BENLİK BÜTÜNLÜĞÜ İTİDALİ SAĞLAR MI?
Doç. Dr. Emine Elif ÇAKMAK İGALÇI
Kayseri Üniversitesi Develi İslami İlimler Fakültesi
Modern çağın hızla değişen ve yoğunlaşan gündelik yaşamı içerisinde birey, çoğu zaman kendi içsel varlığından uzaklaşmakta, hatta bu uzaklaşmayı fark edemeyecek bir bilinçsizlik düzeyine savrulmaktadır. Teknolojik ilerlemeler, dijitalleşme, zaman yönetimi baskısı ve bireyci kültürün yükselişi gibi olgular, bireyin kendisiyle kurduğu ilişkiyi yüzeysel hâle getirmektedir. Bu durum, bireyin “kendini arama” çabasının yerini çoğu zaman “kendini unutma” eğilimine bırakmasına neden olmaktadır. Bireyin kendini arayış süreci, kendini bilme çabasıyla mı başlar yoksa önce bu arayışa dair bir istek ve irade mi gereklidir? Bu sorular, bireyin ontolojik ve epistemolojik varoluşuna dair temel bir sorgulamayı da beraberinde getirmektedir. (Heidegger, M., Being and Time, [J. Macquarrie & E. Robinson, Trans.] Harper & Row, 1962.)
Niçin yaratıldığını sorgulamaya başlayan insan, varlık sebebini kendini tanıdığı ölçüde anlamlandırırken iradi olarak da yaşam serüvenindeki dengeyi yakalamakla yükümlüdür. Bu dengenin temelini oluşturan şer’î hükümler insana dünya hayatının haritasını sunarken sadece beden hüviyetine sahip olmanın ötesinde ruhi tekâmülüne de önem vermektedir. Bu durumu çift kanat metaforu ile açıklayan Necip Fazıl Kısakürek, insanı madde ile mananın, zahir ile bâtının, beden ile ruhun birlikteliğini haiz olması gereken çift kanatlı bir kuşa benzetir. (Kısakürek, N. F., İdeolocya Örgüsü, İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 2015.) Bu metafor, insanın sadece fiziksel veya zihinsel değil, aynı zamanda ahlaki ve manevi yönüyle de bir bütünlük arz etmesi gerektiğini vurgular. Bireyin içsel dengesini sağlamasının, yalnızca kişisel bir mesele değil, aynı zamanda toplumsal bir düzenin temel taşı olduğunu savunmak, İslam’da yer alan “vasat ümmet” (Bakara, 2/143.) anlayışının da göstergelerindendir.
İslam düşüncesinin, fiziki ve ruhi boyutta bireyin denge (itidal) içerisinde olmasını esas alan kapsamlı bir anlayışı vardır. Bireyin, kendi içsel istikrarını sağlamakla yükümlü olduğunu vurgulayan İslam, insana kendi sorumluluğunu alma görevi yükler. Bu sorumluluk, bireysel bir çabayı gerekli kıldığı gibi aynı zamanda toplumsal nizam için de elzemdir. İslam’ın bireye yüklediği sorumluluklardan biri, kendi içsel istikrarını sağlamaktır. Bu istikrar, yalnızca bireysel anlamda kalmamalı; topluma da yansımalıdır. Kur’an-ı Kerim’in, “Böylece sizler insanlara birer şahit (ve örnek) olasınız ve Peygamber de size bir şahit (ve örnek) olsun diye sizi vasat bir ümmet yaptık… ” (Bakara, 2/143.) ayetiyle işaret ettiği “vasat ümmet” anlayışı, sadece itikadi ya da ibadi bir kavram olmaktan çıkarak bireysellikten toplumsallığa geçişi vurgulayan toplumsal bir model önerisi hâline gelir. Orta, ölçülü, dengeli, adaletli anlamları taşıyan vasat kavramı, İslam’ın ne aşırılığı ne de lakaytlığı onayladığını; tam aksine mutedil bir yaşam tarzını teşvik ettiğini gösterir. (Yazır, E. H., Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul: Eser Yayınları, 1979; Nasr, S. H., The Heart of Islam: Enduring Values for Humanity, HarperOne, 2002.) Bu anlayışa göre Müslüman birey, iç dünyasında aşırılıklardan uzak, sükûnet ve istikrar içinde olmalı; dış dünyasında ise adaletli, ölçülü ve sorumlu bir tavır takınmalıdır. Vasat ümmet anlayışı, hem bireysel arınma ve içsel huzuru hem de toplumsal düzeni önceleyen bir insan tipolojisi sunar. Bu çerçevede bireyin içsel keşif yolculuğu, yalnızca kişisel anlamda değil toplumun ahlaki ve sosyal inşasında da temel bir rol oynamaktadır. (Ülken, H. Z., İslam Düşüncesi, İstanbul: Ülken Yayınları, 2006.)
