Makale

PROF. DR. HÜLYA ALPER: “Şiârlar İslami kimlik ve aidiyet duygusunun gelişimine katkı yapar. Yine şiârlar, aynı şiârlara bağlı insanlar arasında da bir bağ kurulmasında etkili olur. Ayrıca insanın dinî duyarlılıklarının güçlenmesine de yardımcı olur. İman hayatının duygu boyutunda zenginleşmeye sebep olur.”

PROF. DR. HÜLYA ALPER:

“Şiârlar İslami kimlik ve aidiyet duygusunun gelişimine katkı yapar. Yine şiârlar, aynı şiârlara bağlı insanlar arasında da bir bağ kurulmasında etkili olur. Ayrıca insanın dinî duyarlılıklarının güçlenmesine de yardımcı olur. İman hayatının duygu boyutunda zenginleşmeye sebep olur.”

Söyleşi
Mahir KILINÇ

Şiâr ne demektir? İslam’ın şiârları nelerdir?
Arapçadaki şi’r kökünden türeyen şiâr, duyuş, düşünüş ve inanıştaki ayırıcı özellik demektir. Hepimizin bildiği şiir ve şuur kelimeleri de şiâr ile aynı kökten gelir. Şiâr kelimesinin kökünde bilmek ve hissetmek anlamı vardır. Dolayısıyla şiâr olan hususların insana hem bir şeyleri bildirdiğini hem de hissettirdiğini söyleyebiliriz. Bu bakımdan da şiârı şiire benzetebiliriz. Ancak bugün için birebir aynı olmasa da şiârı sembol kelimesiyle karşılamak mümkündür. Mesela bir ülkenin bayrağı onun şiârıdır.
Dinî bir terim olarak şiâr, “Allah tarafından vazedilen, O’na kulluk etmeye vesile olan, saygı gösterilmesi ve korunması gereken belli ibadet, işaret ve semboller” olarak tanımlanır. Geniş anlamda düşündüğümüzde İslam dininde yer alan bütün emir ve nehiylerin şiâr içine girdiğini söyleyebiliriz. Ancak ben, İslam denilince ilk akla gelen hususları, olmazsa olmazları,
şiâr altında düşünmenin daha uygun olduğu kanaatindeyim. Aslında en başta kelime-i şehadete ve kelime-i tevhide -geniş anlamda düşündüğümüzde- İslam’ın teorik şiârı diyebiliriz. Yine Allahüekber, besmele de şiârdır. Tabii şiârı daha ziyade duyuya konu olan hususlar için kullandığımızı dikkate alırsak Beytullah, Kur’an, ezan, cami, namaz ve haccı öncelikli şiârlar arasında sayabiliriz. Yine belirli sloganlar, yeni tabirle “motto”lar da şiâr içinde değerlendirilebilir. Bu bakımdan İslam’ın tevhid ve adalet dini olduğu, “Bence onun bir şiârı olmalıdır.” derdim. Çünkü realitede tam da böyle algılanmıyor. Bunu temenni ettiğim için söyledim. Zira tevhid ilkesinin İslam’ın özü olduğunu herkes kabul eder. Ancak İslam’ın tevhidin yanı sıra adalet söylemiyle de öne çıkmasını, Müslümanların bu hususu dikkate almalarını önemli gördüğüm için yeri gelmişken dile getirmek istedim. Aslında bildiğiniz üzere geçmişte Müslüman devletler adaletleriyle maruftu. Bizans’ın Latin serpuşu ya da kardinal külahı yerine Osmanlı sarığını tercih etmesi, Müslümanların adaletine olan güvenlerindendir. Yine Kudüs’teki Kıyamet Kilisesinin anahtarının Müslüman bir ailede olması; böylece Hristiyan mezhepleri arasındaki tartışmaya son verilmesi bu adaletin meşhur bir göstergesidir.
Şiârların tevhid inancı ile ilişkisini biraz daha açabilir misiniz? Zira hacda ve umrede sa’y yaptığımız Safa ve Merve tepeleri Kur’an’da “şeâirullah” olarak zikrediliyor. (Bakara, 2/158.) Şeâirullaha saygısızlık yasaklanıp (Maide, 5/2.), şeâirullaha tazimde bulunmanın kalplerin takvasından olduğu (Hac, 22/32.) da sair ayet-i kerimelerde zikredilmektedir. İslam’ın şiârlarına saygı göstermemek inanç açısından sıkıntılı bir durum mudur?
