kurma aczini göstermekle kalmadılar, düşünme usulünü de kaybettiler ki, bu onların düşünme referanslarını kaybetmelerinin en önemli sebebidir. Yani sorun aynı zamanda bir düşünme, tafakkuh etme (fıkıh usulü) sorunudur.

Bu açıdan gündelik hayatın akışı içinde ortaya çıkan sorunlara çözüm ve doğru perspektif kazandırma sorumluluğuyla karşı karşıya olduğu bilinen Müslüman fakihler üzerinde özellikle durmak gerekir.

Modern ve modernist fakih
Kelime anlamı “anlamak” olan fıkıh, insanın eylemlerini düzenler ve insanın, belli bir çerçevede yaşamaya çalışırken, lehinde ve aleyhinde olan hükümleri bilmesi demektir. Hükümler ancak fıkıh sayesinde özel ve belli delillerden alarak bilinir. Bu işi yapan bilgine fakih denir. Yukarıda değinildiği üzere fakihin belli bir asl’dan hareket etmesi ve belli-meşru bir usul takip etmesi gerekir. Hanefiler fıkhi çabayı “ma’rifetünnefs” olarak görürler (Ma’rifetünnefsi ma lehe ve ma aleyhe amelen). Uzak mesafeden bu ifade tasavvufi çağrışım yapsa bile, kastedilen kişinin lehine ve aleyhine olan hükümleri “bilmesi çabası”dır. Ancak “marifet” olarak isimlendirilen çabada belli bir derinlik, enfüsi ve irfani bir boyut ima edildiği açıktır. Şafiiler, fıkhı Şer’i ahkâmın tafsili olarak delilleriyle bilinmesi olarak tarif ederler.

Bizim konumuz “modern fakih” olduğuna göre, hemen belirtelim: “Modern zamanlar”ın fakihine gelmeden bizatihi “geleneksel fıkhın kendisinden kaynaklanan bir problemin var olduğunu” söylemek mümkün. Bu da, tarihte ve zaman içinde, fakihlerin bilme çabasını, yani “tafakkuh”u “marifet”ten koparan mesleki-disipliner tutum içine girmeleri ve bu tutumlarını ısrar derecesinde sürdürmeleridir. Zannımca bunun ilk defa farkına varan İmam Gazali olmuştur. O, “İhyau Ulumi’d-Din” adlı şaheseriyle, zaman içinde kendi içlerinde özerkleşme ve birbirlerine karşı yabancılaşma süreci içine girmiş bulunan fıkıh, kelam ve tasavvuf disiplinleri arasında diyalog/iletişim köprüleri kurmayı düşünmüştür. Esasında bu üç İslami disiplinin birbirinden kopması demek, Müslüman kişiliğin beden/pratik, zihin/teorik ve ruhsal olarak şizofrenik bir biçimde üçe bölünmesi demektir ki, İslam’ın bilgi ve tefekkür tarihinde başımıza gelen en önemli felaketlerden biri bu olmuştur.

Geleneğe bağlı kalarak eğer fıkıhta bir ıslahat yapılacaksa, bunun bir ayağı, tafakkuh cehdinin marifet boyutunu kazanması olmalıdır.

Bugüne gelirsek; modern fakih de Gazali’nin ima ettiği söz konusu tehlikeyi kaale almadan geleneksel mirası ısrarla devam ettirmektedir. Nasıl modern bilim adamı “Ben akademisyenim, bilimsel açıdan bakıyorum, diğerleri beni ilgilendirmez” deyip üzerinde çalıştığı fenomeni indirgeme yoluyla sınırlandırıyorsa, modern fakih de “Ben fakihim, rasyonel düşünürüm, elimdeki meselenin maddi cephesine, hüküm çıkarmaya mesnet delillere bakarım” diyerek önüne çıkan bir sorunu maddileştirmekte, aşırı bir biçimde rasyonalize etmektedir. Buna modernlikle buluşan geleneksel fıkhın baskısı diyebiliriz.

