Makale

İSLAM'DA İNSAN HAKLARI

İSLAM’DA
İNSAN HAKLARI

Prof. Dr. Saffet SANCAKLI
İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi


Günümüz dünyasında en çok gündeme gelen ve tartışılan değerlerin başında insan hakları kavramı gelmektedir. Tarihin hiçbir döneminde bugün olduğu kadar hak ve özgürlükler bu denli tartışılmamıştır. İnsan haklarının korunmadığı ve güvence altına alınmadığı bir yerde kargaşa, kaos ve anarşi kaçınılmazdır. Bir milletin medeni olma ölçütü, salt sanayileşmek veya teknolojik gelişimi tamamlamak olmayıp insan haklarına verdiği değerle de ilişkilidir. Zira ahlaki ve insani değerlere sahip olmak; bencillikten uzak, başkalarını düşünen, başkalarının haklarına saygı gösteren ve bunun için mücadele veren bir kişiliğe sahip olmak, ilahi dinlerin ideallerinden olduğu kadar medenilikle de doğrudan ilişkilidir. Bugün Amerika ve Batı dünyasının insan hakları ve medeniyet savunuculuğu irdelenmekte ve sorgulanmaktadır. Onların en büyük kusurları ve hataları dünyayı aldatmalarıdır. Bütün dünyanın gözü önünde Gazze’de barbarca işlenen soykırım ve katliamlar, film seyreder gibi izlenmekte ve desteklenmektedir. Dolayısıyla bugün Amerika’nın ve Avrupa’nın medeniliği ciddi manada sorgulanmakta, onlara artık inanılmamakta ve bütün dünyada tepkiler çığ gibi büyümektedir. Avrupa’nın hayat felsefesine göre; hayat bir mücadeledir, yani cidaldir, çarpışmadır. Hayatın gayesi menfaattir ve menfaat için her şey mübahtır. Hak kuvvettedir. Kuvvetli olan zalim dahi olsa haklıdır. Batı felsefesinin insana bakışı bu istikamettedir.
Bütün ilahi dinlerin gönderiliş amaçlarından birisi, insanların hak ve hukukunu korumaya yöneliktir. Bu bağlamda bütün peygamberlerin gönderiliş amaçlarından birisi de insana insanca yaşamayı öğretmek, insan haklarını yeryüzünde ikame etmektir. Bütün peygamberlerin ortak yönü, insan haklarını doğal bir güvenceye almaktır. Dolayısıyla yeryüzünde insan hakları alanındaki mücadele yeni başlamış olmayıp insanlık tarihi kadar eskidir. İnsan hayatının her alanında olduğu gibi insan hakları konusundaki temel prensipler de yüce dinimiz İslam ile tam ve tekâmül olmuştur. Nitekim Hz. Peygamber, hayatı boyunca insan haklarının ikamesi için mücadele vermiş ve insan hakları ihlallerine müdahale etmiştir. Onun hayatını, uygulamalarını ve hadislerini tetkik ettiğimizde bu gerçeği açıkça müşahede etmek mümkündür. Çünkü o, bütün hakları maddi ve manevi boyutuyla ele almakta ve uygulamaya koymaktadır.
İlahi nizama göre insanın doğuştan beraberinde getirdiği ve Allah’ın kendisine bahşettiği dokunulmaz hakları elinden almaya veya kısıtlamaya hiçbir kimsenin hakkı yoktur. Örneğin bir kişinin yaşama, bir dine mensup olma gibi haklarını elinden almak veya bu hakları kısıtlamak isteyen kişi, kendisini bir nevi ilah yerine koymuş olur. Dolayısıyla kişinin doğuştan getirdiği bu tür haklara kimsenin dokunmaması ve bu açıdan kişinin rahatsız edilmemesi gerekir.
