YAŞADIM DEMEK İÇİN
Sema BAYAR
O gün işten yorgun argın çıktı. Birikmiş dosyalar, yarım kalmış işler. Bir haftalık iznin bakiyesi. Çok şükür mesai arkadaşları ellerinden geldiğince destek olmuş, Zeliha’nın yokluğunu aratmamıştı ama yine de halletmesi gereken onca şey birikmişti işte. Amiri de iyi insandı. “Sıkma canını,” demişti, “geçer...” diye teselli etmişti. Babacan bir adamdı. Hâlden anlardı.
Geçer elbet, diye düşündü Zeliha. Ne geçmiyor ki. İyi günler geçer, kötü günler geçer, hastalıktır o da geçer, acı mıhlanıp kalır kalbe. Sonra o da kanıksanır. Birbirine benzeyen sabahlara uyanır insan. Birbirinden ayırt edilmeyen günleri peş peşe yaşar. Dün müydü, evvelsi gün mü, yoksa bir hafta önce mi ayırt edemez. Öyle ki sıkılır rutin denilen o tekdüzelikten. Ama ne zaman acı bir haber duyulur, sabahın seherinde bir telefon gelir işte o rutin bozulur. O zaman anlar insan, can sıkıntısı dediği rutinin nasıl bir nimet olduğunu.
Zeliha da böylesi bir iç sıkıntısıyla dolduğu günlerden birinde bir telefon aldı. Her şey birbirine benzerken, âdeta tek bir gün kendini mütemadiyen tekrar ederken bir telefonla altüst oldu hayatı. Koş dediler, yetiş dediler önce. Sonra kader dediler, takdiriilahi dediler. Sabır dilediler. Üzerinden aylar mı geçmişti, hayır. Çok değil hepi topu on gün önceydi. Memleketten bir telefon gelmiş, Zeliha apar topar yola çıkmıştı. Arayan yengesiydi. Annesi konuşamıyordu, ağabeyi babasının başını bekliyordu. Ani bir kriz. Camiden çıkmış, eve geliyormuş, sıcak ekmek almış fırından. Sonra... Sonrası yok. Var da yok. Kriz. Öylece yığılmış kaldırıma. Gelip geçen başına toplanmış. Hastaneye kaldırmışlar. Doktorlar, dedi, ahizenin karşısındaki ses. Her şeye hazırlıklı olun, dediler. Hemen gelsen iyi olur.
Zeliha evden nasıl çıkmıştı, otogara nasıl gitmişti, o altı saatlik yol nasıl bitmişti? Hiçbir şey hatırlamıyordu. Tek hatırladığı o soğuk hastane odasıydı. Camekânın ardından hasretle baktığı babasının son görüntüsü. Doktorlar ümitvar konuşmuyordu. Bu kadar kolay mıydı, her şeye hazırlıklı olun demek. İnsan ölüme nasıl hazır olabilirdi ki. Hem altmış yıl yeter miydi yaşadım demek için. Sabahın köründe besmeleyle kepenkleri açıp gece herkes sokaktan çekilince dükkânı kapatan bir adam ne vakit yaşardı. Bir başına akşam yemeğini yemek, uyuyan çocuklarını gözleriyle sevmek yeter miydi yaşadım demek için. Yıllarca esnaflık edip, eski bir palto, iki kat gömlekle bütün kışı geçirip çocuklarını üniversiteye yollayan, kendini erteleyip evlatlarının geleceği için çalışıp duran bir baba ne zaman rahat bir nefes alır, başını yastığa huzurla koyardı. Oğlu maliyeyi bitirip iş bulunca mı, kızı okuyup öğretmen çıkınca mı yoksa tekne kazıntısı dediği evin en küçüğü de atanıp başka şehre taşınınca mı?
Bir gün sormuştu Zeliha babasına. Kapatsan artık şu dükkânı. Yaşlandın, yoruldun. Akranların emekliliğin tadını çıkarıyor. Alıştık kızım, demişti babası. Bu saatten sonra evde oturamam. Zeliha destek olmak istiyordu babasına. Ahir ömründe keyifli bir hayat sürsün istiyordu. Senin için bir şeyler yapmak istiyorum, diyordu. Yaptınız ya, diye karşılık vermişti babası. Hepiniz okudunuz. İş güç sahibi oldunuz. Ablan ve ağabeyin yuvalarını da kurdu çok şükür. Bir sen kaldın. Senin de mürüvvetini görsem içim rahat. Şimdi ben her gece huzurla başımı yastığa koyuyorum, ne olacak bu çocukların hâli demiyorum ya. Bundan büyük nimet mi var.