Fıkıh sosyal olayları konu edinir. Her bir sosyal olay, Durkheim’in zannettiğinin aksine tümüyle toplumsal değildir, onu arkadan besleyen ve şekillendiren manevi, zihni/kültürel, tarihi boyutlar vardır. Fakih bu boyutları göz önüne alarak soruna çözüm bulmalıdır. Ancak fakih, “geleneksel fıkhın baskısı” yanında bir de “modern baskı” altında bulunmaktadır ki, şimdiki zamanların fakihlerinin verdiği fetvalara baktığımızda modern baskının geleneksel olandan çok daha ağır olduğunu, hatta fetva veya içtihadı “gizli faktör” sıfatıyla belirlediğini söyleyebiliriz. Bu açıdan modern fakihin verdiği fetvalar, şekil ve usul açısından düzgün görünseler bile, fetvanın teşekkülünde modern faktörün hangi oranda belirleyici olduğuna dikkatle bakmak lazım. “Modern baskı”, kendini asl’ları veya usulü değiştirmek suretiyle hissettirmez, bunu medyada temel kaygısı modern yaşama biçiminden hiçbir ödün vermeden bir de Müslümanlıkla ilişkisini devam ettirmek isteyen zümrelerin taleplerine desteksiz fetva veren reformist ilahiyatçılar yapıyor. Asıl tehlike, asl’ları ve geleneksel usulü koruduğu halde modern baskı altında fetva veren muhafazakâr-geleneksel fakihlerdir.

Modern baskı, a) hakim düşünce/paradigma, b) psikolojik-kültürel dayatma c) uygunsuz analoji yoluyla fetvalar üzerinde etkili olabilmektedir. Bu öylesine görünmez, ancak hissedilir kuvvetli bir baskı ki, onu baştan sorgusuz sualsiz, bir aksiyom olarak kabul eder, aslını astarını herhangi bir eleştiri süzgecinden geçirmeyi aklınızdan bile geçirmezsiniz.

Bu anlatılanlardan özetle, modernist fakihin, bozulmuş geleneğin etkisinde ve modernizm baskısı altında fetva verirken ilahî murada ve hükmün maksadına aykırı fetva verebileceğini, söz konusu işlemde de hakim düşünce/modern paradigma, psikolojik-kültürel dayatma ve uygunsuz analojinin etkili olduğunu söyleyebiliriz. Bunu iki örnek üzerinden açıklığa kavuşturmaya çalışacağım:

1) Hatırlanacağı üzere Alman FSV Frankfurt takımının sorusu üzerine El Ezher Üniversitesi, futbolcuların oruç tutmayabileceğini açıkladı. Ezher’in gerekçesine göre, geliri futbol oynamak olan bir şahıs oruç tutacak olsa mesleğini icra edemeyecektir. Bize ‘makul’ gibi gelen bu fetva iki noktadan malul görünmektedir. Biri, fetvayı veren âlim “futbolun sadece futbol olmadığı” gerçeğinden habersizdir; diğeri analoji yoluyla tarlada çalışan bir çiftçi ile futbolcu arasında benzerlikler kurmuştur. Bu fetva, usul bakımından doğru görünse de, sistemler arası mücadele, büyük bir ekonomik sektör ve kitlelerin devasa kentlerde şiddetlerini boşaltma menfezi olarak iş ve işlev gören futbolu nötr bir aksiyom olarak kabul etmiş, bunun herhangi bir kritiğini yapmamıştır. Müftü içinde bulunduğu tarihsel ve toplumsal durum ile bunun ürünü modern baskının hiçbir şekilde farkına varmaksızın fetva vermiştir.

2) Bir soru: “Ben yüz, cilt ve saç bakımımı kuaförde ve güzellik salonlarında yaptırabilir miyim?” El cevap: “Bakım sağlığınıza zarar vermeyecekse, israfa kaçmayacaksanız ve kocanız için süslenecekseniz bakım yaptırabilirsiniz.” İlk bakışta fetva masum görünmektedir, ama futbol fetvasında olduğu gibi modern bağlamı göz önüne almamış, güzelliğin modern anlamda tanımlanıp ambalajlanan sentetik bir üretim olduğu gerçeğini göz ardı etmiştir. Nasıl ki “futbol sadece futbol değilse”, güzellik de sadece güzellik değildir. Modern güzeli geriden besleyen devasa bir sektör (kozmetik, moda, endüstri, defileler, bakım, sağlıklı yaşam, bedenin estetize edilmesi, beden ölçüleri, spor aletleri, eğlence, zayıflama salonları, saç rengi, ten tonu, ağız-dudak-burun şekli, magazin dergileri, tv programları ve daha bir dizi süreçler) söz konusudur. Güzellik bu devasa endüstri ve süreçlere bağımlı olarak standartlaştırılır. “Güzel kadın”, geleneksel Türk, Arap, Hintli kadın değil, Batılı-Kuzeyli Beyaz Kadın modeli (diyelim ki Danimarka güzeli) esas alınarak tanımlanmış ve sunulmuştur. Masum isteklerle kuaföre giden bir kadın, niyeti ve düşüncesi bu değilse de söz konusu devasa sektörün ve sürecin bir parçası olmakta; zaman içinde ve tetikleyici unsurların etkisine göre estetik ameliyatlara kadar gidebilmektedir.

