Makale

OSMANLI DEVLETİ’NDE İNSAN HAKLARI VE İNANÇ HÜRRİYETİ

OSMANLI DEVLETİ’NDE İNSAN HAKLARI VE İNANÇ HÜRRİYETİ

Prof. Dr. Alâeddin YALÇINKAYA
Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler

Giriş
20. yüzyılda, insan haklarının kapsamı, başta yaşama hakkı olmak üzere inanç hürriyeti, işkence yasağı gibi klasik haklar yanında medeni ve siyasi haklar, sosyal, ekonomik ve kültürel haklar gibi alanlarda önemli ölçüde genişlemiştir. Önceki yüzyıllarda bu tür haklar, devletin mutlak egemenliği kapsamında olup iç işlerini ilgilendiren bir konu olarak kabul edilirdi. Günümüzde ise başta Birleşmiş Milletler bünyesindekiler olmak üzere birçok uluslararası mutabakatın garantisi altında, diğer devletlerin ve uluslararası mahkemelerin müdahil olduğu bir alan hâline gelmiştir. Bu yazıda, insan haklarının henüz uluslararası nitelik kazanmadığı zamanlarda, Osmanlı döneminde belli başlı uygulamalara temas edilecektir. Konuyla ilgili bazı çarpıtmalara değinilecek ve Mecelle’den seçilen maddeler nakledilecektir. Bu çerçevede, konuyla ilgili fikir vermek üzere dikkat çeken bazı uygulamalar zikredilecektir.
Oryantalist çarpıtmalar ve gerçekler
İnsan hakları konusu, bir ülkenin öncelikle hukuk, adalet ve medeniyet seviyesiyle ilgili olduğundan birçok teknolojik buluş ve yenilikte olduğu gibi Batılı kaynaklar, bu alanda da önceliğin kendilerinde olduğunu iddia ederler. Mesela kralın mutlak yetkilerinin kısıtlandığı ilk belge olarak 1215’te Yurtsuz John’un imzaladığı Magna Carta gösterilmektedir. Hâlbuki bu tarihten önceki asırlarda Türk ve İslam dünyasında hatta Asya’daki
diğer medeniyetlerde sultanın, kağanın sadece soylular değil tebaa karşısında dahi yetkilerinin sınırı bulunmaktaydı. Birçok eski Türk metinlerinde benzerleri olduğu gibi Bilge Kağan’ın, “Türk milleti için gündüz oturmadım; gece uyumadım, ölesiye çalıştım... Çıplak halkı giydirdim; aç halkı doyurdum; yoksul halkı zengin ettim…” sözleri, devlet olarak sorumluklarımı yerine getirdim anlamına gelmekte, Kağan böylece bir anlamda halkına hesap vermektedir.
Osmanlı döneminde insan hakları konusunda kısaca temas edilecek hususlar, önemli ölçüde İslam’ın temel kaynakları olan Kitap, sünnet, icma ve kıyas-ı fukaha temeline dayanmaktadır. Bunların söz konusu olmadığı alanlarda ise eski Türk devlet geleneğinden gelen uygulamalar ile örf ve âdet unsurları dikkate alınmıştır. Mesela, Osmanlı’daki millet sistemi, farklı etnik grupların adilane bir şekilde yönetildiği başarılı bir politika olup benzer sistemi Göktürk Devleti’nde de görürüz.
Mecelle’den örnek maddeler
Osmanlı İmparatorluğu, yaklaşık 6 asır boyunca üç kıtada hüküm sürmüş bir devlettir. Gerek devletin hükümran olduğu saha gerekse süre dikkate alındığında tarihte benzeri bulunmamaktadır. Bunun sonucu idari ve mali sistem yanında vatandaşların hak ve yükümlülükleri konusundaki düzenleme ve uygulamalar da zamanla değişmiştir. Bununla beraber adalet ve hakkaniyet temelli idari düzen, her devirde devam etmiştir. Osmanlı arşivinin farklı dönemlere ve kurumlara ait belgeleri önemli ölçüde yayımlanmış veya araştırmaya açılmıştır. Herhangi bir tartışmalı konuda, bir oryantalist araştırmacının kasıtlı saptırmaları yerine bu belgelere müracaat etmek gerekmektedir. Osmanlı’nın bu kadar uzun süre geniş coğrafyalarda hüküm sürmesinin temelinde adalet bulunmaktadır. Belirtmek gerekir ki “Adalet mülkün temelidir.” vecizesindeki mülk, melikin yani padişahın yönettiği devlet demektir.