Zeliha bunları düşünüyordu işte. Son on günde yaşadığı onca şeyin ardından kendini geçmiş günlerin aziz hatırasında buluyordu. Sanki babasıyla yaşadığı her günü, her anı yeniden yaşamak istiyor, böylelikle içindeki yangına su serpiyordu. Canından aziz bildiği babasını toprağa vermişti. Bu dünyada bir başına kalmış gibi hissediyordu şimdi. Baba. Ne güzel kelime. İnsanın ardında bir dağ, başını yaslayacağı bir omuz. Ya şimdi? Ağabeyi ve ablası ona göre daha metindi. Hatta küçük kardeşlerini teselli etme görevini üstlenmişler, birkaç gün içinde büyüyüp evin hamisine dönüşmüşlerdi. İkisi de evliydi. Ağabeyinin bir çocuğu da olmuştu geçen sene. Hatırlıyordu, dede olduğu için nasıl da sevinmişti babası. Zeliha da halaydı artık. Ablası ise geçen yaz evlenmişti. Annesi de yalnız kalmıştı artık. Bunu daha önce düşünmediğine pek şaşırdı. İsterse onun yanına taşınabilir, birlikte yaşayabilirlerdi. O da büyük şehirde bir başınaydı nihayetinde. İstemsizce gülümsedi Zeliha. Neler geliyordu insanın aklına. Daha bir hafta önce elleriyle toprağa koydukları babalarının ardından hayatı yeniden planlıyorlardı. Hayat devam ediyor dedikleri bu olsa gerekti.
Annesini memlekette bırakıp işe dönmüştü. Hem halletmesi gereken şeyler vardı hem de kendini işe vermek kafasını dağıtabilirdi. Yine gidecekti elbette. Ne çok yorulmuştu. Evraklar, imzalar, resmî yazışmalar. Taziye için gelenler de vardı. Her seferinde aynı hikâyeyi tekrar etmek canını sıkmıştı. Nasıl oldu, kaç yaşındaydı, bir hastalığı var mıydı? Ne çok soru. İyi niyetlerinden soruyorlar tamam da. İnsan konuşmak istemiyor. Hem neden merak edilir bu detaylar. İnsan kendi ölümlülüğünden kaçmak için mi bir başkasının vefatını bu denli merak ediyor, bir olguyu olaya indirgemek için mi detayları sorup duruyor. Kim bilir?
İşten çıktığında boynunda, sırtında bir sızı hissediyordu. Midesi bulanmış, otobüsten birkaç durak önce inmişti. Yürümek iyi gelmişti. Okul yolundan geçerken duraksadı. Anaokulundan öğrenciler çıkıyordu. Ebeveynleri onları almaya gelmişti. Kimi arabayla kimi yürüyerek. Kiminin annesi vardı yanında kiminin babası. Ilık bir bahar günü. İkindi kızıllığı dört yanı sarmış. Ağaçlar tomur tomur. Tabiat tazeleniyor. Tabiatın neşesine çocuk sesleri karışıyor. Bir Zeliha’nın içi buruk. Herkes pürneşe, bir Zeliha mahzun. Öyle gelmişti Zeliha’ya. Bir adam gördü sonra. Belki kırk, kırk beş yaşlarında. İki çocuğunu kucağına almış, yürüyor. İki kolu, iki minik bedeni sarmış. İki omzuna iki yorgun baş düşmüş. İki kız çocuğu babalarına sığınmış. Ne güzel bir manzara. Yine çocukluğuna gitti Zeliha. Küçükken babasının omzu ona düşmezdi. Ağabeyi sağına, ablası soluna. İkisini bir kucaklardı babası. Kollarına oturtur, havaya kaldırırdı. Zeliha mahzun bakardı. Göz kırpardı babası muzipçe, gel, derdi. Yumruk yaptığı ellerine de Zeliha’sını oturturdu. İşte şimdi üçü de havada, babasının kucağındaydı. Tatlı bir oyundu bu aralarında. Ne zaman ağabeyi okumak için şehir dışına çıkmış, babasının sağ omzu Zeliha’nın olmuştu. Artık öyle havalara uçmuyordu babasının kucağında. Ama gönlünce sarılıyor, o omza başını koymanın huzurunu yaşıyordu. Önce ağabeyi ayrıldı evden, şehir dışında okudu, işe girdi. Ardından ablası okul için Anadolu’da bir başka şehre gitti.
