Makale

DİJİTAL ÇAĞDA ZAMAN ALGISI

DİJİTAL ÇAĞDA ZAMAN ALGISI


M. Cüneyd ÇİĞDEMLİ
DİB Başkanlık Müşaviri


Zaman, insanın eş, dost, arkadaş ve tabiatla ilişki kurmasına imkân tanıyan en temel unsurdur. Geçmişin hatıraları, geleceğin hayalleri ve şimdinin heyecanlı akışı arasında insan, hayatını zamanın kıvrımlarında örer. Bu nedenle zaman, yalnızca ölçülebilen bir süreklilik değil, duygu, düşünce ve sosyal ilişkilerle örülen hikâyelerin aktığı bir nehirdir. Ne var ki bu nehir, dijital çağın yüzeysel ve kesintisiz akışlarıyla derinliğini kaybediyor. Ekranlara kilitlenmiş bir dünyada zaman algımız köklü bir dönüşüme uğruyor. Teknolojik gelişmeler karşısında zamanın ölçülme biçimi aynı kalmış olsa da zaman artık bambaşka bir şekilde yaşanıyor. Güneşin döngüsü ve günlük rutinleri etrafında şekillenen hayat, sürekli çevrim içi olma hâliyle merkezinden kayıyor. İnsan; bildirimlerin, içeriklerin ve algoritmaların yönlendirmelerine maruz kalıyor. Bu dönüşüm yalnızca saatleri, günleri ve haftaları değil; dikkatlerimizi, duygularımızı, iletişimimizi ve sosyal bağlarımızı da derinden etkiliyor.
Dijital çağın en çarpıcı etkilerinden biri, dikkatimizin sürekli parçalanması ve bunun yüz yüze iletişime yansımasıdır. Bir buluşmada masaya bırakılan telefon, sohbetin görünmez üçüncü kişisi hâline geliyor. Bu sessiz eşlikçi, iletişimin niteliğini fark ettirmeden zayıflatıyor. Bildirimlerin sesiyle bölünen dikkat, karşımızdaki insanla kurduğumuz bağı sekteye uğratabiliyor. Böyle bir ortamda diyaloglar derinleşemiyor; iki taraf fiziksel olarak bir arada bulunsa da zihinler başka mecraların peşinden sürüklenebiliyor. Bu parçalanma en yakın ilişkilerde bile etkisini gösteriyor. Aynı evin içinde ekranlarına dalmış şekilde zamanı tüketen aile bireyleri, aslında ortak bir “an”ı paylaşmıyorlar; herkes kendi dijital zaman diliminde yaşıyor. Bu durum, bilinçsizce kullanılan teknolojinin iletişimi nasıl yüzeyselleştirdiğinin çarpıcı bir örneğidir. Her an, her yerden herkese ulaşabiliyorken bir arada olduğumuz insanlarla sağlıklı iletişim kuramıyoruz. Ve bu yalnızca ilişkileri değil, birlikte geçirilen zamanın anlamını da eritiyor. Zaman akıp giderken ne anlamlı bir hikâye oluşturuluyor ne de gerçekten yaşanıyor.
Dış dünyayla kurduğumuz yüzeysel bağların bir benzeri, iç dünyamızda da yaşanıyor. Dijital çağ, zihnimizin işleyişini de kökten etkiliyor. Artık sadece başkalarının sözleri yarıda kalmıyor; derin düşüncelerimiz de bölünüyor. Ne karşımızdakine gerektiği gibi odaklanabiliyoruz ne de kendimize. Bu dikkat dağınıklığı, üretkenlikten öz saygıya kadar uzanan geniş bir yelpazede kendini gösteriyor. Zihin, bir yandan aynı anda birçok işi yapmaya (multitasking) zorlanırken diğer yandan kesintisiz bir uyarı akışıyla baş etmeye çalışıyor. Sürekli bir dikkat sıçraması içinde yaşayan birey, günün sonunda pek az iş bitirebildiği hâlde zihnen tükenmiş hissediyor. Zaman yönetimindeki bu aksaklıklara bir de sürekli bir yetişememe hissi, ertelenmiş işler, günceli kaçırma korkusu (FOMO) ve dijital uyaranlara yanıt verme zorunluluğu eklenince bireyde endişe, suçluluk ve tatminsizlik duyguları baş gösteriyor.