Kur’an-ı Kerim’de, hadis-i şeriflerde ve temel İslami kaynaklarda hak kavramı, çok geniş yelpazede ele alınmakta; kişinin Allah’a, insanlara, hayvanlara ve çevresine karşı hakları söz konusu edilmektedir. Batılın zıddı olan hak kavramı, “doğru, gerçek, görev, sorumluluk, borç” gibi anlamları yanında “korunması, gözetilmesi ya da sahibine ödenmesi gerekli olan maddi ve manevi imkân, değer, pay, eşya ve menfaatler” anlamında da kullanılmaktadır. (Heyet, İlmihal II (İslâm ve Toplum), s.527, İSAM, İstanbul, 1999.) Yüce Allah’ın güzel isimlerinden biri olan “Hak” kelimesinin çoğulu olan hukukun gayesi, hakların kime ait olduğunun belirlenmesi, hakların korunması ve haklara yapılan tecavüzün, zorbalıkların ortadan kaldırılmasıdır. (Muhammed Tahir b. Aşur, Mekâsıdu’ş-Şerîati’l-İslâmiyye, s. 211, terc. Vecdi Akyüz-Mehmet Erdoğan, Rağbet Yay., 3. bsk., İst., 1999.) Dolayısıyla dinimizce insanın kanı akıtılmaz, canına kıyılmaz, namusuna, toprağına, mesleğine, meskenine ve cinsiyetine dokunulmaz. Yüzlerce ayet ve hadisin ortak ifadesinden, İslam’ın bu konulardaki görüşleri ortaya çıkmaktadır. Önemli olan insanın sahip olduğu haklarıyla beraber onur, şeref ve iffetiyle yaşamasını sağlamaktır.
İnsan fıtratıyla örtüşen insan hakları kavramının zihinlerde yaptığı çağrışım, insanın sahip olduğu özgürlüklerdir. Hak ve özgürlüklerin, insanın kişiliğine bağlı olarak doğal, dokunulmaz, vazgeçilemez, engellenemez, kısıtlanamaz, devredilemez ve evrensel olduğunda İslam âlimleri hemfikirdir. Yüce Allah’ın, üstün ve mükerrem bir varlık olan insana bahşettiği bu hakların bir bütün olarak ele alınmayıp aralarında ayrım yapılması da doğru değildir. Herkes için gerekli olan insan haklarına önem vermeyen ve bu haklara riayet etmeyen toplumlar medeni olamazlar. Bununla birlikte ilahi bir kaynaktan beslenmeyen insan hakları uygulamalarında da her zaman eksiklik ve çifte standart söz konusu olacaktır.
Hz. Peygamber (s.a.s.), daha gençlik yıllarında haksızlığa, zulme, zorbalığa ve adaletsizliğe karşı mücadele vermiş, bu bağlamda faaliyet gösteren ve iç güvenliği sağlamayı hedefleyen “Hilfu’l-Fudul” (faziletliler sözleşmesi) adlı sivil toplum teşkilatına girmede tereddüt etmemiş ve bu teşkilatta bilfiil çalışmıştır. Her türlü zulme ve haksızlığa karşı mücadele amacıyla ihdas edilmiş olan, ancak Cahiliye döneminin bir ürünü olan bu teşkilata katılmakta mahzur görmemiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), peygamberliği döneminde de bu olayı zaman zaman hatırlayarak davet edildiği takdirde yine böyle bir toplulukta yer alabileceğini ifade etmiştir. (İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, I, 94, thk., Süheyl Zekar, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1992.)
Sevgili Peygamberimizin Mekke’de irad ettiği “Veda Hutbesi” de yalnızca Müslümanlara okunmuş sıradan bir hutbe olmayıp bütün insanları kapsayan tarihî bir bildiri ve bir nevi insan hakları beyannamesi niteliğindedir. Cahiliye âdetlerini ortadan kaldırması ve faiz, kan davası gütmenin haram olduğu, eşitlik, hürriyet, emanet, insan hakları gibi hususlara değinmesinin yanı sıra kadınlarla erkeklerin birbirlerine karşı hak ve görevleri, Allah’ın kitabına ve peygamberin sünnetine uymanın asıl olduğu, Müslümanların birbirine karşı hak ve vazifeleri, insanlığın yaratılışı konusu, ırkçılığı ret, üstünlüğü takva gibi bir kurala bağlama, savaş ve miras hukukunun temel hükmü, vasiyet, nesep, zina yasağı, borç ve kefalet gibi hukuki meselelere yer vermesi gibi özellikleriyle Veda Hutbesi, insan hakları açısından oldukça önemlidir.
