ULUSLARARASI HUKUK VE İSLAM HUKUKU AÇISINDAN
FİLİSTİN’İN İŞGALİ VE GAZZE KATLİAMI
Prof. Dr. Ahmet YAMAN
Din İşleri Yüksek Kurulu Eski Üyesi
İsrail’in Filistin topraklarındaki işgal ve katliam suçunun tarihi, bilinenin aksine çok daha eskilere uzanmaktadır. Hatta 14 Mayıs 1948’de David-Ben Gurion öncülüğünde Tel Aviv’de toplanan Yahudi Millî Konseyi’nin İsrail Devleti’nin kuruluşunu ilanının çok daha öncesine, 1850’lere gitmektedir.
İlk Yahudi yerleşimi olan Mişkenot Şananim 1856-1860 yılları arasında Kudüs surlarının dışında kurulmuş, ardından siyonizmin en güçlü destekçilerinden biri olan Baron Abraham Edmond Benjamin James de Rothschild’in (ö. 1934) desteğiyle başka Yahudi yerleşimleri de oluşturulmuştu. Zamanla Birinci Dünya Savaşı’nın galiplerinin açtığı alanı değerlendiren siyonistlerin gayretleriyle dünyanın her yerinden binlerce Yahudi, Filistin topraklarına getirilmiş, buna karşılık 1940’larda sayıları bir milyona yaklaşan Filistinli de göçe zorlanmıştı. 29 Kasım 1947 tarihinde BM Genel Kurulu’nda kabul edilen bir tasarıyla Filistin toprakları, Müslüman Araplar ile Yahudiler arasında paylaştırıldı. Daha sonra siyonistler bu topraklarda terör eylemlerini artırarak canice katliamlar yapmaya başladı. 9 Nisan 1948’de Irgun ve Lehi örgütlerine mensup siyonist teröristler, Kudüs yakınlarındaki Deyr Yasin köyünü basarak 100’den fazla sivili; 22-23 Mayıs 1948’de İsrail ordusuna mensup Alexandroni Tugayı da Hayfa’nın Tantura köyünü basarak 200’den fazla sivili katletti. Sonraki süreçlerde Filistin’deki Müslümanlara yönelik cinayet, katliam ve işgal faaliyetleri artarak devam etti. (Hasan Karaköse, “Filistin ve Kudüs Meselesine Genel Bir Bakış (XIX. Yüzyılın Ortasından XX. Yüzyıl Ortalarına Kadar)”, Ahi Evran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi (AEÜSBED), 2018, c. 4/2, s. 150-165; Lutfullah Karaman, “Filistin”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/filistin (24.02.2024).)
Uluslararası Af Örgütü (Amnesty International) 1 Şubat 2022’de “İsrail’in Apartheid Rejimi: Filistinlilere Yönelik Irksal Ayrımcılık ve İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlar” başlıklı bir rapor yayımlamış ve burada, İsrail’in Filistinlilere yönelik işledikleri suçları “apartheid” yani sistemsel ve ırkçı ayrımcılık ve buna bağlı soykırım olarak tanımlamıştır. (https://www.amnesty.org.tr/icerik/isgal-altindaki-filistin-topraklarinda-israilin-apartheid-rejimi, (24.02.2024)) 7 Ekim 2023 tarihi işte bu katliam ve işgallerin bir sonucuydu.