Şiârlar, bir başka ifadeyle işaret ve semboller, kendisiyle birlikte gerisinde taşıdığı anlamlar sebebiyle önemlidir. Çünkü şiâr olan bir husus, salt bir fiil ya da salt bir nesne olmanın ötesine geçerek içinde bir dizi anlamı barındırır. Bu anlamlar sebebiyle de ayrıca mühimdir. Elbette İslam’ın bütün şiârları hatta bütün emir ve nehiyleri nihayetinde tevhidin uzanımlarıdır. Allah Teâlâ’nın varlığı ve birliğini sembolize eden tevhid, dinin temelini ve özünü oluşturmaktadır. Bu bakımdan dindeki diğer her şey ona bağlanmakta ve ona bağlanarak bir değer kazanmaktadır. Bununla birlikte sizin de sorunuzda ifade ettiğiniz üzere Kur’an-ı Kerim’de “dinin gerçekleştirilmesini emrettiği hususlar” anlamıyla şaîrenin çoğulu olan “şeâir” Allah Teâlâ’ya izafe edilerek “şeâirullah” şeklinde 4 yerde zikredilmektedir. Bu ayetlerin hepsi de hac ibadetiyle ilgilidir. Sizin de bahsettiğiniz üzere ilgili ayetlerde Safa ve Merve ile kurban edilecek hayvanların Allah’ın şeâiri olduğu ve bunları yüceltmenin kalplerin takvasından kaynaklandığı vurgulanmaktadır. Yine hacıların Arafat’tan sonra gittikleri Müzdelife’nin “meş’arü’l-harâm” (ibadet yeri) olduğu da belirtilmektedir. Esasen burada yerine getirilecek emirlerin ve hususların Allah’a izafe edilmesi dahi bunların önemini ve kıymetini göstermek için yeterlidir. Bilindiği gibi herhangi bir şey Allah Teâlâ’ya iliştirilerek kullanılırsa bu, o ilişen şeyin yüceliğine işarettir. Mesela Beytullah ve Resulullah ifadelerimizde bunu görüyoruz. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’de hac menâsikinin Allah Teâlâ’ya izafe edilmesi bu ibadetlerin yüceliğine ve inananın kulluk hayatında özel bir yeri bulunduğunu göstermektedir.
Elbette İslam dinine inanan bir Müslüman’ın İslam’ın şiârlarına saygı göstermesi tabii bir durumdur. Bir Müslüman’dan sadece hacla ilgili olanlara değil bütün dinî sembol ve alametlere karşı saygılı davranması beklenir. Bu bağlamdaki bir saygısızlık hoş karşılanacak bir davranış değildir. Dışarıdan bakıldığında İslam’ın şiârlarına karşı saygısız davranan bir kişinin inancı açısından en azından birtakım sıkıntıları olduğu söylenebilir. Ama tabii böyle bir durum için genel hüküm vermek uygun değildir. Zira biz “Ameller niyetlere göredir.” diye bir kurala da sahibiz. Bu da bir İslami şiâr olabilecek değerde temel bir dinî ilkedir.
Kur’an’da hac menasikinin bazı unsurları da şeâir arasında zikredilmekte. Dolayısıyla tavaf esnasında, sa’y yaparken, Arafat’ta ve hac menasikinin sair aşamalarında usule riayet etmemek, başkasına eziyet verecek davranışlarda bulunmak ya da tavaf esnasında özçekim yapma telaşına kapılmak gibi davranışlar ibadetin ruhuna zarar verir mi? Şiârların önemini düşündüğümüzde hac ve umre ibadeti esnasında nelere dikkat etmeliyiz?
Burada olumsuzlukları sayarak devam etmek istemiyorum. Pek çoğumuzun müşahede ettiği gibi görselliğin öne çıktığı ve öncelik kazandığı bir dünyada hac ve umrenin anlamı âdeta buharlaşmış bir durumda. Gördüğümüz davranışlar karşısında, “Kimileri için neredeyse kutsal mekânlarda bulunmak değil de o mekânlarda bulunduğunu paylaşmak ve göstermek daha mı önemli acaba?” diyesimiz geliyor. Dahası her ne kadar ibadetleri ibadete dönüştüren manevi boyutu ise de bugün biz hac ve umre ziyaretlerinde şekil açısından dahi Beytullah’a saygı ile uyuşmayan çeşitli olumsuzluklara şahit oluyoruz.
