DİN İSTİSMARININ PANZEHRİ
KUR’AN VE SÜNNET
Dr. Hüseyin ARI
DİB Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı
Dinin özü, samimiyete ve Allah’a karşı ihlasa dayanır. Din istismarı ise en basit tanımıyla Allah’a karşı bu samimiyetten vazgeçerek O’nun rızası dışında maddi veya manevi çıkar sağlamak amacıyla dini araç kılmaktır. Maalesef din istismarı, sosyolojik ve tarihsel bir olgu olarak Müslümanların, Hz. Peygamber (s.a.s.) liderliğinde güçlenip bir devlet ve toplum düzeni kurduğu Medine döneminden itibaren var olan bir problemdir. Bu problemi tarihte ilk çıkaranlar, Kur’an-ı Kerim’de çeşitli vesilelerle özellikleri anlatılan, hatta bir sureye adı verilen münafıklardır. Kur’an-ı Kerim, Müslümanların bilinç sahibi olmaları için ehl-i kitap, müşrikler gibi belirli zümreler ve onların karakteristik özellikleri hakkında önemli bilgiler verir. Bu bağlamda Kur’an-ı Kerim’de münafıklar da anlatılmakta, onların nasıl bir psikolojiye sahip oldukları, maksatlarının ne olduğu gözler önüne serilmektedir. Bunun sebebi, nifak hareketlerinin, İslam toplumunda dâhilî düşman olarak görülmesidir. Küfür hareketi, İslam toplumunu dışarıdan yakmaya çalışan haricî bir düşmanken nifak hareketleri tarih boyunca Müslümanları içeriden çökertmeyi, birliği ve dirliği bozarak ümmeti zayıflatmaya çalışan dâhilî bir düşman olarak varlığını sürdürmüştür. Bu düşman, İslam elbisesi giyerek Müslümanlarla beraber yaşayan, zahiren dindar, tabiri caizse “bizden biri” gibi hareket ettiği için tespiti zor ve verdiği zararı anlamak güçtür. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim’de münafıkların temel özelliklerine dikkat çekilmiş, onların menfaatperest tutumları, Müslümanlarla beraber bulunup onların kötülüklerini istemeleri, İslam düşmanlarıyla gizli ittifaklar yapmaları, zor zamanda sıvışıp iş ganimetten pay almaya gelince ön saflarda yer almaları çok çarpıcı bir şekilde anlatılmıştır. Ayrıca siyer kaynaklarında da onların Kur’an-ı Kerim’deki anlatılarla örtüşen tutumları, Müslümanları zor zamanlarda yalnız bırakmaları, Allah Resulü’nü hadsizce eleştirmeleri, Müslümanların samimi inançlarıyla alay etmeleri anlatılmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’de genel olarak zikredilen itikadi nifaktır. Amelî veya ahlaki nifak ise daha ziyade hadislerde geçmektedir. İtikadi nifak, aslında inanmadığı hâlde inanmış gibi görünen kimselerin içinde bulunduğu hâldir. Bu nifak türü, kişinin dünyada iken Müslüman muamelesi görüp ahirette inançsızlığı ortaya çıkınca kâfirlerden daha kötü muameleye maruz kalmasına sebep olur. Amelî nifak ise kişinin söz, fiil ve davranışlarında münafıklara ait özelliklerin bulunmasıdır. Amelî nifak içinde olan kişi iman sahibidir ancak günahkârdır.
Din istismarı açısından meseleye baktığımızda her iki nifak türüne sahip olanlar tarafından dinin istismar edilmesi ve Müslüman kisvenin, şahsi veya örgütsel amaçlar için kullanılması vardır.
Din istismarı konusunda Müslümanların yaşadığı veya yaşayacağı en büyük zorluk, istismarın varlığının, yönteminin ve etki alanının tespit edilmesi meselesidir. Zira din istismarı, yazımızın başlığında da işaret ettiğimiz gibi İslam toplumunun bünyesini etki altına alan ve zararı ilk başta fark edilmeyen bir zehirdir. Zira bu zehri Müslümanlara verenler, şeker ambalajına sarılı bir şekilde sunmaktadırlar. Bu nedenle bu zehri yutmamak veya yutmuşsak etkilenmemek için manevi hastalıklarımızın şifası Kur’an-ı Kerim ve hayat ölçümüz sünnet panzehrine ihtiyacımız vardır. Çünkü Kur’an ve sünnet, her türlü sapmayı tashih eden, dini sahih kaynağından öğrenmeyi ve yaşamayı öğütleyen yegâne referanslarımızdır.
Din istismarının mahiyetini tespit için onun zehirli bileşenlerini analiz etmek; onunla etkili mücadele yöntemi geliştirmek için de Kur’an ve sünnetin konuyla ilgili kriterlerini ortaya koymak gerekmektedir.