Zaman algımızı dönüştüren unsurlar arasında dijital çağın getirdiği hız kültürü ve dikkat ekonomisi önemli bir yer tutuyor. “Vakit nakittir” deyişi, dijital evrende “vakit veridir” anlayışına dönüşmüş durumda. Attığımız her adım, çevrim içi geçirdiğimiz her saniye kayıt altına alınıyor. Bu veriler işlenerek ekonomik değere dönüştürülüyor. Dikkat ekonomisinin çarklarında bilgi ve zaman, sömürülebilir bir kaynak hâline getiriliyor. Büyük teknoloji şirketleri ve medya platformları, bizi ekran başında daha uzun süre tutmak için kıyasıya rekabet ediyor. Gün içinde telefona kaç kez dokunduğumuzu gösteren araştırmalar, ne denli parçalı ve bölünmüş bir zaman deneyimi yaşadığımızı ortaya koyuyor. Bu da dikkatimizi uzun süreli ve bilinçli biçimde bir şeye, hele ki ortak bir amaca odaklamayı neredeyse imkânsız kılıyor. Toplum olarak dağılmış durumdayız; bir aradayız ama ayrı dünyalara dalmış gibiyiz. Zamanı birlikte tüketsek de anlamı birlikte inşa edemiyor, hikâyeleri birlikte yazamıyoruz. Bu da toplumsal bağları gevşetiyor. Kendine odaklanmış bireylerden oluşan bir toplumun dayanışma ve ortak bilinç oluşturması gitgide zorlaşıyor. Öte yandan, hız kültürü hayatın her alanında bize “daha hızlı, daha fazla” mottosunu dayatıyor. Her anımız, veri akışıyla hızla kontrol altına alınarak tüketime uygun bir forma büründürülüyor. Bu kültürün yan etkisi olarak gündelik hayatın ritmini kaybediyoruz. Zamanın parçalanması, dikkat dağınıklığı ve hız takıntısı, toplumu ortak hedefler etrafında birleşebilen bir bütün olmaktan çıkarıp, kalabalıklar içinde yalnızlar topluluğuna dönüştürüyor.
Dijital çağda zaman algımız dönüşmüş olabilir ama onu bilinçli bir farkındalık ve insani değerlerle yeniden düzenlemek hâlâ elimizde. Bu dönüşüm için önce saate değil, kalbimizin ritmine, sevdiklerimizin sesine, birlikte yaşadığımız anların kıymetine kulak vermeliyiz. Zamanın tüketilecek bir veri değil, paylaşılacak ve anlamlandırılacak bir nimet olduğunu yeniden hatırlamalıyız. Her birimiz, ‘Günümün ne kadarı gerçekten bana ait, ne kadarı başkalarının kurguladığı akışlarda geçiyor?’ sorusuyla kendi zaman muhasebemizi yapmalıyız. İçinde yaşadığımız dikkat savaşını fark edip zihnimizi geri kazanmak için bilinçli adımlar atmalıyız. Elbette teknolojiyi tamamen terk edemeyiz ancak onu daha dengeli, daha bilinçli kullanabiliriz. Bu farkındalıkla bir kitabı sonuna kadar okuyabilmek, derin bir sohbeti kesintisizce sürdürebilmek gibi küçük ama dönüştürücü pratiklerle dikkat becerimizi yeniden inşa edebiliriz. Hayatımızın bazı bölümlerini ‘ekransız anlara’ dönüştürerek derin iletişimi yeniden canlandırabiliriz. Teknolojik unsurlardan arındırılmış bir ortamda ailece geçirilen saatler, dostlarla yapılan muhabbetler ve belki de hiç kayda alınmayan ama hafızamıza kazınan sessiz suretler… Bunlar, hızın çözdüğü bağları yeniden örüp pekiştirmemize yardım edebilir. Günlük hayatın içinde küçük uğraşlar oluşturmak, doğayla baş başa kalmak, zamanın doğal akışına kulak vermek de bu dönüşüme katkı sağlayabilir. Böylece hem bireysel huzuru hem de toplumsal bağı koruyarak, teknolojinin hızına kapılmadan insanca bir zaman deneyimini mümkün kılabiliriz.