Daha eskiden hatta bir on yıl öncesine kadar ibadetlerin sadece şekilde kalmasından rahatsızlık duyar ve dile getirirdik. Elbette bedenî ibadetlerin hepsinin şekle tekabül eden bir boyutu vardır. Bu açıdan ibadetlerin yapılış şekilleri de olmazsa olmaz şartları arasındadır. Ama sadece görünene ve şekle indirgendiğinde ayet-i kerimede zikredildiği üzere Allah’ın şeâiri yüceltilememiş oluyor. Dolayısıyla da şiârlar anlamından koparılıyor. Ama bugün için şekle anlamın katılmasını bırakın, şekle dahi riayet edilmediğini görmek gerçekten üzücü bir durum.
Peygamber ve Mushaf da şiârlar arasındadır. Bir Müslüman peygamberlere, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.s.) saygısını nasıl gösterir? Mushaf’a yönelik yapılan hangi davranışlar İslam’ın bir şiârını hafife alma veya şiâra saygısızlık anlamına gelir?
Sadece bu sorunun cevabını vermek için bile saatler yetmez. Aslında bu bağlamda söylenecek yüzlerce cümle var. Ben özetle ana fikrini söyleyeyim. Peygamberi sevmeden ona saygı olmaz. Bir Müslüman, Allah Teâlâ’dan sonra kendi iç dünyasında, gönül dünyasında en üstte Peygamber Efendimizi tutuyorsa ona olan saygısının ilk basamağını tamamlamış demektir. Peygamber Efendimize olan saygı ve sevgimizin en temel göstergesi onu hayatımızda örnek almamızdır. Bunun için de tabii onu tanımak gerek. Zira tanımadan sevmek de olmaz. Ben bu bağlamda her Müslüman’ın Efendimizin hayatını kendine rehber ve örnekler çıkarma maksadıyla okuması gerektiğini düşünüyorum. Onun bütün insanlığa rol model olduğunu, insanlıktaki yüceliğini ve büyüklüğünü anlamak ve anlatmak da saygı göstergesidir.
Dahası insanın, dinin peygamber eliyle kendisine verildiğini bilmesi, dinin anlaşılması ve yorumlanmasında peygamber otoritesine tabi olması ona saygıdır. Hâlbuki bugün bazı insanlar nebevi otoriteye değil teslim olmak, kendi kendine din üretiyor. Efendimize olan saygı ismi anıldığında salatüselam getirmekten başlar ama orada bitmez. Asıl bütün yapıp etmelerimizde ona layık bir ümmet olma gayretinde kendini gösterir. Sonuçta Efendimizin sünneti üzere yaşamaya çalışmak ona olan saygının ifadesidir.
Kur’an-ı Kerim bütün Müslümanlar için kutsal bir kitaptır. Dolayısıyla Mushaf’a sıradan bir kitap gibi davranılması uygun değildir. Mushaf’a karşı şeklî saygı, milletlerin örf ve âdetlerine göre değişmekle birlikte her hâlükârda ona karşı Rabbin insanlara mesajını içerdiği bilinciyle davranışlar sergilenmesi gerekir. İnsan sevdiğinden gelen bir mektuba rastgele bir nesne muamelesi yapabilir mi? İlahi olandan gelen elbette kıyas kabul etmeyecek derecede en üst bir saygıyı hak etmektedir. Mushaf’la ilişkimizi böyle bir bilinç üzere kurmalıyız diye düşünüyorum.
Tabii sadece şeklî saygı değil içeriğine karşı da aynı hassasiyetin hatta daha fazlasının gösterilmesi gerekir. Kur’an-ı Kerim’de açıkça emredilen veya yasaklanan bir hususta Müslüman’a düşen ilahi olana teslim olmaktır. Günümüzde Kur’an’ın aşkın bir kelam yani vahiy olduğunu unutarak “bin dört yüzyıl öncesi yazılmış bir kitap” olduğu söylemleriyle hükümlerinin değişebileceği gibi birtakım iddialarda bulunanlar oluyor. Bunlar da Mushaf’a saygısızlık içinde değerlendirilebilir.
İslam âlimleri neleri şiârlar arasında saymıştır? Âlimler arasında neleri şiâr addettikleri açısından fark var mıdır?
Âlimler arasında nelerin şiâr olduğuna dair birtakım farklılıklar elbette var. Bu farklılık öncelikle kelimeye verilen anlamdan kaynaklanıyor. Bütün farzları ve dinî konuları şiâr sayacak kadar genişletenler mevcut. Yine Allah’a kulluk işareti taşıyan her şeyin şeâir olduğu söylenmiştir. Yine Kur’an, Kâbe, peygamber ve namaz dört büyük şiâr sayılmıştır. Diğer taraftan dönemsel olarak birtakım emirlerin şiâra dönüştüğünü de görebiliyoruz.
