Makale

SEMBOL VE AİDİYET: KİMLİĞİN SİMGESEL TEZAHÜRÜ

SEMBOL VE AİDİYET: KİMLİĞİN SİMGESEL TEZAHÜRÜ

Prof. Dr. Asım YAPICI
Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi


Bireylerin ya da grupların birbiriyle tanışıklıklarını veya ilişkilerini kanıtlamak için gösterdikleri her türlü nesne, işaret veya sözcüğe sembol (simge) denir. Dikkat edilecek olursa sembolün oluşabilmesi için somut bir nesne ya da işaret konusunda bir topluluğun uzlaşması gerekir. Bu anlamda bizzat dil (lisan) en temel semboldür. Araştırmacılar, çocukta sembolik düşünce yeteneğinin gelişmeye başlamasıyla dilin geliştiği ve bu yeteneğin olgunlaşmasıyla sadece konuşmanın değil üst düzey sembolik ürünlerin de ortaya çıktığını ifade etmektedir. Sembol denince sanki gerçekliği olmayan bir olgudan ya da durumdan bahsediliyormuş gibi bir algı oluşmaktadır. Aslına bakılırsa sembol denince kast edilen gerçeklik ya da gerçek dışılık değildir. Burada dolaylı bir anlatım söz konusudur.
Dilin bir sembol olduğu gerçeğini aklımızda tutarak devam edebiliriz: Bu bağlamda “bahçe” kelimesiyle “bahçe”nin varlığı ve işlevi arasında ya da “masa” kelimesiyle “masa”nın şekli ve işlevi arasında gerçek bir ilişki mevcut değildir. Bunlar vakti zamanında bahçe ve masa şeklinde tanımlanmıştır. Bahçeye “göl”, masaya “tarla” denseydi bugün farklı kavramlarla konuşuyor olurduk. Şunu söylemek istiyorum: Sembolde asıl olan anlamın ortaklaşmasıdır. “Göl” ya da “masa” denince bu kelimeleri bilenlerin aklında benzer çağrışımlar tezahür eder. Bunun anlamı şudur: Konuştuğumuz zaman anlaşabiliyoruz. Şayet “göl” ve “masa” kelimelerini duyan herkes bunlara farklı manalar yüklerse yani anlam ortaklığı gerçekleşmezse iletişim çatışması ortaya çıkar.
Günümüzde sembol kelimesiyle kökü mazinin derinliklerine ulaşan, dil ile birlikte dil ötesi unsurların devreye girdiği, bazen çabucak anlaşılan bazen de anlaşılması için çaba gösterilmesi gereken anlamlar yumağı kast edilmektedir. Hemen anlaşılması toplumsal bilinçte güçlü çağrışımlar yapmasıyla doğrudan ilişkilidir. Örneğin “hilal” ve “haç” dendiği zaman ya da “hilal” ve “haç” işaretleri görüldüğü vakit, bunların ne anlama geldiği çabucak anlaşılır. “Hilal” ve “haç” sembollerini anlamak, bunlar hakkında saatlerce konuşmaktan öte, derin bir kavrayışa sahip olmak demektir. “Hilal” ve “haç” sembolleri hakkında binlerce cilt eser yazılabilir. Dahası her iki sembol üzerinden öylesine bir kavrayış (derin sezgi) oluşur ki duyguları harekete geçiren kimliği besleyen ve güçlendiren, maziyi bugüne taşıyan, dahası geleceğin inşasını hedefleyen güçlü bir bilinç hâli tezahür eder.
Kelimeler ve kavramlar, zaman içinde anlam kayması, daralması ve genişlemesi yaşayabilir. Sembol kavramı da bu süreçten muaf değildir. “İnanç”, “mabet”, “ritüel”, “müzik”, “resim”, “şiir”, “destan”, “masal”, “giysi”, “rüya” ve “para” gibi hemen her şey semboldür. Bunlara kalıplaşmış sözel ifadeleri de ekleyebiliriz. Aslında hayatın her anında, her durumda sembollerle yaşamımızı sürdürmekteyiz. Örneğin “minare”, “ezan”, “mezar taşı” ve “bayrak” gündelik hayatta en sık karşılaşılan sembollerdir. Minare ve ezan Müslümanlık ve namaza çağrıyı; mezar taşı ölümü, ruh ve bedenin birlikte dirileceği inancını; bayrak ise bir ülkenin bağımsızlığını temsil eder. Semboller uzun sözü kısaltır, karmaşık anlam ve ilişkileri basitleştirir, hayatın güçlüklerini kolaylaştırır. Görüldüğü gibi semboller, insanlar arasında iletişimi sağladığı kadar hayatı kolaylaştıran özellikleriyle öne çıkar. Zira semboller, gündelik hayatın dolambaçlı yollarında karşılaşılan zorluklar ve anlam kaymalarına karşı bilişsel senaryo ve harita işlevi üstlenir.
