KALPLERİN VE ŞEHİRLERİN FETHİ ÜZERİNE ÜÇ KISSA
Prof. Dr. Güldane GÜNDÜZÖZ
Kırıkkale Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi
Fudayl b. İyaz…
Gençliğinde Merv ile Ebiverd şehirleri arasında eşkıyalık yapan bir çete reisiydi. Onun adı, görenlerden çok duyanların dilindeydi; halk, “Fudayl mı? Aman, evlerden ırak!” derdi. Korkunç bir çeteye sahipti o. Girdikleri haneleri soyup soğana çevirir, çekirgeler gibi her şeyi talan ederlerdi. İran ile Hazar Denizi kıyılarını selamlayan Türkistan’ın canlı ve zengin şehri Merv, her zamanki gibi güzel bir bahar gecesini yaşıyordu. Gökte beliren alaca karanlık, biraz kızıl, biraz kara bir mahmurlukla yeni günü müjdeliyordu. Fudayl, bu sefer hırsızlık için değil; âşık olduğu kızın evine girmek için iş başındaydı. Duvara tırmandığı bir sırada içeride Kur’an-ı Kerim okunduğunu duydu. “İnananların gönüllerinin Allah’ı anma ve inen vahyin gerçek bilgisine içten bağlanma zamanı daha gelmedi mi?” (Hadid, 57/16.) mealindeki ayet kulağında yankılandı. “Bu ne güzel bir ayet!” diyebildi. Ayetin tınısı manayı kucaklamış, onun kalbinin derinliklerine akıyor, şimdiye kadar yaptığı eşkıyalıklar bir bir gözünün önünden geçiyordu. “Ben Kur’an’ı nasıl fark etmemişim, gerçek hazine ne çaldığım altınlar ne el koyduğum mücevherlermiş; meğer Kur’an imiş.” diyordu. O şimdi başka bir âlemdeydi. Ayetin “Zamanı hâlâ gelmedi mi?” çağrısına oracıkta “Evet, Rabbim! O an gelmiştir.” diyerek karşılık verdi, hırsızlığı bıraktı. Yaptıklarına tövbe edip kendini tamamen ibadete verdi. (Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, nşr. Abdülhalîm Mahmûd ve Mahmûd b. Şerîf (Kahire: yy, 1972-74), 57.)
Artık Merv, Serahs ve bütün Türkistan ona geçmişteki günahlarını hatırlatıyor, bunun altında eziliyordu. Bu duruma daha fazla dayanamadı ve memleketini terk ederek Kufe’ye gitti. Burada Ebu Hanife, Süfyan es-Sevri ve A‘meş gibi âlimlerin meclislerine devam etti; otuz yıl ilim ve ibadetle meşgul oldu. Hicri 187 yılının Muharrem ayında yani miladi tarihle 803’te bir suçlunun, nasıl imanlı bir adama ve salih bir kula dönüşebileceğini insanlara göstererek Mekke’deyken bu fâni dünyadan ayrıldı. (Ahmed Ferid, Min A‘lâmi’s-Selef (İskenderiye: Dâru’l-Îmân, 2006), 11/4.) Bir zamanların korkulan eşkıyası, büyük mutasavvıflardan biri olmuş; insanlara ilmi ve hikmeti öğretmişti. Güvenilmez bir hırsızın ilim ehlinin takdirini kazanmış güvenilir bir hadis ravisi olabileceğini ispat etmişti. (Muhammed b. Ahmed ez-Zehebi, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ’, nşr. Şuayb el-Arnaût v.dğr., 1-23 (Beyrut: yy, 1981-85), 8/421.) Süfyan b. Uyeyne, Yahya b. Said el-Kattan, Abdurrahman b. Mehdi ve İmam Şafii gibi âlimler kendisinden hadis alarak buna şehadet ettiler.
Sahabi Rafi b. Umeyre et-Tai’yi hatırlayınca, Fudayl’ın bu hikâyede hiç de yalnız olmadığını anlarız. Cahiliye’de Rafi b. Umeyre’ye “çöl şeytanı” derlerdi. Kurtlar, onunla konuşur, kimsenin girmeye cesaret edemediği çöl patikalarında o yol alır, kumdan labirentleri aşarak çaldığı mallarla sırra kadem basardı. Kimse onu bu kum anaforu içinde takip etmeye cesaret edemezdi, bu uçsuz bucaksız çölün içinden bir tek o çıkabilir, bir hayalet gibi hedefine ulaşabilirdi. Onu takip etmek mi? Ne mümkün! Bu, çölde ölümü göze almak demekti.
Rafi, sahradaki her kum tepesini, her vahayı tanır, hangi mağara ve hangi palmiye ona gölge olacak, çölde gece karanlığında hangi yıldız ona yol gösterecek bilirdi. Rafi henüz inkârcı da olsa çölü çok iyi bildiğinden İslam ordusu onu zaman zaman rehber olarak kullanıyordu. Örneğin Halid b. Velid, beş günde çölü geçerek Şam’da düşman tarafından kuşatılan İslam ordusuna Rafi’nin rehberliği sayesinde yetişebilmişti. Geçilemez denilen sahra, onun çölü avucunun içi gibi bilmesi sayesinde kısa sürede geçiliyordu.