Öncelikle ifade etmek gerekir ki din istismarının en tehlikeli tarafı, dinî nasların, bağlamından koparılarak ve klasik kaynaklarımızdaki anlam ve yorum sınırları aşılarak aktarılmasıdır. Bir ayetin veya hadisin nasıl anlaşılması gerektiği, bunlar üzerine hangi hükümlerin bina edileceği ve bu konuda takip edilecek usul, klasik kaynaklarımızda detaylı bir şekilde aktarılmıştır. Ancak din istismarı yapan kişi veya çevreler, bunları tamamen görmezden gelerek ayetleri veya hadisleri tahrif etmek pahasına kendileri için en uygun ve işe yarar yorumu veya anlatıyı sunarak halkımızı kandırmaya çalışmaktadırlar. Hâlbuki Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu konudaki uyarısı açıktır: “Kim, Kur’an hakkında bilgisizce konuşursa cehennemdeki yerine hazırlansın.” (Tirmizi, Tefsîru’l-Kur’ân, 11.) Bu hadis, dinin temel kaynaklarını anlama ve yorumlama işinin ihtisas gerektiren bir konu olduğunu ifade etmektedir. Aynı zamanda bu hadisten, dinî nasların keyfîlikten uzak bir yöntemle ve denetlenebilir bir bilgiyle ele alınması gerektiği anlaşılmaktadır. Dinî konularda ihtisas sahibi olmayan bir kimsenin, naslar hakkında yapılan yorumları ve dinî söylemleri Kur’an ve sünnet perspektifinden test etmesi her zaman mümkün olmayabilir. Bu nedenle din adına konuşan veya din kisvesine bürünmüş herkesi, hiçbir kritere tabi tutmadan kabul etmek, çok sağlıklı bir yaklaşım değildir. Gıdamızı nasıl güvenli bir yerden almaya gayret ediyorsak dinimizi öğrenirken de aynı hassasiyeti göstermemiz gerekir. Şu hâlde samimi Müslümanlara düşen görev, dini güvenilir kaynaklardan almaya gayret etmeleri ve dinî konularda duyduğu bilgileri, din konusunda toplumu aydınlatma görevini üstlenen ve insanları sahih dinî bilgiyle buluşturmayı en yüksek gaye edinmiş Diyanet İşleri Başkanlığına ve özelde Din İşleri Yüksek Kuruluna sormalarıdır.
Din istismarının bir diğer zehirli bileşeni, Kur’an ve sünnette bulunmayan uydurma bilgilerin, rüya ve ilham gibi birtakım subjektif araçlar kullanılarak dinî bilgiymiş gibi insanlara sunulmasıdır. Hâlbuki Kur’an ve sünnete aykırı hiçbir rüya veya sezgi, hakikatin belirleyicisi olamaz. Din istismarcısı kişi veya yapılar rüyalar, ilhamlar, keşifler gibi bağlayıcı olmayan yöntemleri dinî bilgi kaynağı gibi sunarak kitleleri etkilemeye çalışırlar. Dahası aynı maksatlarla uydurma hadisleri dolaşıma sokarlar. Hâlbuki uydurma hadislerin önüne geçmek için İslam kültür ve medeniyetinde isnad sistemi geliştirilmiştir. Rivayet için kullanılan lafızlarla ravi veya ravileri anarak hadis metnini ilk söyleyenine ulaştırmak, hadis metnini nakleden ravileri rivayet sırasına göre zikretmek anlamına gelen isnad, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) ait olmayan sözlerin tespiti açısından çok önemli bir işlev görmektedir. İsnad ilminin en büyük faydası, Hz. Peygamber’in istismar edilmesinin önüne geçmek ve dünyevi menfaatler uğruna onun adına sözler uydurulmasını engellemektir. Dolayısıyla aktarılan bir hadisin, sıhhat derecesini öğrenmek, uydurma olup olmadığını tespit etmek, din istismarının önüne geçme noktasında en önemli araçlardan biridir. Bu konuda belli bir bilinç düzeyine sahip olmak, din istismarı zehrinden korunmak için elzemdir.