Burada fakihi yanıltan şey, geleneksel usule göre iş yaptığını düşünüp rahatlamasıdır. Abbasilerin orta zamanlarından sonra yerleşik hale gelen usul geleneği olup, daha öncesinin sahih fıkıh geleneğiyle aynı şey değildir. Denir ki Ebu Hanife’ye hayvan kesimi ve et satışıyla ilgili bir mesele sorulur, büyük imam mühlet ister. Günlerce kasaplar çarşısına gider, mekanizmanın işleyişini bir ay dikkatle takip ettikten sonra fetva verir. Ebu Hanife’nin yapmaya çalıştığı şey, sorunu bağlamı içinde anlamaya çalışmak, özel tarihsel ve toplumsal durumu göz önüne alarak mevzii bir soruna çözüm üretmektir.

Modern fakihlerden çok azı modern bağlamdan haberdardır. Modern bağlam için biraz felsefe, sosyoloji, iktisat düşüncesi ve eleştirel modernlik okumaları yapmak lazım. Aksi halde Abbasi sonrası fakihlerin şekle uygunluklarını temel alarak her modern talebe cevaz vermek mümkün. Kredi ve finans, kadının sosyal ve ekonomik rolü, iş hayatı, ticari ortaklıklar vb. konularda muhafazakâr fakihlerin verdiği fetvalara dikkatle bakın, geleneksel usul takip edilerek nasıl her şeye evet dediklerini, çok az noktalarda rezervler koyduklarını görürsünüz.

Tabii ki “Ezmanın tağayyuru ile ahkâmın tağayyuru inkâr olunamaz (Mecelle, Md. 39). Ama zamanı kim değiştiriyor, tarihi kim yazıyor, soruları önemlidir. Tarihi siz yazmıyorsanız, tarihi yazanlar ve zamanı değiştirenler hem sizin zihninizi hem dininizi değiştiriyorlar.

Modernist fakihin içtihat yapmak veya fetva vermek durumunda kaldığı dünya ile ilişkisi yaşanmış bir olay olarak eski Mardin müftülerinden Halil Şenk’in kendisine sorulan absürt bir suale verdiği cevapta somutlaşır: Alim, hazırcevap ve esprili bir zat olan Şenk, bir gün sağanak yağmurda koşuştururken, yolunu aylaklığıyla meşhur biri çevirir ve “Hocam, bir sorum var” der. Müftü Efendi “Evladım, sonra gel, görüyorsun sen de ben de yolunmuş horoza dönmüşüz” deyip başından savmak ister. O “Hocam, kurban olayım işe çıkacağım, fetva almam lazım” diye üsteler. Müftü Efendi hiddetle “Bildiğim kadarıyla senin işin gücün yok.” Bizimki atılır: “Doğru ama bu arada kumar oynuyorum, hile yapsam caiz mi?” Canı burnunda olan Müftü Efendi, yağmuru unutur, kahkahayı patlatır: “Seninki şu misal: Fare tuvalete düşmüş, necis mi değil mi, soruyorsun.”

Modernist fakih de çoğu zaman, kumarda hilenin cevazına dair sorularla karşılaşır. Eğer olayların teşekkül ettiği belirleyici ortam –toplumsal olay ve sorunların asli vasatı- olduğu bilincinde ise mesele yok, değilse hilenin şekli, taktikleri üzerinde durmadan kafa yorar ve yanlış sorulmuş sorulara sonsuza kadar yanlış fetvalar verir.
Toplumsal olay ve sorunların vücut bulduğu vasatın –sosyo ekonomik ve politik sistemin- ürettiği sorunlara İslami çözümler üretmek ne kadar doğrudur? 1960’larda rahmetli Seyyid Kutup bunun beyhude bir çaba olduğunu söylemişti. Prensipte Kutup haklıydı, ama yine de dinini ciddiye alan Müslümanlar, İslami çerçevede kurulmamış bir sistem içinde Müslümanca yaşamak isterler. Burada İslamiyet’i iyi bilen ve sahiden “Peygamberlerin varisleri” olmaya aday âlimlere görevler düşer.