İnsanın değeri ve yaşama hakkı
Bir toplumda insan haklarına değer verilip verilmediği, insana verilen kıymetten anlaşılır. Şayet insana değer veriliyor ve saygı duyuluyorsa orada insan haklarının varlığından söz edilebilir. Yüce dinimiz, insana en büyük değeri vermiş; evrende en değerli varlığın insan olduğunu ilan etmiş ve insanı, “eşref-i mahlûkat” olarak nitelemiştir. Dolayısıyla saygın bir konumda bulunan ve yeryüzünün halifesi onuruna sahip olan insana saygı göstermek, onun hak ve hürriyetine saygı göstermekle başlar. Son din olan İslam’ın insana verdiği değeri hiçbir inanç ve ideoloji vermemiştir.
İnsan haklarının başında yaşam hakkı ve can güvenliği gelmektedir. Çünkü yaşam hakkı diğer tüm hakların kaynağı durumundadır. Allah’ın verdiği cana kimsenin kıyma hakkı yoktur. Bunun ağır bir suç olduğu, yüce kitabımız Kur’an’da şöyle anlatılır: “… Kim, bir insanı bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse o, sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa sanki bütün insanları yaşatmıştır…” (Maide, 5/32.) Hz. Peygamber de (s.a.s.) her zaman insan yaşamı ve değeri üzerinde durmuş, tarihî Veda Hutbesi’nde; Müslümanların can, mal, ırz ve namus dokunulmazlığına vurguda bulunmuş, insanların sulh, sükûnet içerisinde birbirlerinin haklarına riayet ederek yaşamalarını istemiştir. İnsanın kendi hayatına saygı duyması gerektiği gibi başkalarının hayatına da saygı göstermesi gerekir. Dolayısıyla insan, intihar yoluyla kendi yaşamına kastedemeyeceği gibi başkalarının hayatına da kastedemez. Kendisiyle ve insanlarla barışık olan bir insandan böyle bir hareket beklenemez. Tarih boyunca İslam toplumlarında, gayrimüslim toplumlarda yaşanan kazıklı voyvodalar, insanların canlı canlı hayvanlara parçalattırılması, ölü insan kellelerinin sokaklarda dolaştırılması gibi insanlık dışı olaylar yaşanmamıştır. (Thomas Paine, İnsan Hakları, s. 38-39, terc., M. Osman Dostel, M.E.B.Y., İstanbul, 1998.) Dolayısıyla her zaman İslam’da ve bütün Müslüman toplumlarında insanın dirisine de ölüsüne de saygı gösterilmiştir.
İnanç ve ibadet özgürlüğü
Din, vicdan ve ibadet hürriyeti, insanın temel hak ve hürriyetlerinin en önemlilerindendir. Bu konuda kimseye dayatma ve baskı yapılamaz. Kişiler hür iradeleriyle seçim yapma hakkına sahiptir. Hiçbir kimse inancından dolayı kınanmamalı, aşağılanmamalı, alay edilmemeli ve rencide edilmemelidir. Din seçme hakkına sahip olan kişi, aynı zamanda dinini tümüyle öğrenme, öğretme, yayma ve yaşama hakkına sahiptir. Ayrıca hiç kimse başkalarına din dayatma hakkına da sahip değildir. İslam’ın evrensel mesajlarında bu konu da önemli bir yer tutmaktadır: “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O halde kim tâğutu tanımayıp Allah’a inanırsa kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Bakara, 2/256.); “Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde bulunanların hepsi elbette topyekûn iman ederlerdi. Böyle iken sen mi mümin olsunlar diye insanları zorlayacaksın?” (Yunus, 10/99.); “De ki: ‘Hak, Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.’…” (Kehf, 18/29.) Tarih boyunca bu mesajlarla hareket edildiği için İslam toplumlarında yaşayan gayrimüslimler İslam’a girmeye hiçbir şekilde zorlanmamış, cizye ödemek ve sorumlu hareket etmek şartıyla vicdan ve inanç hürriyetine sahip ve dinlerinde, ibadetlerinde serbest olmuşlardır.