Sembolün neliği açıklanırken dile getirilen ifadeler birbirine zıt gibi algılanabilir. Örneğin sembol, kendisinin ötesinde olan bir gerçekliği imler, işaret ettiği ya da yansıttığı şeye katılır. Sembol ile kapalı olan gerçeklik düzlemi aşikâr hâle gelir. Açılan söz konusu gerçeklik düzlemi, aslında insanın manevi boyut ve unsurlarıdır. Bununla birlikte sınırları nispeten belli olsa da sembol, yansıtmak istediği hakikati belli bir müphemlik içinde sunar. Buradaki müphemlik anlamsız bir belirsizlik değil ilgili nesne, işaret ya da sözcüğün ardında yatan anlam yükünün fazla olmasıyla ilişkilidir. Aslında bu durum, sembol niteliğini kazanan göstergelerde hem çok fazla bir yan anlam ve çağrışımın birikmesinden hem de sembolize edilen hakikatin zihnin doğrudan tasvir edemediği bir yapıya sahip olmasından kaynaklanır. Sembollerin belli oranda müphemlik içermesi, sembolize edilen hakikatin bilince doğrudan değil dolaylı hitap etmesiyle yani kalp ve sezgiyi hedef almasıyla bağlantılıdır. Muhtemelen pek çok sembolün çağları aşan bir duygu ve düşünce içermesi bu kapsamda değerlendirebilir.
Sembol bir inancı, bir kültürü ve bir mefkûreyi temsil edebilir. Tam da bu noktada sembolün kimlik ile doğrudan ve sıkı bir ilişki içine girdiğini görmekteyiz. Bu hususu netleştirebilmek için kimliğin tanımı, nasıl oluştuğu ve nasıl süreklilik kazandığı hususuna odaklanmak gerekir.
Kimlik, “Kimsiniz, kimlerdensiniz?” sorusuyla ilişkilidir. Bu soruya birey, ait olduğu ve olmadığı gruplar/topluluklar üzerinden cevap verir. Örneğin “Müslümanım.” dediği zaman dinî kimliğine, “Hanefi’yim veya Şafii’yim.” dediği zaman mezhebî kimliğine, “Doktorum ya da ilahiyatçıyım.” dediğinde ise mesleki kimliğine atıf yapar. Her ne kadar kimliğin ifadesi bu kadar açık olsa da oluşumu, gelişimi ve sürekliliği sanıldığı kadar basit değildir. Öncelikle söylemek gerekir ki kimlik; birisi sosyal gruplama, diğeri sosyal karşılaştırma olmak üzere iki temel bilişsel süreçten beslenerek vücut bulur. Sosyal gruplama “biz” ve onlar” kategorik ayrımına dayanır. Zira “Biz” ile “onlar” arasında net sınırlar çizilmezse ya da çizilen bu sınırlar bilişsel yapıda ikna edici bir karşılık bulmazsa nevi şahsına yönelik özgün bir kimlikten bahsedilemez. Örneğin oluşum hâlindeki bir dinî grup mensuplarına “biz” şuuru veren inanç esasları, ibadet biçimleri, kardeşlik (ümmet) bilinci, ortak tarih ve gelecek vizyonu sunamazsa kimlik (aidiyet) bilinci henüz teşekkül etmemiş demektir. Daha sarih bir dille ifade edilecek olursa dinî bir grubun varlığını devam ettirebilmesi için öncelikle grubun ötekinden farklılıklarını vurgulayan özgün iddia ve söylemlere ihtiyaç duyulur. Dinî grubun kendisine bir köken bulması ya da kendisini tarihsel bir olgu veya olay ile ilişkilendirmesi gerekir. Mesela Müslümanlıkta “Kâbe”, “ezan” ve “kıble” gibi kimliği perçinleyen temel semboller de devreye girmektedir. Bu semboller, sezgisel fakat ucu açık bir kavrayış ile dinî grup mensuplarında “Biz bir grubuz.” bilincini oluşturur. Ancak süreç, henüz tamamlanmamıştır.
