Makale

SESLİ KİTAPLARIN EŞİĞİNDE: DERİNLERE DALMAK MI KENDİNİ AKIŞA BIRAKMAK MI?

SESLİ KİTAPLARIN EŞİĞİNDE:
DERİNLERE DALMAK MI
KENDİNİ AKIŞA BIRAKMAK MI?

Esma TÜRKSEVEN

Teknoloji aracılığıyla yaşamımıza giren ve hızla gelişen dijital araçların -her fırsatta eleştirsek de- bazı imkânları beraberinde getirdiği yadsınamaz. Bu imkânlardan biri de sesli kitap platformları. Modern hayatın hengâmesi içinde kitap okumaya zaman ayırmakta güçlük çekenler için ortaya çıkan sesli kitaplar dünyanın hemen her yerinde geniş karşılık buldu ve bulmaya devam ediyor. Sesli kitap pazarı gün geçtikçe büyüyor.
Yaşadığımız hız çağı, modern bireyi sürgit bir koşturmacanın içine hapsetti. Bu koşturmaca sadece fiziki bir devinim olarak cereyan etmiyor, insanı düşünsel olarak da mütemadiyen hareketliliğe hapsediyor. Durmaktan, düşünmekten, incelikli şeyler hakkında fikir yürütmekten bizi alıkoyan hayata karşı direnç noktalarımızdan biri de kitaplar. Fakat kitaplar bu gürültü ve sıkışıklık arasında kendilerine yer bulmakta zorlanıyor bazen. İşte burada sesli kitaplar imdadımıza yetişiyor. Sporda, işte, sokakta, trafikte, mutfakta boşa geçirdiğimizi düşündüğümüz zamanları sesli kitaplarla nitelikli zamanlar hâline getirmeye çalışıyoruz. Telefon, kulaklık ve sesli kitap uygulaması… Birdenbire okuyucu konumundan dinleyici konumuna geçiyoruz. Oynat düğmesine bas ve başla.
Bir defa, sesli kitapla geçmişe dönmenin hazzını yaşadığımızı hatırda tutmak lazım. Ocak başında, ninelerimizin dizinin dibinde oturup masallar dinlememizin üzerinden yıllar geçti ama arkası yarınların, radyo tiyatrolarının tadı hâlâ damağımızda. Bu tadı seviyoruz.
Peki dinlemek bizi tatmin ediyor mu?
Sadece dinleyerek bir şey anlamayacağını düşünenler olabilir. Çünkü okumak; bazen geriye gitmek, hatırlamak, kitabın diğer sayfalarıyla da bir etkileşim içerisinde olmak demek. Dinlemenin “derin” okumaya izin vermediğini söyleyenler çok. Sesli kitapların ilk etapta kitapseverleri biraz huzursuz ettiği de bir gerçek. Çünkü kitap okumak; sayfalara dokunmayı, satırların altını çizmeyi, bazen durup düşünmeyi, mürekkep kokusunu teneffüs etmeyi de ihtiva eden bir dizi etkileşimin aynı anda yaşanması anlamına gelir. Ayrıca not alamıyorsanız, altını renkli kalemlerle çizemiyorsanız yeterince hatırda tutamıyorsunuz demektir! Hatta İrlandalı yazar Colm Toibin, bir kitabı okumak ile dinlemek arasındaki farkı maratona katılmakla maratonu televizyonda seyretmek arasındaki farka bile benzetmiş. Bu tezleri öne sürenler tamamen haksız mı? Elbette değil. Sevmeyen sevmiyor, yeterli bulmuyor. Ama kitap dinlemek de en az kitap okumak kadar etkin bir öğrenme biçimi. Dinlemenin de kendine has güçlü yönleri var. Binlerce yıldır masallarla büyüyen insanlar yanılıyor olamaz. Örneğin, kitap okuduğumuzda bir süre sonra zihnimizin başka yerlerde gezindiğini fark ederiz. Kitaba odaklanamayız. Ama iyi seslendirilmiş bir kitap bizi içine çeker. Sonraki bölümde ne olacağını merakla dinleriz. Dinlemek, modern öncesi dönemlerden edindiğimiz, çok daha kökensel bir alışkanlığımız. İlla derinlere dalmamız gerekmiyor; bazen zahmetsizce, çabalamadan dinlemek; kendini hikâyenin akışına bırakmak da iyidir. Seyahat ederken, ütü yaparken hatta sadece boşluğa bakarken akıp gitmek…
Ya sesin güzelliği? İyi bir seslendirme, kitabı başka bir boyuta taşıyor; ona efsunlu bir hava katıyor, diyalogları, tasvirleri, analizleri daha da iyi kılıyor; siz de o sesin büyüsüne kapılıp hikâyenin içine yerleşiyorsunuz.