Siyonist güçlerin Filistin halkına gerçekleştirdiği saldırı ve katliamlar, istila ve işgal politikaları, nereden bakılırsa bakılsın uluslararası hukuka temelden aykırıdır. Filistin’in işgal edilerek orada bir yapay devlet kurulması başlı başına bir hukuksuzluktur. Toprakların gerçek sahipleri olan Filistin halkının kendilerini ve kimliklerini koruma hakkı sonuna kadar bulunmakla birlikte, İsrail yapılanmasına ilişkin fiilî durumun artık Birleşmiş Milletler kararlarıyla da neredeyse bütün ülkeler tarafından tanınmış olması bizi bu noktadan sonraki duruma odaklanmaya zorlamaktadır. Buradan hareketle bir değerlendirme yaptığımızda şu gerçek ortaya çıkmaktadır: 1948’den günümüze kadar İsrail’in Filistin’de uyguladığı insanlık dışı faaliyetler, günümüz uluslararası hukuk (devletler genel hukuku) kurallarına köklü bir aykırılık teşkil etmektedir. Bu hukuk dışı uygulamaların, haddizatında hangi kuralları yok saydığını şöyle sıralamak mümkündür: Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kabul edilen Milletler Cemiyeti Misak’ı hakemlere gidilmedikçe ve cemiyetin kendisinin onayından geçmedikçe bir ülkeye saldırıda bulunmayı yasaklamış; Milletler Cemiyeti Genel Kurulu, 24 Eylül 1927 tarihinde aldığı kararlarda, uluslararası uyuşmazlıkların çözülmesi için savaşa başvurulamayacağını, “saldırı savaşının uluslararası bir suç olduğunu” açıkça beyan etmiştir. Daha sonra imzalanan Cenevre Protokolünde saldırganın tanımı yapılmış, buna göre hakemliğe başvurmaktan kaçınan veya hakemlik kararını kabul etmesine rağmen, bunu uygulamayan devletin saldırgan olarak nitelendirilmesi benimsenmişti. Buna göre İsrail’in eylemleri uluslararası bir suç olmaktadır.
27 Ağustos 1928 tarihinde, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu on beş devletin katılmasıyla imzalanan Briand-Kellog Paktı (Paris Misakı), meşru savunma durumunda veya uluslararası bir zorlama tedbiri olarak söz konusu olabilecek savaşlar dışındaki savaşları gayrı meşru kabul etmiştir. Bu durumda, zaten işgalci olan İsrail’in, topraklarını genişletme, Yahudilere iskân alanı açma ve asıl sahiplerini yok etme veya sürme amaçlı faaliyetlerinin hukuksuz olduğu tescil edilmiş olmaktadır. 1945 tarihli Birleşmiş Milletler Anlaşması’nın pek çok maddesi, uluslararası ilişkilerde
başka bir devletin toprak bütünlüğüne veya siyasal bağımsızlığına karşı herhangi bir şekilde tehditte bulunmayı ve kuvvet kullanılmasını yasaklamıştır. İsrail’in eylemleri bu yasakların açık bir ihlalidir. Ne yazık ki Birleşmiş Milletler Teşkilatı da özellikle Güvenlik Konseyi eliyle bu ihlalleri durdurmak bir yana koruyucu bir rol üstlenmiştir.
Bütün devletlerin egemen eşitliğini esas alan Birleşmiş Milletler Anlaşması’nın 51. maddesine göre Birleşmiş Milletler üyesi devletlerden birisi silahlı bir saldırıya uğradığında, meşru savunma hakkına sahiptir. Toprakları özellikle 1948 yılından itibaren sistematik olarak işgal edilen Filistinlilerin ve 138 ülke tarafından tanınan ve Birleşmiş Milletler’de gözlemci devlet statüsünde olan Filistin Devleti’nin bu madde gereğince meşru savunma hakkı bulunmaktadır.
Ayrıca İsrail, hukuk ve insanlık dışı davranışlarıyla sadece 7 Ekim 2023 ve sonrasında değil, 1947’den itibaren şu uluslararası anlaşmaları da sürekli ihlal etmektedir:
1864 yılında Cenevre’de imzalanan Savaş Alanında Yaralıların Durumunun İyileştirilmesi Sözleşmesi,
1868 yılında imzalanan savaş yöntem ve araçlarını düzenleyen Saint-Petersburg Sözleşmeleri,
1899 tarihli kara savaşının kurallarını düzenleyen Lahey Sözleşmeleri,
1906 tarihli savaştaki hasta ve yaralıların durumlarının iyileştirilmesine dair Cenevre Sözleşmesi,
1907 tarihli savaş hukukuna dair Lahey Sözleşmeleri,
1929 tarihli savaş alanında bulunan orduların yaralıları ve hastalarının durumlarının düzeltilmesi hakkındaki Cenevre Nihai Senedi ve Sözleşmeleri,
1935 tarihli tarihî, kültürel, sanatsal varlıkların ve bilimsel yapıtların korunmasına dair Washington Sözleşmesi,
1954 tarihli silahlı çatışmalarda kültür varlıklarının korunması hakkında Lahey Sözleşmesi ve Protokolü,
1976 tarihli çevreyi değiştirme/bozma tekniklerinin askerî veya düşmanca amaçlarla kullanılmasının yasaklanmasına dair Birleşmiş Milletler Sözleşmesi (ENMOD),
1980 tarihli beklenmeyen etkileri ve zararları olduğu düşünülen bazı konvansiyonel silahların kullanılmasının yasaklanmasına dair Cenevre Sözleşmesi.