Din istismarının zehirli düşüncelerinden biri de bağlı olunan şahsiyetlerin aşırı yüceltilmesi ve neredeyse hatasız ve günahsız gibi görülmesidir. Hâlbuki Allah Resulü (s.a.s.), insanlığın efendisi olduğu hâlde kendisinin aşırı derecede övülmesini doğru bulmamış, hatta tehlikeli görmüştür. Onun bu kapsamda söylediği söz çok açıktır: “Ben, Allah’ın kulu ve elçisiyim. Allah’ın bana verdiği makamı aşmayın. Beni, Hristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övdükleri gibi övmeyin.” (Buhari, Enbiya, 48.) Aşırı yüceltme olgusu beraberinde yüceltilen kişinin insanüstü bir varlık gibi görülmesi, masum ve hatasız kabul edilmesi sonucunu doğurmaktadır. Yanlış inanç ve bilginin, zincirleme olarak yanlış inanç ve bilgi doğuracağı burada net olarak ortaya çıkmaktadır. İslam’a göre Hz. Peygamber’den başka “masum ve tartışılmaz” bir otorite ve rehber kabul edilemez. Hiçbir kimse veya yapı kendisini dinin mutlak temsilcisi olarak göremez ve insanları kendisine kayıtsız şartsız itaat ve bağlılığa çağıramaz. Müslümanın iradesini ve aklını mutlak olarak bir başka fâninin insafına bırakması, istismara davetiye
çıkarmak olur. Mutlak itaat ve bağlılık, çerçevesi Kur’an ve sünnet tarafından belirlenen ilkelere gösterilmelidir. Nitekim hadiste de ifade edildiği üzere yaratıcıya isyan varsa yaratılana itaat olmaz. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/333; Tirmizi, Cihad, 29.)
İstismarın son yıllarda ortaya çıkan farklı bir veçhesine burada dikkat çekmek faydalı olacaktır. Son yıllarda stres, depresyon, zihinsel sorun ve yorgunluklardan kurtulma gibi psikolojik sorunlardan kurtulma vaatleriyle reklamı yapılarak cazip ve popüler hâle getirilen reiki, meditasyon, yoga, atalarla helalleşme, kozmik enerji terapisi, çakra ve bilinçaltı temizliği gibi uygulamalar; şifacılık, şifrecilik ve ruhçuluk gibi akımlarla harmanlanmış modern yönelimlerdir. Bunlar her ne kadar dinî bir söylem yerine “sağlıklı yaşam, başarı, mutluluk” ve/veya “bağımlılıklarla mücadele” gibi bir dil ve üslup kullansa da esasen Hint mistisizminden ve bunların dinî öğretilerinden beslenmekte, Batı kültürünün mistik söylemleriyle de ortak alanlar oluşturabilmektedir. Bu tür eğilimler; insanların yalnızlık, çaresizlik ve dindarlığa bağlı ilgi, istek, ihtiyaç ve açmazlarını istismar ederek ciddi bir sektör oluşturmaktadır.
İşaret edilen akımların etkisinde kalmamak için doğal ve sosyal çevreyle uyum içinde yaşamanın en kısa ve sağlam yolu İslam’ı öğrenip yaşamaktır. Zira İslam, evrenin ve insanlık ailesinin özel bir üyesi olan insanı; kalp, ruh, akıl, nefis ve beden bütünlüğüyle değerlendirir. İman, ibadet ve ahlak uyumuyla davranışları; dünya-ahiret ve madde-mana dengesiyle hayatı güzelleştirir. İslam’ın ortaya koyduğu ilkeler, kendi müntesiplerinin huzur ve mutluluğunu sağladığı gibi diğer insanların, hatta bütün varlıkların huzur ve sükûnunu da gözetir. Bu bağlamda insanın kötü arzularını kontrol altına alarak huzur bulması için namaz, oruç, hac, zekât, sadaka gibi ibadetleri eda etmeyi ve ahlaklı olmayı emreder. Böylece insanın fiziki, ruhi, bireysel, toplumsal ve çevresel ihtiyaçlarını meşru, makul ve fıtri bir yolla karşılar. Bu hususlar iyi değerlendirildiğinde başka arayışlara gerek kalmayacağı kolayca anlaşılacaktır.
Sonuç olarak din istismarı, sıhhati tartışmalı dinî referanslarla veya ispatı mümkün olmayan subjektif tecrübelerle Müslümanların dinî duygularını kötüye kullanmaktır. Bu, sadece bireysel bir günah değil İslam toplumunu etkileyen bir zehirdir. Bu zehrin panzehri ise Kur’an’ın aydınlatıcı ilkeleri ve sahih sünnetin örnekliğidir. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Size iki şey bırakıyorum; onlara sımsıkı sarıldığınız sürece asla sapıtmazsınız: Allah’ın kitabı ve resulünün sünneti.” (Muvatta, Kader, 3; Hâkim, Müstedrek, 1/93.) Dolayısıyla din adına söylenen her söz, her fetva, her çağrı bu iki kaynakla test edilmeden kabul edilmemelidir. Kur’an-ı Kerim’in bu husustaki çağrısı nettir: “Ey insanlar! Rabbinizden size bir öğüt, kalplerdeki hastalıklara bir şifa, inananlara bir rehber ve rahmet gelmiştir.” (Yunus, 10/57.) Kur’an’ın şifa veren ölçülerine sarılmak, istismardan korunmanın ve sahih bir dinî bilinç inşa etmenin en temel yoludur.