HAYATIN TATLILIĞI ÜZERİNE
Mehmet KAHRAMAN
Son zamanların konuşma konusu genelde huzursuzluk üzerine oluyor. İnsanlar mutluluğu hissedemediklerini, huzursuz olduklarını söylüyorlar. Peki, şöyle sorsak: Nasıl bir hayat yaşarsanız mutlu olursunuz? Hayatın güzel olduğunu söylemek için neler gerekir? Verilecek cevapların çoğu birincisi sağlık, ikincisi para şeklinde olur herhâlde. Mutlu olmak için yeterli mi bu cevaplar? İlk başta yeterli gibi görünüyor ama soruları detaylandırarak ilerleyelim. Sağlıklısın, çok paran var ama ailen yok, arkadaşın yok, yalnızsın. O başka. Sağlıklısın, gelirin ihtiyaçlarını giderebilecek kadar, güzel bir ailen var, çocukların var, akşam evine misafirler geliyor, dostların birkaç gün görmeyince, öldün mü kardeşim hiç sesin soluğun çıkmıyor diye soruyorlar; yine de mutsuz olur musun? O başka.
Başka olan ne? Sen istiyorsun ki sağlıklı olasın, zenginlik paçandan aksın, herkes seni takdir etsin, eşin dostun seni kabul edip onaylasın, girdiğin ortamın ilgi odağı sen olmalısın, çocuklar ötede kendi kendine oynasın, başın ağrımasın, araban bozulmasın… Var mı böyle bir dünya? Adı üstünde, dünya. Burası böyle bir yer. Burada eksiklikler olur. Biz yaşadıklarımızla eksikliklerimizi tamamlamaya çalışırız.
Bugün ilginç olan, huzur, mutluluk, rahatlık (konfor, lüks tutkusu, tüketim…) birinci öncelik hâline geldi. Bir şey yapmadan önce onun getirisini hesap ediyor, ona göre iş yapıyoruz. Çıkar düşüncesiyle hareket ettiğimizde de istediğimiz neticeyi alamıyoruz. Menfaate dayalı yaşam biçiminde paranın sağladığı imkânlarla konfor, lüks gibi şeyler elde edilebilir ancak huzur ve mutluluk hissedilemez. Huzur ve mutluluk dıştan değil içten kazanılır. Aileden edinilen eğitim ve genetik miras etkili olmakla birlikte insanın içine bakabilmesi, kendisi olabilmesi önemlidir. Dışarısı aynadır, sende ne varsa onu yansıtır. Bu yüzden kişi huzuru, mutluluğu dışarıdan ummaz. Memduh Şevket’in, “Hayat Ne Tatlı” öyküsü bununla ilgili güzel bir örnektir.
Memduh Şevket, öykünün son cümlesinde şöyle der: “Hayat ne tatlı şey… İnsanın ömrü olmalı da yaşamalı.” Hayat ne tatlı, diyor Memduh Şevket ancak öykünün içerisinden hayatın tatlılığını kanıtlayacak bir ispatta bulunmuyor. Öyküye bakarsak daha çok sıkıcı bir atmosfer gibi görünüyor. Çünkü anlatılmaya değer bir olay, durum yok. Öykü, Hafız Nuri Efendi’nin can sıkıcı bir gününü anlatıyor aslında. Nuri Efendi, bir öğle vakti nedensiz evden çıkıyor, çıkmasa da olabilirdi ancak çıkmış bulunuyor. Biraz yürüyor. Her şey alelade ve sıradan bir gün. Sonra Kavafın Şükrü geliyor. Hikâyenin fazla detayına girmeden aktarıyorum: “Edirnekapı’ya doğru yürüyelim,” diyor Şükrü. Birlikte yürümeye başlıyorlar. Şükrü bir ara, işi olduğunu söyleyerek ayrılıyor, “Sen devam et ben yetişirim,” diyor. Nuri Efendi Edirnekapı’ya geliyor ama Şükrü yok ortalarda. Orada oyalanırken kömürcü Halil geliyor. “Ben mahalleye gidiyorum, haydi gel gidelim” diyor. Bu sefer onunla birlikte mahalleye doğru yürüyorlar. Biraz gidince kömürcü Halil’in de bir işi çıkıyor. Hafız Nuri Efendi tek başına mahalleye dönüyor. Kahveye oturuyor. Kahvede ona can sıkıcı şeyler söylüyorlar. Nuri Efendi bir şey söyleyecek oluyor ama vazgeçiyor. Bakkaldan ekmeğini alıp eve gidiyor. Öyküde belirgin üç olay örgüsü var, üçünde de Hafız Nuri Efendi acınacak hâlde bulunuyor okur nezdinde. Buna rağmen Memduh Şevket, öykünün son cümlesinde hayatın tatlılığına dikkat çekiyor. Karakterimiz öykünün en sonunda cam kenarına kurulur, akşam vakti ve hüzünlü bir andır. Hafız Nuri Efendi şu cümleyi kurar: “Hayat ne tatlı şey… İnsanın ömrü olmalı da yaşamalı.”
