BİR TAKVİM YAPRAĞININ HATIRLATTIKLARI
Hayreddin DÖNMEZ
Ankara Etimesgut Bayraklı Camii İmam Hatibi
1980’li yılların Ankara’sı… Bugün sessizliğe bürünen köylerin o zamanlar canlı bir nabzı vardı. Henüz şehirleşmenin kırsalı boğmadığı, asfaltın toprağı bastırmadığı zamanlardı. Köyler sadece yaşanılan değil, yaşatılan yerlerdi. Okullar açık, camiler cemaatle doluydu. Köylerde gidiş gelişler sık, komşuluk bağı güçlü, misafirlik bereketliydi. Üç kuşak aynı evde yaşar; dedeler otoriteyi, babalar emeği, torunlar neşeyi taşırdı haneye. Sokaklarda selamlar, evlerde dualar, her sohbette bir hikmet yankılanırdı. Cami sadece ibadet edilen bir mekân değil, aynı zamanda köyün kalbiydi. Caminin avlusu, sadece namaz vakitlerinin beklendiği yer değil; bir şiirin, bir hatıranın, bir selamın da seslendirildiği yerlerdi. Sohbet orada başlar, dostluk orada tazelenir, fikir orada olgunlaşırdı. Sohbetler derin, sözler anlamlı, zaman kıymetliydi. Komşu köylerde bir mevlit daveti varsa icabet etmek âdeta bir vazife gibi görülürdü. Cemaatin en genciyle en yaşlısı aynı safta buluşur, gönüller aynı anda Kâbe’ye yönelirdi.
O müstesna günlerden bir gün, cemaatim ile birlikte görev yaptığım köyden kalkıp komşu köyde düzenlenen bir hacı mevlidine iştirak etmek üzere yola çıktık. Her ne kadar araçlar eski, yollar zorlu olsa da niyetimizin bereketiyle yol kısaldı, tez zamanda camiye ulaştık. Yakın köylerden gelen dostlar, daha önce birlikte görev yaptığımız din görevlisi arkadaşlarım, herkes oradaydı. Caminin bahçesi kısa sürede küçük bir meclise dönüştü. O gün orada yaşanacaklar, bir takvim yaprağının ardında saklı bir gerçeği ortaya çıkaracaktı.
Selamlar verildi, hâl ve hatırlar soruldu; söz edebiyata, şiire ve hatıralara geldi. Komşu köyden eğitmen Mustafa Efendi cebinden bir Diyanet Takvimi yaprağı çıkardı. Arkasındaki şiiri okumaya başladı. Her mısraı bir iç döküş, bir yakarış gibiydi. Şiirin sonunda, Osman Yüksel Serdengeçti’nin adını okuduğunda tebessüm ederek “Tanırım o rahmetliyi. Dava adamıydı. Zor zamanda dimdik durabilen nadir kalemlerdendi.” dedi. Mustafa Efendi bu kez cebinden ikinci bir takvim yaprağı çıkardı. 5 Ağustos 1986 tarihliydi. “Bu da birkaç gün önce takvimden kopardığım bir şiir, bana çok dokundu.” dedi.
Ve okumaya başladı:
Senin rızan için düştük bu yollara,
Ya Rab, bu niyetimizi imanımıza delil eyle!
Rahmetini esirgeme biz aciz kullara,
Ya Rab, dergâhına varan yolu bize sebil eyle!
Servetten, maldan rızan için firar ettik,
Elhamdülillah, yolunda ölmeye karar ettik.
Lütfetmezsen ihsanını, o zaman zarar ettik,
Bizi yolundan alıkoyan şeytanı rezil eyle!
Bana ait olan bu şiir, bir dergide yayımlanan, Diyanet Takvimi’ne de iktibas edilen, hac yoluna düşen bir yüreğin duasıydı. Okumasını tamamladığında Mehmet Efendi’ye dönerek sordum: “Bu şiirin yazarını tanıyor musun?”