Evet, neticede dinlemek; kokusunu içine çeke çeke, sayfaları çevire çevire, satırları çize çize, okumanın yerini asla almayacaktır. Zaten neden alsın ki? Ses de söz için binlerce yıldır iyi bir imkân. Ben de kitabın her türlüsünü okuyan ancak çoğunlukla sesli kitap kurdu (sesli kitap kurdu olur mu demeyin, vallahi olur) şeklinde tanınan biri olarak yazıyorum: Bir metin, eline geçen her imkânı kullanmalı.
Sesin Merkezîleştirici Etkisi
Walter Ong, Sözlü ve Yazılı Kültür’de “Görüntü ayırır, ses birleştirir.” diyerek bu iki kültürün anlama ve öğrenme biçimleri arasındaki derin farka dikkat çeker. Her şeyden önce sözlü kültür, kolektif bir mahiyet arz eder. Söz gelimi köy kahvehanesindeki ozan/anlatıcı, topluluğa hitap eder ve bu yüzden ortalama bir anlatım dilinin ufkuna bağlı kalır. Kitap okuru ise bireysel bir edim içindedir. Yalnızdır, düşünce ve çıkarımlarını tek başına yapar. Kitaplar bu tekil kültürün içinde doğdukları için “yalnız okur”la “yalnız yazar” arasındaki özel dili kullanırlar. Şifahi kültürdeki anlatım diliyle yazılı kültürdeki anlatım dili arasında bu anlamda derin bir fark vardır.
Sesli kitaplar, modern okuru modern kitaplarla buluştururken çok eski bir yönteme, sese başvurur; yazılı kültüre ait bir metni sözlü ifadeye dönüştürür. Görünürde klasik bir yöntem kullanılıyor olsa da özünde yine bireysel, tekil bir kültürel etkileşim söz konusu.
Sözlü iletişimde mümkün olan jestler, mimikler, tonlama, ifadelerin söyleniş biçimleri, sözün edası, konuşan kimsenin ruh hâli gibi dil dışı unsurlar yazılı bir mesajda iletilemez. Bu durumda yazılı metin, bize ancak olayların resmini verebilir. Yazma, mesajı sadece yok olmaktan kurtarabilir. Çünkü yazmanın sabit ve kalıcı hâle getirdiği şey aslında konuşma olayı değil, konuşmada söylenendir. Yazıya geçirdiğimiz şey konuşma eyleminin bilgisel içeriğidir veya konuşmanın anlamıdır. Jestlerin, mimiklerin eşlik ettiği canlı konuşma olayının kendisi değildir. (Paul Ricoeur, İnterpretation Theory: Discourse and The Surplus of Meaning, Texas Christian University Press, 1976, s. 26-27)
Bugün okumak yerine dinlemeyi tercih etmemizin ardında yatan sebeplerden biri de dağınık zihinlerimiz olabilir. Bunu anlamak için Ong’un dikkat çekici yorumu bize fikir verebilir: “Görüntü, insana teker teker, ayrı yönlerden gelir: bir oda veya bir manzarayı seyretmek için gözlerimi bir noktadan başka bir noktaya çevirmem gerekir. Bir ses duyduğum andaysa, ses her yönden aynı anda bende toplanır; ses, beni algımın ve varlığımın çekirdeği, beni saran ses dünyasının merkezi yapar.” Ong, sesin içselliği üzerinde de önemle durur. Göz, bir nesnenin içini iç olarak algılayamaz. Bir odanın içinde algıladığı duvarlar, hâlâ yüzeydedir, dıştadır. Tat ve doku da bunu kaydedemez. Dokunarak algılarken nesnenin içini de kısmen bozarız. Ancak işitme, iç olma özelliğini bozmadan onu kaydedebilir. Kendinizi “işitme”nin, sesin içine gömebilirsiniz, görüntünün içine gömülmek imkânsızdır. (Walter J. Ong, Sözlü ve Yazılı Kültür, Çev.: Sema Postacıoğlu Banon, Metis Yayınları, İstanbul 2004, s.91)
Modern, dağınık, huzursuz bilinçlerimiz, imajların saldırısı altında parçalandığı ve yazınsal metinlere nüfuz etmek için ihtiyaç duydukları dikkati bulamadığından sesin merkezîleştirici etkisinden yardım alıyor olabilir. Bütün dünyada birdenbire yükselişe geçen sesli kitap uygulamalarını biraz da sesin bu derleyici, toplayıcı etkisi ekseninde düşünmemiz gerekir.