Bir Müslümanın yegâne amacı Allah’ın iradesine teslim olarak yaşayıp ömrünü böyle tamamlamak ve ebedi kurtuluşa ermektir. Ancak biz diğer din müntesiplerinden farklı olarak soyut anlamıyla “Allah’ın iradesinin ne olduğunu, nerede ve nasıl tecelli ettiğini” bilmiyoruz, bizim için Allah’ın iradesine teslim olmanın güvenilir yolu, O’nun indirdiği hükümlere göre yaşamak, yani emirlerini yerine getirmek, nehiylerinden sakınmaktır. Doğru yaşamayı Kur’an, sünnet ve ehliyet sahibi âlimlerden öğreniyoruz.

Fakihe düşen görev, bütün gücünü harcayarak hitapta ilahî muradı, hükümlerde maksadı bulup çıkarması, bunu yaparken de meşru bir usul takip etmesidir. İslami gelenek böyle kurulmuştur. Ama yukarıda işaret etmeye çalıştığım gibi, Abbasilerin orta zamanlarına kadarki “tahkike dayalı sahih gelenek” ile bu dönemden sonraki “taklide dayalı gelenek” arasında fark var. İlkinde fıkıh “marifet ve hikmet”ten geniş ölçüde beslenirken, ikinci dönemde bu özelliğini kaybetti. Bu, geleneğin bugüne intikal eden eksiği ve sorunudur. Bugünün fakihinin yapması gereken ilk iş, fıkıh bilgisine (malumat) hikmet ve marifet boyutunu katmak olmalıdır.

Bundan çok daha önemli olan, eğer fakih modern dünya hakkında yeterli bilgi ve entelektüel donanıma sahip değilse, “bilinç”te de sorun yaşar. Çoğu zaman “asrın idrakine göre söyletmeliyiz İslam’ı” sloganı modern zihniyeti İslamiyet’e tercüme etmektedir. Oysa bilincimizin büyük ölçüde Aydınlanma ve modernite tarafından inşa edildiğini gözden uzak tutmamalıyız. Bunun kriteri “modern dünyaya eleştirel bakıp bakmadığımız hususu”dur. “Modern dünyaya bütünüyle teslim olmak” sağlıklı olmadığı gibi, “radikal reddi” de sağlıklı değildir. Bize sağlıklı bakış ve anlayışı verecek olan fakihtir. Çünkü fıkıh hükümlere uygun yaşamayı, fıkıh usulü doğru düşünmeyi öğretmektedir. Ancak eleştirel bakılmadıkça, fakihin bilincini şekillendiren modernizm olmaktadır ki, bunun sonucu kumarda hile yollu sorulara İslami cevaplar bulmak olur.

Bu çerçevede serbest piyasa ekonomisi, kapitalist üretim yapısı ve liberal felsefe bilinmeden iktisat, ticaret, borsa, tahvil, finans; birey projesi, hümanizm ve Aydınlanma’nın insan tanımını bilmeden insan hakları ve özgürlükler, kadının toplumsal hayata katılması; ulus devlet bilinmeden anayasa ve siyaset; Weberyen bürokrasi ve şiddet; Hobbes’un Leviathan’ı bilinmeden ceza hukuku konularında verilen fetvalar kumarda hileye çözümler aramak hükmünde olur. Doğru bir usul takip etsek bile, fıkıh bilgisine bize ait “bilgelik ve bilinç” katmadığımız sürece bir bakmışsınız, Çin efsanesinde olduğu gibi ejderhayı öldürmeye giderken biz ejderha kesilmişiz.

Sonuç itibarıyla şunu söyleyebiliriz: Modern fakih ile modernist fakih birbirlerinden ayrıdır. “Modern fakih”, kendi tabii mecrasında akan hayatın somut, pratik sorunlarına asl’den hareket edip doğru usül takip ederek cevaplar bulur, “modernist fakih” ise modernizasyonun baskıları altında kendisinden talep edilenlere fetvalar bulur. Modern fakih muasırdır, modernist fakih asridir; modern fakih zamanın bilginidir, modernist fakih zamane aydınıdır.

Bu kavramsallaştırmayı dinî anlayışın yenilenmesi ve genel olarak olumlu anlamda kullanılan tecdit hareketleri için de kullanabiliriz.