Mustafa Efendi gözlüğünü düzeltti, takvim yaprağının altına baktı: “Hayreddin Dönmez… Yok, tanımıyorum.” dedi. Bu defa gözler bana dönmüştü. Mustafa Efendi, “Sen tanıyor musun?” diye sordu. “Evet, kendisiyim.” dedim. Gözlerde şaşkınlık, yüzlerde hayret... Yan yana saf tuttuğumuz insanlar, yıllardır hutbemi dinleyen dost yüzler, şimdi bu şiirin sahibine inanmakta tereddüt yaşıyorlardı.
Bu hadise bana büyük bir hakikati gösterdi. Ve iki de ders çıkardım bu hadiseden: Birincisi, biz din görevlileri olarak görevimizi ifa ediyor, resmî kimliğimizin gereklerini yerine getiriyoruz. Ancak gönlümüzü, kişisel birikimimizi, iç dünyamızı yeterince tanıtamıyoruz. İkincisi ve daha üzücü olanı ise toplum tarafından biz din görevlileri sanattan, şiirden, fikirden uzak, yalnızca rutin ibadetleri yerine getiren memurlar gibi algılanıyoruz. Toplumda hâlâ din görevlisi denince akıllara, sadece ezan okuyan, cenaze namazı kıldıran, camiyi açıp kapayan bir “görev adamı” geliyor. Hâlbuki imam hatip sadece mihrabın adamı değil, aynı zamanda kürsünün, kalemin, kelamın, şiirin ve hikmetin adamı olmalı. Bu meslek, gönülleri aydınlatma mesleğidir. Sadece cami kürsüsünden değil, gönül kürsüsünden de ses verilebilmelidir. Tarihimizde imam, sadece mihrap adamı değil, medeniyetin taşıyıcısı, fikir ve irfanın aktarıcısı olmuştur. Ve bizler, sadece bir meslek sahibi değil, bir medeniyetin taşıyıcıları ve gönüllerin mimarı olduğumuzu da unutmamalıyız.
Ahmet Yesevi’den İmam Birgivi’ye, Baki’den Mehmet Akif’e... Onlar ve daha niceleri hem halkın önünde namaz kıldırmış hem de fikirleriyle topluma yön vermiştir. İmam dediğin, yalnızca sesiyle değil sözüyle, irfanıyla, örnekliğiyle de konuşur. Mahalledeki çocuğun gözünde bir baba, ihtiyarın yanında bir evlat, düşünenin nazarında bir aydın olur. Biz sadece vazifemizi yapıp evimize çekiliyorsak; yazmıyor, düşünmüyor, üretmiyorsak; toplumun gönül dünyasına dokunamıyorsak o zaman mesleğimizin yükünü sadece omuzlanıyor ama ruhumuzla taşımıyoruz demektir. Eğer biz bugün şiir yazıyor, fikir üretiyor, bir medeniyet tasavvuruna katkı sunuyorsak bunları gizlememeli, cemaatimizle paylaşmalıyız.
Ey mihrap ve minber eri! Ey kürsüde sözü, secdede özü olan güzel insan… Bu satırları sana yazdım. Belki aynı mahallede, belki uzak bir kasabada, belki bir dağ köyünde yalnız başına ezan okuyorsun. Belki sabah namazında üç kişiyle, bayramda üç bin kişiyle saf tutuyorsun. Sen bu çağın imamısın! Unutma ki sen sadece bir görevli değilsin. Sadece cami anahtarı taşıyan, sadece hutbe okuyan bir kişi değilsin. Sen, bu milletin sesi kısıldığında gür sesi, karanlık çöktüğünde ise kandilisin. Yolunu şaşırdığında pusulası, düşerken tutunduğu dalısın. İmam hatiplik sadece namazlarda Fatiha okumak değil, fetih ruhu taşımak demektir. İmam demek, sadece kıraat etmek değil, kalpleri diriltmektir. İmam demek, günde beş vakit camide olmak değil, her vakit halkın derdiyle hemhâl olmaktır. Mehmet Akif gibi yüreğini millete aç, Ahmet Yesevi gibi sözünle gönül inşa et. Birgivi gibi ilimde derinleş, doğruları söylemekten kaçınma. Kalem elindeyse yaz, gönlünde şiir varsa dök, aklında fikir varsa paylaş. Çünkü sen susarsan boşluğu başka sesler doldurur. Vesselam…