İslam düşüncesinin ahlaki boyutuna dikkat çeken tasavvuf; benlik bütünlüğüne oldukça önem veren, insanın hakikat yolculuğuna rehberlik eden, İslam düşüncesi içerisinde bireyin hem Rabbiyle hem de nefsiyle kurduğu ilişkiyi derinlemesine anlamaya çalışan, bu ilişkiyi içsel bir yolculukla şekillendiren manevi bir disiplindir. Bu hâl ve ilim yolculuğunda hedef, ilahi hakikate ulaşmak, insan-ı kâmil mertebesine erişmektir. Ancak bu hedefe ulaşma süreci, aşırılıklardan uzak, mutedil ve dengeli bir hayat nizamı ile mümkündür. Zira tasavvufta denge (itidal), hem bireyin ruh sağlığı hem de toplumla olan ilişkileri açısından son derece önemlidir.
İnsanı bütüncül bir anlayışla ele alan tasavvuf, vasat ümmet anlayışını benlik bütünlüğünü sağlamak üzere inşa eder ve kişinin kendini tanıma sürecini mutedil bir anlayışla icra eder. Nitekim nihai hedefine ulaşmak için zühdi hayatı, riyazeti (nefs terbiyesini), halveti ana prensipleri olarak belirleyen tasavvuf, bu uygulamaları kendi içerisinde bireyin istidadına göre itidal üzere uygular. Mesela Hasan-ı Basri, dünya nimetlerini tamamen reddetmemiş, onları bir imtihan vesilesi olarak görmüştür. Cüneyd-i Bağdadi, zühdün dünyayı bütünüyle terk etmek değil, onu gönülden çıkarmak olduğunu belirtmiştir. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hayatı, bu itidal ilkesinin canlı bir örneğidir. O, ne tamamen zahidane bir dünya terkine yönelmiş ne de tamamen dünyevileşmiştir. Ashabına da bu dengeyi öğütlemiş; evlenmeyi terk eden, sürekli oruç tutan veya geceleri hiç uyumadan ibadet edenleri, “Ben sizin en çok Allah’tan korkanınızım ama ben böyle yapmıyorum.” (Buhari, Nikâh, 1.) diyerek uyarmış, dünya ve ahiret dengesinin nasıl sağlanacağını göstermiştir.
“Kanatsız kuş uçamaz; tek kanatlı kuşsa daire çizer durur.” diyen Kısakürek, İslam düşüncesinde insanın fıtri dengesine yapılan vurguya dikkat çeker. Zira Kur’an-ı Kerim’de, “Gerçekten biz her şeyi bir ölçü ve dengede yarattık.” (Kamer, 54/49.) buyrularak varlığın da ilahi düzen içerisindeki dengeye dayandığı açıkça belirtilmiştir. Tasavvuf geleneği, insanın bu dengeyi gözeten bir varlık olarak yaratıldığına ve ancak bu dengeyi koruyabildiği ölçüde kemale erebileceğine işaret eder. Abdülkadir Geylani’den Mevlana’ya, Gazali’den İmam Rabbani’ye uzanan sufi gelenekte, akli idrak ile kalbî tefekkürün uyumu, kâmil insan modelinin vazgeçilmez şartı olarak görülür. Tasavvuf bu bağlamda, sadece bireyin içsel arınması değil, aynı zamanda toplumsal düzenin de adalet ve merhamet ekseninde şekillenmesini sağlayan bir denge öğesidir. Nitekim Mevlana’nın Mesnevi’sinde sıkça vurgulanan, “İç âlemde düzen yoksa dış âlemde nizam kurulmaz.” (Rumi, Mevlana Celaleddin, Mesnevî, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul: Şule Yayınları, 2006.) ilkesi, Necip Fazıl’ın, bireyin iç dengesini kurmadan toplumsal rolünü sağlıklı biçimde icra edemeyeceği düşüncesiyle de örtüşür. Böylece Müslümanı, bireysel dengesini kurmuş, ruh-beden ilişkisini ahenkli hâle getirmiş, adaleti gözeten, aşırılıklardan uzak duran bir şahsiyet olarak tanımlayan İslam, sorumluluk sahibi bireye denge içerisinde toplumda çeşitli roller yükler.
Aynı zamanda İslamiyet’teki vasat ümmet anlayışı sırat-ı müstakim (orta yol) üzerine inşa edilmiştir. Bu dengeyi bozacak her türlü unsurun aşılması, varsa tedavi edilmesi gerekmektedir. Ahlaki yönden kalbî hastalıkları (ucub, kibir, gurur gibi…) bu dengeyi bozan unsurlar olarak tanımlayan Gazali, kişinin hakikat yolculuğunda ilerleyebilmesi için bu hastalıklardan temizlenmesi gerektiğini vurgular. (Gazali, Ebu Muhammed, İhyâü Ulûmi’d-Dîn, c. 1, çev. Ahmed Serdaroğlu, İstanbul: Bedir Yayınları, 1982.) Yani kişinin benlik bütünlüğünü sağlaması sırat-ı müstakim üzere olmakla mümkündür ve bu da bir dengeyi işaret eder.