Osmanlı hukuk sistemi, belirtildiği gibi şeriat esaslarının temel alındığı, Kitap ve sünnette hüküm bulunmadığı alanlarda geniş bir icma ve kıyasın söz konusu olduğu teamül düzenidir. Ahmet Cevdet Paşa başkanlığındaki heyetin hazırladığı Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye, asırlarca uygulanan örf ve âdet hukukunu kod hâline getirmiş, tedvin etmiştir. Bir anlamda anayasa demek olan ilk yüz maddeden oluşan, “Kavâid-i Asliye” veya “Küllî Kâideler”, “Genel Hukuk İlkeleri” olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu maddeler arasında da temel insan hakları konusunda önemli düzenlemeler bulunmaktadır. Bunlardan bazıları: “Berâet-i zimmet asıldır.” (8. Madde: Suçsuzluk karinesi); “Zarar izale olunur.” (20. Madde: Tazminat hakkı); “Zaruretler memnû olan şeyleri mübah kılar.” (21. Madde: Zorunlu hâlde müsamaha); “Mani zâil oldukta memnû avdet eder.” (24. Madde: Hakların kısıtlanması, kısıtlanma sebebine bağlı); “Def’i mefâsid celb-i menâfiden evlâdır.” (30. Madde: Zararı önlemek önceliklidir.); “Tevehhüme itibar yoktur.” (74. Madde: Vehme dayanarak suçlanmaz, cezalandırılmaz.); “Külfet nimete ve nimet külfete göredir.” (88. Madde); “Bir fiilin hükmü failine muzaf kılınır ve mücbir olmadıkça âmirine muzaf kılınmaz.” (89. Madde: Suçlarda ve cezalarda kişisellik)…
Dilekçe hakkı
İnsan hakları literatüründe dilekçe hakkının ilk defa İngiltere’de 1689’da garanti edildiği iddiası doğru olmadığı gibi bu hak ve diğer benzeri belgelerle verilenlerin sadece soylular için söz konusu olduğu gerçeği genellikle dikkate alınmamaktadır. Osmanlı’da ise dilekçe hakkının ilk defa 1876 Kanun-i Esasi ile gerçekleştiği ileri sürülür. Hâlbuki eski Türk hanlıklarından itibaren diğer Türk ve İslam devletlerinde olduğu gibi Osmanlı’da da dilekçe hakkı, bir anlamda nefes almak gibi yaşanan bilinen bir tatbikat olduğundan zikredilmez. Her vatandaş bulunduğu mahalle göre kadıya, valiye, paşaya, sadrazama, divana, hatta sultana dahi her devirde maruzatını sunabilmekteydi.
Osmanlı’nın en güçlü sadrazamlarından Sokollu Mehmet Paşa’nın vefatı, bir vatandaşın maruzat bahanesiyle Divan’a girerek sadrazamı hançerlemesi sonucu gerçekleşmiştir. İlginçtir ki katil vatandaş, “Divan’a maruzatım var.” dediğinde herkes için olduğu gibi ön sorgulama yapılmadan, üstünün aranmasına dahi ihtiyaç duyulmadan devletin en büyük heyetine girebilmiştir.
Belirtmek gerekir ki 17. yüzyıldan itibaren İngiltere ve diğer Batı ülkelerinde; başta dilekçe hakkı olmak üzere, Osmanlı’da sıradan olan birçok uygulamaya sahip olmak için Avrupa insanı büyük bedeller ödemiştir. Günümüzde bu gibi konularda problem söz konusu olduğunda toplum ayağa kalkmakta, yönetim de söz konusu hakların engellenmesini göze alamamaktadır. Osmanlı ve diğer İslam toplumlarında ise bu gibi haklar konusunda ödenen bir bedel bilinmediğinden, ihlâli durumunda toplumsal tepkiler çok olmamaktadır.
Karıncanın yaşama hakkı ve Ebussuud Efendi
İnsan hakları, aynı zamanda hayvanlara merhamet duygusuyla bağlantılı kabul edilmektedir. Bu gerçekten hareketle günümüzde Batılı ülkelerde oldukça kapsamlı düzenlemeler ve uygulamalar bulunmaktadır. Bir ülkede insanın, “eşref-i mahlûkat” olarak yaşama hakkına ne derece riayet edildiği, hayvan hakları kültürünü de gündeme getirmektedir. Bu açıdan bakıldığında gerek Osmanlı’da gerekse önceki dönemler Türk ve İslam topraklarında hayvanların dahi bakımı, tedavisi, beslenmesi için nice vakıflar kurulmuş, toplumsal saygı ve farkındalık kültürü sonraki nesillere miras kalmıştır. Hayvan haklarıyla ilgili oldukça zengin örnekler ve uygulamalar bilindiği gibi Osmanlı’nın en güçlü döneminde karınca hakkıyla ilgili rivayet ise benzersizdir.