Öyküyü okuyunca dikkatimi çeken iki husus var: İlki, hayatın tatlı olması için çok büyük şeylerin olmasının gerekmediği. Mutlu, başarılarla geçen konforlu bir hayatın içinden seslenmiyor karakterimiz. İkinci husus ise Hafız Nuri Efendi’nin olaylar hakkında hiçbir yorum yapmaması, olan şeyleri olduğu hâliyle kabul etmesi. Eğer yorum yapmış olsa, içinden öyle düşünceler geçirseydi üzülecek, içlenecek; hayata, kadere itiraz veya isyan duyguları taşıyacaktı. Hafız Nuri Efendi hiçbir şeye takılmadan, kendisine söylenenlere, yapılanlara aldırış etmeden gününü yaşamaya devam etti. En sonunda eve gittiğinde cam kenarına oturup dışarıya bakarak hayatın tatlılığını hissetti.
Öyküden devam edersek aslında karakterimizin kötü bir gün geçirdiğini söyleyebiliriz. İki kişi tarafından yarı yolda bırakıldı, biri tarafından azarlandı, kovuldu. Kendisini kötü hissetmesi lazım. Bütün bunlara rağmen eve vardığında üzerinde kırgınlık emaresi yok, yalnızlık, değer görmemek gibi insanlık onurunu kıran, benlik algısını bozan izler taşımıyor. Bilakis kendi bütünlüğü içinde, emin bir şekilde yaşama isteğiyle doluyor. Öykünün bize gösterdiği sahne, hayatın güzel olması için büyük beklentilere girmemek gerektiği, günlük sıradan olaylar içinde bile hayatın tatlılığını yaşayabileceğimiz, hissedebileceğimiz gerçeğini vurgulaması oldu.
Özellikle bugün yaşadığımız çağı göz önüne aldığımızda bunun ne denli önemli olduğunu görürüz. Hayatın tadını çıkarmak, dolu dolu yaşamak adına bol aktiviteli ve çok hızlı geçiyor günlerimiz. Durup düşünecek zaman bulamıyoruz. Can sıkıntısını, kendisinden kurtulmamız gereken bir hastalıkmış gibi algılıyoruz. Kendimizi iyi hissetmek adına daha fazla alışveriş yapmaya, daha fazla aktivitede bulunmaya çalışıyoruz. Oysa hayat durduğu yerde duruyor, önemli olan bizim nerede durduğumuz. Öykü bize durmamız gereken yeri, bakmamız gereken pencereyi hatırlatıyor âdeta. Doğru bakış açısıyla baktığımızda rahatlıkla Hafız Nuri Efendi’yle aynı cümleyi kurarız: “Hayat ne tatlı şey, insanın ömrü olmalı da yaşamalı.”