ANILARIN
SESSİZ REHBERİ KOKU
Zeynep KAYSERİ UZUN
“Deli eder insanı bu dünya;
Bu gece, bu yıldızlar, bu koku.
Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç.”
Orhan Veli
Semaverde demlenen çayın kokusu başkadır. Kış gelince ayazın, eve girdiğinizde annenizin yaptığı dolmanın, ramazan pidesinin, yeni alınmış bir kitabın, saman kâğıdından eski defterlerin, dostla otururken kahvenin, neşeyle gelen bayram kolonyasının, her daim de evladın kokusu başkadır. Babaannemizin mutfağında pişen zeytinyağlı dolmanın kokusu, bizi o eski tahta evin sobalı günlerine taşır. İçeri dolan buhar, büyüklerimizin anlattığı masallar gibi yumuşak ve sarmalayıcıdır. Sobanın üzerinde fokurdayan suyun ve yeni sağılmış sütün sıcak buharı, anneannemizin dokuduğu yün yorganların arasından yükselen lavanta kokusuyla birleşir ve taşır bizi sonbaharın imece usulü yapılan turşu sofralarına. Burada sarımsak kokusu, dostluk kahkahalarına karışmıştır artık. Kurban Bayramı geldiğindeyse mahallelerimizde tüten saç kavurmasının ağır kokusu; akraba, konu komşu sofralarındaki içtenlikle kucaklaşır. Bu koku, bayram namazından dönen büyüklerimizin ellerine sinen deri kokusuyla birleşir ve hayatın tüm ağırlığını çekip alır. Harman yerinde dövülen buğdayların sıcak ve tozlu kokusu, küplerde yoğrulan hamur kokusu ve saclarda pişirilerek dağıtılan gözlemelerin kokusu çocukların kalplerine ince ince nakışlanır. Mekânı samimiyete büründürerek bizi ana çağıran bir büyüdür koku. Birini özlediğimizde burnumuzda tüterken, ansızın duyumsadığımız bir koku bizi çocukluğumuza, eski günlerimize buyur eder ve en özel hatıraları yeniden yaşatır. Zamandan ve mekândan soyutlanmanın en hızlı biçimidir. Öte yandan bazı kokular, tüm insanlık için ortak bir payda gibidir. Yeni doğmuş bir bebeğin, yağmurun ve sonrasındaki toprağın, nemli deniz kumunun, taze biçilen çimlerin ya da dalından ansızın koparılmış eriklerin kokusu hemen hemen herkes için cezbedicidir.
Vapura yürürken Eminönü’nde çekilen Türk kahvesinin kokusu, Mısır Çarşısı’ndan yayılan baharat kokuları ve taze pişmiş balık kokusu denizin yosunlu nefesiyle birleşir ve sabahın erken saatlerinde iskelede bekleyenlerin umutlarına karışır. Güneşin doğduğu ilk saatlerde şehir, türlü kokuların orkestral bir senfonisi gibidir; her nota ayrı bir hikâye anlatır. Eminönü’nün kalabalığında baharat çuvallarından yayılan zencefil, tarçın ve karanfil kokusu, İstanbul’un yüzyıllık ticaret geçmişini fısıldar kulağımıza. Geçmişin telaşı hâlâ rüzgârla taşınan bir yankıdır. Dolaşırken Beyoğlu’nda, parfümeri dükkânlarının ve eski kitapçıların tozlu, nostaljik kokularını içinize çekersiniz. Saman kâğıdından bir nüshayı elinize aldığınızda unutulmuş bir zamanın kapılarını aralarsınız. Eski harflerin solgun mürekkebi, bir zamanlar birinin satır arasında bıraktığı çiçek yaprağının kuruluğunda gizlenmiştir âdeta. Türlü hayalleri, anıları, özlem ve beklentileri kucaklarsınız sayfa sayfa.
Anadolu Yakası’na geldiğinizdeyse kahvehanelerden buram buram yükselen çayın buharı, Moda sahilinde deniz meltemi ve eski sokaklardaki kestane kebap kokusuyla soluklanırsınız. Üsküdar’da Mihrimah Sultan Camii çevresinde satılan esansiyel yağlar; gül, lavanta ve buhur kokuları asırlık bir tarihi ciğerlerinize doldurur. Kadıköy’den Fatih’e, Galata’dan Kız Kulesi’ne değişen, İstanbul’un her bir köşesine sinen ince bir koku sosyolojisinin varlığını da fark edersiniz bir yandan.
Kokunun bir de dünyanın gidişatına dair söylediklerine bakılırsa, yine meşhur yönetmen Hayao Miyazaki’nin Ruhların Kaçışı filminde bahsi geçen kokular ve taşıdıkları anlamların dikkate değer olduğu görülecektir. Filmde Ogino ailesi, leziz kokuları takip eder ve girdikleri restoranda izin almadan “Nasıl olsa kredi kartımız var.” diyerek yemekleri sınırsızca tüketirler. Durmak bilmeyen tüketimi sembolize eden baştan çıkarıcı yemek kokusu, onları domuza çevirir. Film, kapitalizm çarkındaki insanın kendine, doğaya yabancılaşmasını koku üzerinden derinlemesine ele alır.