Kimlik oluşum sürecinin ikinci aşamasında grup üyelerine saygın bir benlik algısı veren sosyal karşılaştırmaların devreye girmesi gerekir. Burada, “Biz onlardan daha iyiyiz, daha üstünüz.” biçiminde yapılan kıyaslamalar belirgindir. Birey, yapılan kıyaslama sonucunda ruhen ve zihnen memnuniyet duyuyorsa, gururla kimliğini söyleyebiliyorsa, kimlik hatları güçlü demektir. Şayet sosyal karşılaştırma sonucunda birey ait olduğu grubun kendisine saygın bir kimlik verdiğini düşünmüyorsa ya kimliğe karşı ilgisizleşir ya da kimliğini değiştirmek isteyebilir. Kimliğine sıkı sıkıya sarılanlar dinî sembollere muhabbetle bağlanır. Onlar için kimlik ve kimliği temsil eden semboller âdeta sinir hücrelerinin yoğun olduğu deriye benzer. Buraya yapılacak en küçük darbe sinir sisteminde reaksiyona neden olur. Örneğin temel dinî sembollerden Kur’an-ı Kerim, Kâbe ve ezana yapılacak saldırılar, Müslümanlar için endişe ve huzursuzluk verici olup kızgınlığa sebep olur.
Müslüman kimliğinin süreklilik ve devamlılığında nesilden nesle aktarılan semboller önemli bir hisseye sahiptir. Tarihsel aktarım sürecinde dinî semboller kimlik duygusu ve bilinci ile sarmaş dolaş hâle gelir. Öyle ki bir dinî sembol doğrudan belli bir dinî kimliği çağrıştırır. Çocukların dinî sosyalleşme ve dinî kimlik kazanma sürecinde dinî semboller başat role sahiptir. Çünkü çocuk erken dönemden itibaren dinî sembollerle karşılaşır. Zamanla bunların ne olduğunu öğrenir. Dinî sembolleri henüz tam anlamıyla açıklayamasa da sezgisel olarak bunların önemini ve değerini anlar.
Postmodern dünyada semboller modern dünyada olduğundan daha fazla görünür hâle gelmiştir. Akılcılık ve bilimsellik ilkesiyle dünyanın büyüsünü bozarak soyut alana savaş açan modernite, dinî sembollerin kullanımına yasaklar getirirken dünyanın büyüsünü bozan postmodernite ister dinî olsun ister olmasın her türlü sembolün neşvünema bulduğu dünyayı âdeta pazar yerine dönüştürmüştür. İnançlarına ait olmayan sembolleri kullananlara rastlanabilmektedir. Bunların hepsi, bir tercih meselesi şeklinde algılanır olmuştur. İşte bu noktada sembollerin kimlik ile ilişkisi kırılgan bir hâl almaktadır. Kırılganlıktan maksat şudur: Kimlikten benliğe doğru gerçekleşen değişim ve dönüşüm, sembollerin bireyselleştirilmesine neden olmaktadır. Bu durum özellikle gençlerde daha belirgindir. Kimliği besleyen semboller, ortak bilinçten ziyade bireysel tercihe dönmeye başlamıştır. Bu noktada üst dinî kimliğin yani Müslümanlık kimliğinin kırılgan bir hâl almasına sebebiyet vermektedir. Benzer bir süreç Hristiyanlık ve diğer din mensupları için de geçerlidir.
Kimlik ve benlik doğal bir bütünlük oluşturduğu zaman semboller, gündelik hayata ve ilişkilere etki edebilir. Ancak kimliğin kırılgan bir hâl aldığı ve benliğin öne çıktığı durumlarda, sembollerin anlamı bilinse ve onlar tarihsel bakımından önemli kabul edilse de bilinci etkileme özelliğini yitirmeye başlar. İşte burada kimlik ve bilinç oluşumunda hayati önemi haiz sembollerin sıradanlaşmaya başladığı söylenebilir. Asıl tehlike buradadır. Sıradanlaşan semboller, beslediği dinî kimliği de sıradanlaştırır. Bir din mensupları şayet mevcut kimliklerinden saygın bir benlik algısı edinemez ise ya dinî ilgisizlik gösterir ya da din dışına kayabilir. Bu nedenle dinî inancın korunması için dinî sembollerin kimlik ile bağlantısının güçlü bir şekilde kurulması gerekir.