Kanuni Sultan Süleyman, saray bahçesindeki meyve ağaçlarını karınca sardığını görür ve çare arar. Karıncaların bir şekilde yok edilmesi talimatını verecektir ancak bunun hukuken/şer’an caiz olup olmadığını merak eder ve durumu Şeyhülislam Ebussuud Efendi’ye iki satırlık bir yazıyla sorar:
Dırahta ger ziyan etse karınca (Karınca meyve ağaçlarını ziyan etse, zarar verse…)
Zarar var mıdır anı kırınca (O karıncayı yok etmenin vebali var mıdır?)
Şeyhülislam, Sultan’a aynı üslup ile cevap verir:
Yarın Hakk’ın divanına varınca,
Süleyman’dan hakkın alır karınca!
Yargılanmadan cezalandırılmama hakkı ve Zenbilli Ali Efendi
Osmanlı padişahları idarecilik, cesaret, muktedirlik, ilim gibi meziyetleriyle sıralandığında Fatih Sultan Mehmet, söz konusu üstün vasıfların hemen hepsinde birinci gelir. Fakat diğer padişahların sıralamalarında farklılıklar vardır. Mesela II. Bayezid idarecilik bakımından ilk sıralarda olmasına rağmen muktedirlik, kararlarını icra kabiliyeti bakımından gerilerdedir. Yavuz Sultan Selim ise cesaret ve muktedir olma yönleriyle ilklerdendir. Bununla beraber yaşama hakkı söz konusu olunca her şey değişmektedir. Balkanlarda Sırpların yoğun olduğu bölgelerde yer yer asayiş problemi yaşanmakta, zaman zaman çapul yapılmakta, insanların canına ve malına zarar gelmektedir. Fakat suçluların yakalanması konusunda bölgenin Sırp sakinleri devlete yardımcı olmamakta, suçluları gizlemektedir. Sultan, ferman hazırlar: Bölgedeki Sırplar ya Müslüman olacak veya cezalandırılacak. Fermanın tatbiki için Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi’nin tasdikinden geçmesi lazım. Şeyhülislam’ın, tarihin en muktedirlerinden olan Sultan’a cevabı son derece ilginç: “Ya bu fermanınızı geri alırsınız ya da Sultan şeriat dairesinden çıktığından halliniz (padişahlığınızın sona ermesi) için fetva veririm!” Çünkü İslam’da dinde zorlama yoktur, kimseye zorla Müslüman olması için talimat verilmez. Öte yandan çapul ve katliam yapanları devlet muhakeme eder, suçluları cezalandırır. Muhakeme olunmadan halk cezalandırılmaz.
Din ve inanç hürriyeti, gayrimüslimlerin mabetleri
Zenbilli Ali Efendi’nin Sultan’a cevabı, aynı zamanda din ve inanç hürriyetini de barındırır. Nitekim gerek Anadolu Selçuklu Devleti ile beylikler döneminde gerekse Osmanlı’nın bütün Anadolu ve Balkanlara hâkim olduğu dönemlerde gayrimüslimlerin mabetlerine, kiliselerine, havralarına dokunulmamış, birçoğu günümüze kadar varlığını muhafaza etmiştir. Başta Ayasofya olmak üzere camiye çevrilen kiliselerin sayısı sınırlı olup bunlar devletin yani Bizans imparatorunun kendi mülkiyetinde olanlardı. Şunu da belirtmek gerekir ki Bizans mimarisinin günümüze gelen örneklerini, sadece kiliseden çevrilen camilerde görmekteyiz. Rumların ve Ermenilerin diğer kiliselerine dokunulmamış, zaten bunlar cemaatin ihtiyaçlarını rahatlıkla karşılamış, bununla beraber cemaat vakıfları kararıyla mevcut mabetler yıkılarak Avrupa’da gelişen yeni mimari akımına göre inşa edilmişlerdir. Özellikle İstanbul’daki kiliselerin hemen tamamı, cemaat yönetiminin Avrupai tarzda yeniden inşa ettikleri binalardır.
Gayrimüslimlerin mabetleri ile insan haklarının en önemli maddelerinden olan din ve inanç hürriyeti arasındaki ilişkiyi anlamak için mesela Hristiyanların Müslüman mabetleriyle ilgili uygulamalarına bakmak gerekir. Yaklaşık sekiz buçuk asır boyunca İspanya coğrafyasında hüküm süren Endülüs Emevilerinden Granada, Malaga, Sevilla, Valencia, Kurtuba, Toledo gibi önde gelen şehirlerin hemen her birinde bin civarında cami kalmıştı. Günümüzde ise o dönemden kalan bir tek cami bulunmamaktadır. Tamamı ya kiliseye çevrilmiş veya yıktırılmıştır. Aynı durum 19. yüzyıl başında nüfusunun çoğu Müslüman olan Yunanistan şehirleri ve Erivan (Revan Hanlığı) için de geçerlidir.