Zeliha’nın üniversite sınavına hazırlandığı seneydi. Denemeler iyi geçiyor, öğretmenleri Zeliha’ya, istediğin yerde üniversite kazanabilirsin, diyordu. Yine de memleketlerinden ayrılmak istemiyordu Zeliha. Bir evin bir kızıydı artık. Anne babasını yalnız koymak yüreğine dokunuyordu. Hayat işte, nice ayrılıklara gebe. Başkentte iyi bir üniversiteye yerleşince evden ayrılmak zorunda kalmıştı. Kayıt için babası da yola düşmüş, kızını elleriyle yurda yerleştirmişti. Zeliha’nın aklı hep ailesindeydi. Tekne kazıntıları çok şımartılır derler, doğrudur. Zeliha’ya bir başka düşkündü babacığı. Sık sık başkente geliyor, işlerim vardı, seni de göreyim dedim, diyerek küçük kızıyla hasret gideriyordu. Kimi zaman annesi de iştirak ediyordu bu ziyaretlere. Zeliha da anne babasının hasretine dayanamıyor her fırsatta soluğu memlekette alıyordu. Kaç kere sürpriz yapmış, hiç beklemediği anda babasının karşısına çıkmıştı. Yüreğime indireceksin deli kız, diyordu babası, hiç habersiz gelinir mi?
Ne çok yorulmuştu babasının yüreği. Daha on altısında gurbete çıkmış, rızkının peşine düşmüştü. Bir masal dinler gibi dinlerdi Zeliha babasının gençliğini. Köyde ekecek biçecek arazi kalmamış. Olan da yedi kardeşi birden doyurmuyor, bize gurbet düştü, derdi. On altı yaşında memleketin en doğusundan yola çıkmış. İlk başta İstanbul’da denemiş şansını. Koca şehir, tutunmak zor. Bir arkadaş edinmiş kendi gibi. O da Kayseri’den İstanbul’a gelmiş ama umduğunu bulamamış. Bir gün, ben Kayseri’ye dönüyorum, demiş, sen de gel, iş kuralım orada. Babası da takılmış peşine. İnsanın doğduğu yer değil doyduğu yer olurmuş vatanı. Arkadaşına önce ortak sonra da damat olunca babası da kalmış Kayseri’de. Yuva kurmuş, çoluk çocuğa karışmış. Kayseri’yi memleketi bilmiş.
Zeliha sıcak bir yuvada büyümenin ne demek olduğunu biliyordu. Bunun için babasına ve annesine müteşekkirdi. Yine de hayret ediyordu babasının hikâyesine. Daha çocuk yaşta verdiği hayat mücadelesine gıpta ile bakıyordu. Yetişkin yaşında çok daha değerli geliyordu bu yaşam mücadelesi. Sanki aldığı her yaşla babasını yeniden tanıyordu, yeniden yeniden hayran oluyordu o Anadolu insanına. Zeliha o gün işten yorgun argın çıkmıştı. Ancak eve vardığında içinde bir parça huzur duydu. Yürümek, düşünmek, babasıyla geçirdiği zamanlara doğru zihninde yolculuk etmek iyi gelmişti. Ne lazımdı yaşadım demek için? Ardından hayırla dua edenler, sevgi ile büyütülmüş evlatlar bırakmak az şey miydi? Herkesin gideceği yer orası değil miydi hem. Babası sık sık ölümü hatırlatmaz, evlatlarına merhametli, iyi birer insan olmalarını öğütlemez miydi? Bunları düşündü Zeliha. Kalbinde babasının sevgisini duydu. Bu kez onun omzuna değil, bir yastığa koyup başını huzurla gözyaşı döktü.