Yukarıda başlıcaları sayılan bu uluslararası antlaşmaların hiçbirine uymayan İsrail, bu gerçeğin bir ispatı olarak 29 Aralık 2023 tarihinde Birleşmiş Milletler’in en üst yargı organı olan Uluslararası Adalet Divanı’nda (ICJ) yargılanmaya başlanmıştır. Dava, kendi tarihinde benzer zulümlere maruz kalan Güney Afrika Cumhuriyeti tarafından, İsrail’in 1948 tarihli Birleşmiş Milletler Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ni ihlal ettiği gerekçesiyle açılmıştır. Davayı incelemeye başlayan Uluslararası Adalet Divanı, 26 Ocak’ta, Gazze’deki Filistinlilere yönelik soykırım çağrısı yapanları önlemek, engellemek ve cezalandırmak için gereken tüm adımların atılmasına karar vermiş, İsrail’in Filistinlilerin karşılaştığı olumsuz yaşam koşullarını ortadan kaldırmak için ihtiyaç duyulan temel hizmetlere ve insani yardımın sağlanmasını mümkün kılan acil ve etkili önlemler ile Gazze’deki Filistinlilere karşı Soykırım Sözleşmesi’nin ihlalini gösteren delillerin yok edilmesini önlemek ve korunmasını sağlamak için etkili tedbirler almasını ve kararın yürürlüğe girmesinden itibaren bir ay içinde, alınan tüm tedbirler hakkında Mahkeme’ye bir rapor sunmasını istemiştir. (https://www.aa.com.tr/tr/dunya/uluslararasi-adalet-divaninin-karari-israil-i-hem-sevindirdi-hem-kizdirdi/3120287 (24.02.2024))
Her ne kadar nihai karar olmasa da bu hâliyle söz konusu karar, İsrail’in bir soykırım suçu işlediğini ortaya koymaktadır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 22 Kasım 1967 tarihinde kabul ettiği 242 sayılı karar ise İsrail’in şu anda işgalci bir devlet olduğunu ispatlamaktadır. Zira Büyük Britanya’nın teklifiyle alınan ve Birleşmiş Milletler Sözleşmesinin altıncı bölümüne dayanan kararda “Orta Doğu’da adil ve kalıcı bir barışın sağlanması” çağrısı yapılmış; bunun sağlanması için de “İsrail’in son savaşta (1967 yılındaki 6 Gün Savaşı) işgal ettiği tüm topraklardan çekilmesi” ve “bölgedeki tüm devletlerin güvenli ve tanınmış sınırlar dâhilinde var olma hakkına saygı duyulması”nın şart olduğu belirtilmiştir. (Zühal Çalık Topuz ve Mohammad Arafat, “Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kararlarının Filistin-İsrail Barış Sürecine Etkisi”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Dergisi Erken Görünüm, s. 5 (https://sbfdergi.ankara.edu.tr/dergi/erken_gorunum/1949---Zuhal-Calik-Topuz---Mohammad-Arafat.pdf) (24.02.2024).)
Günümüz pozitif devletler hukuku kurallarına göre durum buyken acaba İslam hukuku açısından nedir?
İslam hukukçularının büyük çoğunluğuna göre savaşın temel gerekçesi düşmanca tutum ve din özgürlüğünün tanınmamasıdır. Bir başka ifadeyle karşı tarafın İslam’a ve Müslümanlara yönelik fiilî düşmanlığı ile İslam’ı tanıtma ve yaşama özgürlüğünün kısıtlanması, savaşı doğuran temel sebeptir. Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde ve özellikle savaşa izin veren ilk ayette savaş sebebinin, düşmanın Müslümanlara saldırısı ve onları yurtlarından çıkarmaları olduğunun açıkça belirtilmesi yanında (Hac, 22/39-40.), “Size savaş açanlarla Allah uğrunda siz de savaşın, fakat aşırılığa sapmayın”; “Fitne (baskı ve zulüm) kalmayıncaya ve yalnızca Allah’a kulluk edilinceye kadar onlarla savaşın; ancak vazgeçerlerse zulüm işleyenlerin dışındakilere düşmanlık yoktur.” (Bakara 2/190, 193.); “Müşrikler sizinle nasıl topyekûn savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekûn savaşın.” (Tevbe, 9/36.); “Allah, din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere nezaketle ve adaletle davranmanızı yasaklamaz. Allah yalnızca din konusunda sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardım eden kimselere dostlukla yaklaşmanızı yasaklar; kim onlarla dost olursa gerçek zalimler işte onlardır.” (Mümtehine, 60/8-9.) mealindeki ayetler bu sonucu vermektedir.