Sesli Kitabın Evrimi
Sözlü kültürün tahtı, binlerce yıllık uzun yolculuk sonrasında matbaa, e-kitap ve en nihayetinde yapay zekâ ile sarsılsa da sesli kitap uygulamaları aracılığıyla hâlâ güncelliğini korumaya devam ediyor.
Aslında sesli kitapların ortaya çıkış amacı günümüzdeki kullanılış amacından oldukça farklı. İlk olarak 1932’de Amerikan Körler Vakfı tarafından görme engelliler için ilk “konuşan kitap” ve “konuşan kitap makinesi” geliştirilir. Dönemin imkânları oldukça kısıtlı olduğundan İncil ve anayasa gibi temel sayılabilecek birkaç kitap kaydedilir ve posta aracılığı ile dağıtılmaya başlanır.
1948’de ise o zamanlar Recording for The Blind & Dyslexic (RFB&D) adıyla bilinen ve şu an Amerika Birleşik Devletleri’nde Learning Ally olarak ülke çapında faaliyet gösteren gönüllü kuruluş, farklı engelleri sebebiyle kitap okuyamayanlar için sesli kitap üretmeye devam eder.
1960’lara kadar birkaç kütüphane dışında sesli kitaplara erişmek pek de mümkün değildi. Ta ki 1963’te ilk kompakt ses kaseti üretilene kadar. Kasetler sayesinde günden güne popülerleşen sesli kitaplar, 1970’li yıllara gelindiğinde neredeyse tüm kütüphanelerde erişilebilir hâle geldi.
Ticari bir boyut da kazanan gelişmeler 1980 sonrasında ivme kazandı ve dünyadaki büyük yayıncılar sesli kitap yayınlarını hızlandırdı. Seksenli yıllarda İngiliz çocuk kitapları yazarı Enid Mary Blyton’un neredeyse bütün eserleri işitsel hâle getirildi ve yirmiyi aşkın kaset serisi olarak piyasaya sürüldü. Bunun dışında, masallar başta olmak üzere pek çok klasik metin de kaset olarak yayımlandı.
1992’de Amerikan Millî Kütüphanesi hemen hemen tamamı profesyoneller tarafından seslendirilmiş olan ve binlerce kitap içeren sesli kütüphanesini dijital olarak da hizmete sundu.
Sonraki yıllarda ise kasetler yerini CD’lere bıraktı. İnternetin yayılması, hızındaki artış ve 2008 yılında dijital indirmelerin mümkün olması ile sesli kitaplar popüler yıllarını yaşamaya başladı.
Ülkemize gelince; ciddi olarak atılan ilk adımlar TRT bünyesindeki “Bir Roman, Bir Hikâye” radyo programı için yapılan kayıtlar ile Millî Kütüphane bünyesinde yapılan çalışmalar olmuştur. Buna Altı Nokta Körler Derneği, Türgök (İzmir), Boğaziçi Üniversitesi (Getem), Beyazıt Kütüphanesi ve bazı belediyeler bünyesinde yapılan çalışmalar da eklenmiştir. Ayrıca Sesli kitap şirketleri başta olmak üzere, yayınevlerinin kendi siteleri ve radyo sanatçılarının YouTube hesapları günümüzde aktif olarak “dinleyici okurlar” tarafından kullanılmakta, yayın dünyasında yaşanan sesli kitap hareketliliği gelecekte çok daha büyük bir ilgi alanının oluşacağının haberini vermektedir. Belki de kitapların fiziki varlıklarından kopmaktan endişe eden, yazı ve ses arasında duygusal ikilem yaşayan son nesil bizleriz. Dijital çağın içinde doğan nesillerin sesli kitapları temel bir okuma yöntemi olarak benimsemesinde şaşıracak bir şey olmayacak. Kim bilir?