Koku, hafızanın en etkili uyaranıdır. İyi anıları taşıdığı gibi bazen kötüyü de çağrıştırır. Bir psikolog, sürekli yanık kokusu alan obsesif bir danışanından bahsetmişti. Danışan, bu duyduğu kokudan o kadar bizardı ki burnuna mandal takarak gezmekten burnunun her yerini yaralamıştı. Meselenin derinlerine inen psikolog, bu takıntının kökeninde çocukluğunda yaşadığı yangının neticesinde ağabeyini kaybettiği için sürekli yanık kokusu duyumsadığını ve bunun o travmasını tetiklediğini bulmuştu.
İnsanı tesiri altına alabilen kokunun tarihiyse mistik, ritüelistik ve dinsel bir derinliğe sahip. İlk olarak Antik Mısır’da kişisel bakım amaçlı güzel kokuların kullanıldığı biliniyor. Dinî merasimlerde, çeşitli ritüellerde ve özellikle cenaze defin işlemlerinde kokudan sıkça faydalanılmış. İslam dünyasında ise Hz. Peygamber’in (s.a.s.) güzel kokulara düşkünlüğü ve İslam dininin güzel kokuların kullanımını sünnet olarak kabul etmesi, kokuların kullanımını artırmış. Orta Çağ İslam dünyasındaki koku üstatları, kadın ve erkekler için ayrı kokular üreterek bu alanda öncü bir tutum izlemiş; zengin-fakir her kesime hitap eden bir koku anlayışı gelişmiş. Avrupa’da ise parfüm gibi kokuların artışındaki en önemli neden, veba ve diğer salgın hastalıklarla mücadele adına yanlış sağlık uygulaması olan banyoların kapatılması olarak görülmekte. Özellikle Fransa ve İngiltere’de ortaya çıkan ağır kokular, insanların sokaklarda kokulu çiçeklerle dolaşmasına ve yanlarında parfüm bulundurmasına neden olmuştur. O dönemde koku kullanımı, estetik bir davranış olmaktan ziyade sokakların rahatsız edici kokusunu hissetmemek amacıyla yapılan bir çeşit eyleme dönüşmüştür. Orta Çağ sonrası dönemde vücudun kötü kokularını maskelemek için parfüm kullanan Avrupalıların aksine Türk-İslam kültüründe ağır koku kullanımına gerek duyulmamıştır. Sabun, parfümden öncelikli olduğundan Osmanlı parfümleri alkolsüz, kokulu sular, kokulu yağlar ve macunlardan ibaret olmuştur. İbn-i Sina ve Biruni gibi âlimler, gülü akıl hastalarının tedavisinde kullanmışlar ve hafızayı açtığını, belleği güçlendirdiğini tespit etmişlerdir.
Osmanlı’da ise yüzyıllar öncesinin tecrübesi “buhur suyu” uygulaması bulunmaktadır. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden elde edilen bilgilere göre buhur suyu, halk tarafından da kullanılmakta hatta camilerin etrafında camekânlı küçük kutular içinde yasemin, sümbül, gül, reyhan, sandal, kakule, tarçın, karanfil gibi esans yağları satılmaktadır. İstanbul’da camiler kâfur kokusu yayan kandillerle aydınlatılmakta ve halk, İstanbul’un çarşılarından bol miktarda buhurdan almaktadır. Günümüzde de bu kültür, büyük tarihî camilerin etrafında satılan esanslarla devam ettirilmektedir.
Anadolu insanı kandil geceleri gibi özel günlerde günlük ağacı kabuğu, günlük akması, misk, çörek otu, üzerlik, adaçayı, defne yaprağı gibi malzemeleri metal bir kapta yakarak camiyi veya evi tütsüler. Bu uygulamaların insan beynini, bedenini ve ruhunu rahatlattığına inanılır.
Duygu durumumuzu değiştirmesi, iyileştirmesi veya kötüleştirmesi bakımından kokular hayatımızda oldukça önemli bir yere sahiptir. Örneğin kaç yaşında olursak olalım, annemizin kokusunu aldığımızda mutlu ve huzurlu hissederiz. Bebekler de hayata geldiklerinde ilk olarak anne kokusunu alırlar ve o kokuyla sakinleşerek kendilerini güvende hissederler. Dünyanın varoluşundan bu yana kokunun insanları ve toplumları birçok yönden etkilediğini ve şekillendirdiğini biliyoruz. Çünkü kokular, insan ruhunun derinliklerinde yankılanan bir hatıra ve duygularımızın ince dokusuna işlenmiş izler gibidir. Her nefeste, bizi geçmişe götüren ya da geleceğe umutla baktıran bu görünmez güçler, hayatın sessiz ama en etkileyici anlatıcılarından, şahitlerindendir. İnsanları birleştiren, anıları canlandıran ve hatta kararlarımızı yönlendiren kokular, yalnızca bireylerin değil toplumların da hikâyesinde kalıcı bir iz bırakırlar. Zamanla değişseler de varlıklarını hep hissettirirler çünkü kokular, yaşadığımız anı anlamlandıran ve bizi biz yapan birer kimliktirler.