Buna göre sadece savunma amaçlı olan (Bakara, 2/190, 194; Hac, 22/39; Şura, 42/41.), bir antlaşmayla sonuçlanmadan kesintiye uğrayan bir savaşın devamı niteliğinde bulunan, barış antlaşmasının düşman tarafından bozulması neticesinde başlayan (Tevbe, 9/12-13.), haksızlığa uğrayan Müslümanlara yardım amacı taşıyan (Nisa, 4/75; Enfal, 8/72.), uluslararası antlaşmalardan doğan yükümlülükler dolayısıyla iştirak edilen (Şâfiî, el-Ümm, Beyrut 1973, IV, 187.), İslam’ın tanıtılmasına, din ve vicdan özgürlüğünün sağlanmasına yönelik olan (Tevbe, 9/41; Hac, 22/78.) savaşlar meşru görülmüş, diğerleri yeryüzünde bozgunculuk çıkarma teşebbüsü şeklinde değerlendirilmiş ve kınanmıştır (Bakara, 2/205; Muhammed, 47/22; Buhari, Cihad, 15; Müslim, İmare, 149; Ebu Davud, Cihad, 25.) Belirtilen meşruiyet temeline sahip savaşların da hedefe ulaşılınca bitirilmesi ve zorunlu sınırı aşmaması esastır. (Ahmet Yaman, “Savaş”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/savas#1.)
İşte bu çerçevede değerlendirildiğinde Filistin’in işgale uğradığı, Filistin’de yaşayan Müslümanlara en temel insan hakları bir yana hayat hakkı tanınmadığı, değerlerine sürekli hakaret edildiği, inançları sebebiyle devamlı zulme maruz kaldığı; çocuk, kadın ve hasta denmeden katliama uğradığı göz önüne alındığında onların kendilerini savunma haklarının doğduğu ve bunun savaştan başka yolu da kalmayınca savaşın meşru olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Bir bölgedeki ya da ülkedeki Müslümanların böyle zalim bir düşmanla savaşması hâlinde diğer Müslümanlar da sorumluluk altına girerler. Zira küfür tek millet olduğu gibi Müslümanlar da tek ümmettir. Onlarcası içinde özellikle şu ayet-i kerime bu hakikati önümüze koymaktadır:
“Size ne oluyor da Allah yolunda ve “Ey Rabbimiz! Bizleri, halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver.” diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?” (Nisa, 4/75.)
Bir kere daha ifade edelim ki bu ayetten anlaşıldığına göre bu şekilde acze düşmüş, toprakları işgale uğramış ve en doğal hakları ellerinden alınmış Müslümanları kurtarmak için fiilen teşebbüste bulunmak bir vecibedir. Bu fiilî teşebbüs, eğer askerî ve ekonomik durum ile uluslararası konjonktür elverirse savaş boyutunda bile olabilecektir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) buyurduğu üzere, “Müminler birbirlerini sevmede, birbirlerine karşı sevgi ve merhamet göstermede tek bir beden gibidir. O bedenin bir organı acı çektiği zaman, bedenin diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateş çekerler.” (Müslim, Birr, 66.); “Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu (zalimlere de) teslim etmez. Kim din kardeşinin bir ihtiyacını giderirse, Allah da onun ihtiyacını giderir. Kim bir Müslümanın bir sıkıntısını giderirse, Allah da onun kıyamet sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslümanın (kusurunu) örterse Allah da kıyamet günü onu örter.” (Müslim, Birr, 58; Tirmizi, Hudud, 3.)