Bir gün Zâtüsselâsil Gazvesi’nde müminlerin ahlakına o derece hayranlık duydu ki kendinden utandı. Hz. Ebubekir’in eliyle İslam’a girerken “Vaktiyle çöldeki kurtlar fısıldamıştı kulağıma, Medine’den çıkan peygamberi. Doğru imiş meğer, onların son peygamberi müjdeleyen sözleri.” mısralarını okumaktan kendini alamadı. (İbn Abdilber, el-İsti‘âb fî Ma‘rifeti’l-Ashâb, (nşr. Ali Muhammed el-Bicâvî (Beyrut: Dârü’l-Cîl, 1992), 1-4, 2/483.) O artık üç mescide yiyecek tedarik eden, bir mescide ise su sağlayan samimi bir mümindi. (Ebu Nu‘aym el-İsfahânî, Ma‘rifetü’s-Sahâbe, nşr. Adil b. Yusuf el-Azâzî (Riyad: Dârü’l-Vatan li’n-Neşr, 1419/1998), 1-7, 2/1058.) Gerektiğinde orduya rehberlik ederek çölleri aşıyor, âdeta İslam ordusunun eli ayağı oluyor, hatta o dönemin doğal bir navigasyonu işlevini görüyordu.
Sonuncu hikâye, yavrularına yiyecek götürmeye çalışan zavallı bir köpeğin hikâyesidir. Hikâye şöyle başlıyor: Halife Hz. Ömer, valisi İyaz b. Ganm’e bir mektup yazarak Rebiatürfurs ve Diyarbakır’ın fethedilmesini ister. Şehri vermek istemeyen Bizans, Halid b. Velid komutasındaki İslam ordusunu beş ay uğraştırmıştır. Gerçekten korunaklı bir kale ile çevrili olan şehrin surları ve dört kapısı tamamen müstahkemdir ve girmek neredeyse imkânsızdır. İyaz b. Ganm, Tel Kapısını; Said b. Zeyd, Rum Kapısını; Muaz b. Cebel, Cebel Kapısını ve Halid b. Velid, Mâ (su pınarı) Kapısını tutar. Onların her biri şehre girebilmek için bir yol arıyordu. (Vâkıdî, Târîhu Futûhi’l-Cezîre ve’l-Hâbûr ve Diyâri Bekr ve’l-‘Irâk, thk. Abdülaziz Feyyâz Harfûş (Dımeşk: Dârü’l-Beşâir, 1417/1996), 166.)
Komutan Halid b. Velid, her günün sonunda yine başarısız geçen şehre sızma hareketinin ardından üzüntülü biçimde çadırına geliyor, yardımcısı Hümam gündüzlerini oruçlu geçiren komutanın yemesi için fırından çıkardığı ekmekleri sofraya koyuyor ve gidiyordu. Halid bir akşam çadırda ekmek bulamadı, oysaki o, Halid’in tek iftar azığı idi. Bir şey demedi, ufak tefek atıştırmalıklarla o akşamı geçirdi. Ertesi gün yine iftar azığı ekmekleri göremeyince Hümam’a niye ekmek getirmediğini sordu. Hümam, “Efendim getirmiştim, ama kaybolmuş.” diye cevap verdi.
Hümam gerçekten üzülmüştü. Bu büyük komutan zaten gündüz cihat ile meşgul oluyor, bir de akşam böylesi kötü bir durum yaşıyordu. Bu olacak iş miydi? Ertesi akşam ekmekleri getirdiğinde çadırın bir kenarında onları kim alıyor öğreneyim diye gizlenip beklemeye başladı. O da ne! Bir köpek, çadırın kenarından içeri seğirtti ve ekmekleri kaptığı gibi aynı yerden dışarı çıkıverdi. Besbelli ki bunları yavrularına götürüyordu. Köpeği takip eden Hümam surların arasından bir su kaynağının bulunduğu yerde küçük bir delikten köpeğin şehre girdiğini fark etti. Hz. Halid’i durumdan haberdar etti. Komutan Halid, köpeğin şehre girdiği yeri tetkik ederek deliği genişletmelerini istedi. Daha sonra yanına aldığı yüz mücahit ile şehre girmeyi başardı.
Şiddetli çarpışmaların ardından kapılar içeriden açıldı. Nice sahabe şehit oldu. Artık Diyarbakır şehri sahabesiyle anılacak bir İslam beldesi oluyordu. Diyarbakır, 639’da nihayet fethedilmişti; Halid b. Velid’in oğlu Süleyman ve sahabeden Sa‘saa da bu sırada şehit olanlar arasındadır. (Vâkıdî, Târîhu Futûhi’l-Cezîre, 181, 183.) Sahabenin hatırası onlara meftun, vefakâr Diyarbakırlıların hafızasında hâlâ capcanlıdır. Hazreti Süleyman diye andıkları Halid’in oğlunun türbesinin yanından akan sular ise sanki fetih gününü anar ve bize İslam’ın insanları ve şehirleri nasıl dönüştürdüğünü anlatır.