Hem bireysel hem toplumsal açıdan şiârlar nasıl bir öneme sahiptir? Şiârların Müslümanları, Müslüman toplumları bir araya getirme, bir arada tutma gibi işlevleri var mıdır?
Şiârlar, hem bireyin hem de toplumun dinî emir ve yasaklara uygun bir hayat sürmesinde etkilidir. Şiârı bir açıdan dinî semboller olarak da düşündüğümüzde bu etki daha rahat görülebilmektedir. Dahası şiârlara uymakla kişide Müslüman olduğu bilinci güçlenir. Şiârlar İslami kimlik ve aidiyet duygusunun gelişimine katkı yapar. Yine şiârlar, aynı şiârlara bağlı insanlar arasında da bir bağ kurulmasında etkili olur. Ayrıca insanın dinî duyarlılıklarının güçlenmesine de yardımcı olur. İman hayatının duygu boyutunda zenginleşmeye sebep olur. Bu açıdan ezanın özel bir yeri vardır. Hem davet hem de hatırlatma işlevi görür.
Aslında bütün dinî semboller bir dünya görüşünün ve varlık tasavvurunun sonucu olarak ortaya çıkar. Görünen sembollerin gerisinde görünmeyen pek çok hakikat vardır. İnsanlar bunları gözetirken aslında belirli bir dünya görüşüne ve varlık tasavvuruna göre de yaşamış olurlar.
Mesela İslam’ın sembollerinden biri de hilaldir. Hilal görülünce Müslüman akla gelir. Bir Müslüman’ın dünyasında hilalin pek çok çağrışım ve yansıması vardır. Bu yansımalar; sanatta, edebiyatta, mimaride açığa çıkar. Dolayısıyla semboller aynı dine inanalar arasında ortak bir zevkin gelişmesine de yardımcı olur. Aynı şeylere değer verilmesi beraber olmayı anlamlı kılar ve birlikte olma duygusunu besler.
Sözlerime son vermeden şiâr konusunda bir noktaya daha dikkat çekmek isterim. Burada hep şiârların olumlu tarafları üzerinde durduk. Ancak dinî hayat, manevi derinliğini kaybedip sadece zahirde yaşanmaya başlayınca şiârlara saygıda da hedef sapması olur. Artık şiârların arkasındaki düşünce dünyası unutulup şiâra kendinde itibar edilmeye başlanır.
Bu sorunlu durumlardan kaçınabilmek için öncelikle düşünen ve akleden inananlar yetiştirmek gerekir. Şiârın ne olduğunun bilincinde ve farkında olunarak şiâra değer verildiği zaman, işte ancak o zaman şiâr olmasının anlamı gerçeklik kazanır. Bu durumda şiârlara, şekil şartlarına riayetle birlikte, sadece orada kalmayarak gerisindeki düşünce dünyasıyla birlikte sarılıp sahiplenmek söz konusu olur. Bu da kuşkusuz iman hayatımızı yüceltir. Rabbim bizleri de şiârlara gereğince hürmet eden yüce imanlı kulları arasına katsın.

Öz Geçmiş
Aslen Elazığlı olan Hülya Alper, 1969’da Bursa İnegöl’de doğdu. Öğrenim hayatına İstanbul’da başladı. Önce Üsküdar İmam Hatip Lisesinden (1987) sonra da Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden (1991) mezun oldu. 1993 yılında M.Ü. İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalında “araştırma görevlisi” olarak çalışmaya başladı. “Kur’an-ı Kerim’e Göre Peygamberin Dindeki Konumu” adlı tezle M.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Kelam Bilim Dalı’nda yüksek lisansını (1993), “Bir Kelâm Problemi Olarak İmanın Psikolojik Yapısı” isimli çalışma ile de aynı enstitüde doktorasını (2000) tamamladı. Sahasıyla ilgili incelemeler yapmak üzere yaklaşık bir yıl (1996–1997) İngiltere’de bulundu. Kahire Üniversitesi Dârü’l-ulûm Fakültesinde (2002–2003) “misafir ilim adamı” olarak araştırmalar yaptı. 2005 yılında yardımcı doçent, 2009 yılında doçent, 2015 yılında da profesör ünvanını aldı. Ayrıca Londra Üniversitesi SOAS’ta (2011) ve Özbekistan Cumhuriyeti Uluslararası İslam Akademisi’nde (2022) misafir ilim adamı olarak çalıştı. Hâlen M.Ü. İlahiyat Fakültesinde Kelam Anabilim Dalında öğretim üyesi olarak görevine devam etmektedir.