İtidali sağlayamayan insan ya ifrata ya da tefrite düşmektedir. Tek kanatlı kuşa benzetilen bu durum yalnızca zihinsel üretkenliği merkeze alarak ruhu ihmal eden modern bireye ya da yalnızca içsel tefekküre yönelip dünyadan el etek çeken pasif mistik bir kişiye benzetilebilir. Her iki tip de İslam ahlakında eleştirilen uç noktalardır: Birincisi “hevâya tabi olmak”, ikincisi ise “tevekkül” kavramını yanlış anlamaktır. Gazali, bu dengesizliğin insanı hakikatten
uzaklaştıracağını belirterek ilmî, amelî ve ahlaki olarak mutedil bir yaşam gerekliliğini zorunlu görür. (Gazali, Ebu Muhammed, İhyâü Ulûmi’d-Dîn, c. 1, çev. Ahmed Serdaroğlu, İstanbul: Bedir Yayınları, 1982.)
Modern zamanlarda insan ya ifrat derecesinde dünyaya sarılmakta ya da bunalım içinde inzivaya çekilmektedir. Bu durum ruhsal dengesizliklere, yalnızlığa ve manevi yoksunluğa yol açmaktadır. Tasavvuf ise bireye; dünyayla barışık fakat ona esir olmayan bir yaşam önerir. Bu da hem çalışma hayatını hem aile ilişkilerini hem de iç huzuru düzenleyen bir denge mekanizmasıdır. Üstelik günümüzün en büyük sorunlarından biri olan “anlam boşluğu”, şeriat dairesinde tasavvufi dengeyle aşılabilir. Çünkü tasavvuf, insanı Allah’a yönelttiği gibi aynı zamanda insanlara karşı da sorumluluk sahibi kılar. (Kuşeyri, Abdülkerim, er-Risâle, çev. Süleyman Uludağ, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2012.) Tasavvuf, dengeyi hem bireysel ibadette hem toplumsal ilişkilerde hem de duygusal derinlikte koruyan bir ahlak sistemidir. Aşırılıkları reddeder, mutedil bir çizgiye davet eder. Zühdde dünyaya karşı mesafeli, riyazette nefsin hakkını veren, muhabbetle taşan ama akıl ve şeriatten kopmayan bir insan modeli çizer. Bu yönüyle tasavvuf hem klasik dönemlerde hem de günümüzde insan ruhunu dengeye ulaştıran güçlü bir manevi disiplindir.
Bu bağlamda, genel olarak İslam düşüncesinde özelde ise tasavvufi yaşantıda birey inşasına verilen önem sadece bir ahlaki ideal değil aynı zamanda bir toplumsal sorumluluk ve sosyolojik zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Bireyden topluma uzanan bu denge modeli benlik bütünlüğünü sağlamış bireyler özelinde, çağdaş dünyada insanın kaybolan anlam arayışına karşı güçlü bir yanıt niteliği taşımaktadır.
Necip Fazıl’ın çift kanat metaforu hem birey hem de ümmet düzeyinde fıtri dengeyi esas alan bir varoluş ve toplum tasavvurunu temsil ederken tasavvufta vasat ümmet anlayışını dünya ahiret endeksinde değerlendirir. Madde ve mana dengesi, zahir ve bâtın birlikteliğiyle benlik bütünlüğünü tesis etmeyi amaçlayan tasavvuf ilminde, akli doyum ve kalbî tekâmülün birlikteliğiyle itidalin sağlanması en temel gayelerdendir. Vasat ümmet anlayışını bu perspektiften ele alarak ilmî, amelî, ahlaki bir nizam oluşturarak bireysellikten toplumsallığa insan inşa eder.
Sonuç olarak İslam’ın belirlediği sınırlar çerçevesinde birey ifrat ve tefrite kaçmadan, ne aşırılıklarda boğularak ne de tam bir boş vermişlik içerisinde kalarak yaşamını idame etmelidir. Önemli olan nokta, yaratılış gayesinin peşinde koşan, kendini bulma, anlama serüvenine açık, dünyevi nimetleri ahiret için hazırlık bilen, bireysel kazanımını toplumsal faydaya aktaran bireyler yetiştirmektir. Tasavvuf, bu itidal anlayışını, kişinin benlik bütünlüğünü sağladığı takdirde oluşturabileceğini savunarak bireysel farkındalık üzerinde durur. Kişinin bedenî ve ruhi hüviyetinin farkında olması, gereksinimlerini bilmesi ve bunun için çabalaması “ümmeten vasatan” ilkesinin temellerini atacaktır.