Oysaki Osmanlı döneminde şer’i şerife göre gayrimüslimler için ihtiyaç dışı yeni mabet inşasına müsaade edilmediği hâlde mevcutların bakımı ve tamiri için her türlü kolaylık sağlanmıştır. Yukarıda belirtildiği gibi mevcut mabetler de cemaatin ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılamakta idi. Balkanlardaki fetihlerden sonra aynı ırktan geldiği hâlde farklı kiliselere mensup olan Sırplar, Hırvatlar ve Boşnakların durumuyla ilgili ilginç bir uygulama da şuydu: Hristiyanlar içinde Bogomili inancına mensup (tevhid esasına bağlı) Boşnaklara diğer Hristiyanların baskı yaptıkları, onların horlandıkları, ekonomik sıkıntıda oldukları, kiliselerinin harabe, papazlarının elbiselerinin perişan olduğu Fatih Sultan Mehmet’in dikkatini çeker. Sultan, kamu hizmeti olarak Boşnak tebaasının kiliselerinin tamiri ve papazlarının geçimi için tahsisat ayırmıştır. Boşnakların yaklaşık otuz yıl içinde tamamen kendi istekleriyle Müslüman olmalarının öncelikli sebebi, kendi Hristiyan yöneticilerinden dahi görmedikleri müsamahayı Müslüman sultandan görmeleridir.
Sonuç
Osmanlı’da insan hakları konusu, başta Kur’an ve sünnet olmak üzere edille-i şer’iye çerçevesinde, bunların boş bıraktığı alanda ise eski Türk uygulamalarından devreden teamül hukuku hâlinde oluşmuştur. Osman Turan’ın, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi adlı eseri bu konuda, birincil kaynaklardan oldukça zengin alıntılar nakletmektedir. Cihana hâkim olma ülküsünün temelinde adalet, hakkaniyet ve insan hakkına riayet olduğuna dair düzenlemeler, uygulamalar ve siyasetnamelerden örnekler bulunur. Buna karşın altı asırlık imparatorluğun bir dönemine ait, tekil bir olaydan veya uygulamadan hareketle hüküm çıkarmayı bilimle ve mantıkla bağdaştırmak mümkün değildir. Her bir örneğin, olayın kendi şartları içinde değerlendirilmesi son derece önemlidir.
Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın veziri Nizamülmülk’ün Siyasetname’sinde, “Devlet, belki küfür ile abat olur ancak zulüm ile olmaz.” tespiti, Osmanlı yönetiminin de temel ilkesi olarak kabul edilmiş ve asırlarca uygulanmıştır. Bu tespitinde Nizamülmülk, adaleti tesis etmesi durumunda gayrimüslim bir yönetimin ayakta durabileceğini fakat Müslüman da olsa zulmeden bir yönetimin yıkılmaya mahkûm olduğunu belirtir. Osman Gazi’nin kayınpederi Şeyh Edebâli ise “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!” tavsiyesiyle devletin ömrünün, insan hakkına riayete bağlı olduğuna işaret etmiştir.

Kaynaklar
Alâeddin Yalçınkaya, “Türk-İslam Devletlerinde İnsan Hakları Konusunda Örnek Uygulamalar”, Yalova Sosyal Bilimler Dergisi, 2011, I/(1), 57-78.
Âşıkpaşazade, Tarih-i Al-i Osman.
Cevdet Paşa, Tezakir, 21-39 (III), Haz: Cavid Baysun, TTK, Ankara 1986.
Fuat Köprülü, Orta-zaman Türk hukuki müesseseleri, II. Türk tarihi kongresi zabıtları, İstanbul, 1943.
Kitâb-i Dede Korkut, Kilisli neşri, İstanbul, 1332.
Kutadgu-Bilig, yay.: R.R. Arat, Ankara, 1959.
Mehmed Niyazi, İslam Devlet Felsefesi, Ötüken, İstanbul, 1989.
Nizamülmülk, Siyâsetnâme.
Osman Turan, Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Târihi, Türk Dünyâ Nizâmının Millî, İslamî ve İnsânî Esasları, 6. Baskı, Cilt: 1, İstanbul, Boğaziçi Yayınları, 1993.Sy