Düşünce özgürlüğü
Kişinin yaşama hakkı, hukuki güvenceye kavuşturulduğu gibi insana irade özgürlüğü verilmiş olduğu için ona düşünce özgürlüğü de tanınır. İnanç ve düşünce özgürlüğü konusunda yapılan baskılar ve kısıtlamaların hiçbir haklı mantığı ve sebebi yoktur. Düşünce özgürlüğü olmayan toplumlarda ilerleme ve gelişme de olmaz. İslam dini, insanları düşünme ve araştırmaya davet etmiş, körü körüne taklitten sakındırmış ve tahkikî bir imana sahip olmalarını istemiştir. Nitekim İslam’da var olan içtihat faaliyeti, düşünceye ne derece değer verildiğinin en güzel göstergesidir. Düşünmek, tartışmak ve müzakere etmek, içtihat faaliyetleri arasında yer alan temel unsurlardır. Düşünce üretme ve düşünce aktarma, salt bir hak olmayıp aynı zamanda dinî bir yükümlülüktür. İslam dininin akla çok önem vermesi demek düşünceye de önem vermesi anlamına gelir. Bu bağlamda doğru, iyi ve yararlı düşünceleri açıklamak ve ifade etmek teşvik edilmektedir.
Hak ve adalet
Yeryüzünde insanların aradığı ve gerçekleşmesini istediği en önde gelen değerlerin başında adalet ve eşitlik ilkesi gelmektedir. Hak ve adalet konusu, insanları her zaman meşgul etmiş bir meseledir. Bunlara değer verilmeyen toplumlarda insanlıktan bahsedilemez, kargaşa eksik olmaz, birlik ve beraberlik sağlanamaz. Adalet herkese hakkını vermek, dengeyi sağlamaktır. Allah Teâlâ, haksızlığı kendine de kullarına da yasaklamakta (Müslim, Birr, 55.) ve pek çok ayette kullarına adaletli davranmayı emretmektedir. Hz. Peygamber’in hayatı incelendiği zaman onun her zaman hak ve adaleti sağlamaya çalıştığı görülür. O, bir taraftan Mekkeli ve Medineli Müslümanlar yani muhacir ve ensar arasında kardeşlik ilan ederken diğer taraftan da Medine sözleşmesi ile Müslüman, Yahudi ve müşrikler arasında hak ve adaleti sağlamaya çalışmıştır. (Eskicioğlu Osman, İslâm ve Uluslararası Adâlet, s. 118, Doğu’da ve Batı’da İnsan Hakları, TDV, Ankara, 1996.)
İnsan haklarının temel ilkesi, “Üstünlük takva iledir.”
İslam’da fertler arasında ırk, renk, soy, sop, makam, mevki, fakirlik, zenginlik, şan, şöhret gibi hususlarda üstünlük yoktur: “Ey insanlar! Şüphe yok ki biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.” (Hucurat, 49/13.) Hukuk önünde herkes eşittir. Mahkemeler tarafsızdır. Hz. Peygamber, kanun önünde herkesi bir tarağın dişleri gibi eşit gördüğünü, kimseyi üstün görmediğini şu hadislerde pekiştirmektedir: “Ey insanlar! Şuna dikkat ediniz ki sizin Rabbiniz birdir; babanız birdir. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a; beyazın siyaha, siyahın beyaza Allah korkusu dışında hiçbir üstünlüğü yoktur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 411.) Irkçılık günümüz insan hakları açısından aşılamayan bir problem olarak karşımızda durmaktadır. Hâlbuki İslam dini, ırk ayrımını asırlar öncesinden kaldırmıştır. Hz. Peygamber’in hadislerinde ve uygulamalarında bunun çok güzel örneklerini görmekteyiz. İslam’da insanlar arasında birinci sınıf, ikinci sınıf veya asiller gibi ayrım da yoktur. Hiçbir kimseye veya zümreye ayrıcalık veya imtiyaz verilemez.
Netice olarak dünyada ve ülkemizde yükselen değerler arasında “insan hakları” kavramı gittikçe daha bir önem kazanmaktadır. İnsan haklarının toplumda hâkim olması herkesin arzu ve isteğidir. Bu hakları insanlara kimse vermiş değildir, bundan dolayı da kimse alamaz. Dünyaya ikinci kez gelme imkânına sahip olmadığının bilincinde olan insan, ilahi kudretin kendisine bahşettiği haklara sahip olarak onurlu ve insanca yaşamayı arzu etmektedir. İnsan haklarının toplumda hâkim olabilmesi için ferde ve topluma pek çok yükümlülükler düşmektedir. Keza dünya üzerinde yaşanan insan hakları ihlallerinin önüne geçmek de Müslümanların omuzlarına yüklenmiştir. İslam’a göre herkes bununla sorumlu olup üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmekle görevlidir. Bu dahi bizim kulluk borcumuzdur, vesselam.