Makale

TEORİ VE PRATİK ARASINDA BATI’NIN DEMOKRASİ VE İNSAN HAKLARI SÖYLEMİ

TEORİ VE PRATİK ARASINDA
BATI’NIN DEMOKRASİ VE İNSAN HAKLARI SÖYLEMİ


Prof. Dr. Cengiz TOMAR


Gazze’de yaşananlar ve Suriye’de son dönemdeki olaylar genellikle bizlere demokrasi, insan hakları, sosyal adalet gibi diskurlar çeken Batılı hükûmetlerin diplomatik tabirle çifte standartlarını, amiyane tabirle ikiyüzlülüklerini âdeta bir turnusol kâğıdı gibi bir kez daha gün yüzüne çıkardı. Aslında bu değerleri sadece kendileri için istedikleri, başka halklar için ise sadece çıkarları doğrultusunda, tıpkı Demokles’in kılıcı gibi kullandıkları ayan oldu. Filistin’de Gazze’de kadın, çocuk ve yaşlı demeden on binlerce masum, İsrail tarafından katledilirken ve evleri başlarına yıkılırken ses çıkarmayanlar, Suriye’deki son gelişmelerden sonra bölgede azınlık haklarının korunmasının gerektiğini ifade etmeye başladılar. Korkmalarına gerek yok: İslam hukuku zaten azınlıkların haklarını bir dinî vazife olarak teminat altına alır. Hâlbuki ataları Endülüs’te Müslümanları ve Yahudileri, Amerika kıtalarında yerlileri katlederken; Afrika’da milyonlarca insanı köle edinip zor şartlarda, bedava işgücü olarak kullanırken Müslümanlar, (Ortadoğu başta olmak üzere) bütün İslam coğrafyasında ve fethedilen diğer bölgelerdeki gayrimüslim halklara, zimmî hukuku çerçevesinde, yaşama ve din, dil ve kültürlerini sürdürebilme haklarını tanıyorlardı. Haçlılar Kudüs’ü istila ettiklerinde Müslüman ve Yahudileri katledip Doğu Hristiyanlarını ikinci sınıf konumuna düşürürken Selahaddin Eyyubi, düşmanlarının fidyelerini ödüyor, yürüyemeyecek durumda olanlarına binek temin ediyordu. Endülüs’te katliam tehdidine maruz kalan Yahudiler, Osmanlı topraklarına sığınıyordu.
Müslümanlar hem söylem hem de bu söylemin gerekliliklerini İslam hukuku çerçevesinde 622 yılındaki Hicret’ten itibaren vazedip uygularken Batı, 1215’teki Magna Carta’dan beri kendi halkları için çeşitli haklar vermekle birlikte, bu hakları kendi dışındaki toplumlara yani ötekilere, layık bulmamıştır. Nitekim tüm bu bildirgeleri yayınlarken başkalarına, ötekilere, diğerlerine tam tersi uygulamaları yapmaya devam etmişlerdir. Aslında günümüzde de durum bundan çok farklı değil.
İnsan hakları söz konusu olduğunda Batı’da bu genel olarak 1215’te imzalanan Magna Carta belgesiyle başlatılır. Bu belgeyle İngiltere kralı bazı haklarından feragat ederek kendisini hukuk çerçevesinde sınırlamış, bir kısım haklarını meclislere devretmiştir. Hâlbuki bu belge, kendisinden altı asır önce vazedilen ve uygulanan, 47 maddelik Medine vesikasının akdedildiği topluma göre çok daha homojen bir toplum için ortaya konulmuştu. Oysa Medine toplumu Müslümanlar, müşrikler ve Yahudiler ile çok daha karmaşık bir yapıya sahipti. Daha da ötesinde dört halife döneminde ikinci halife Hz. Ömer ile sahabe arasında geçen diyalog da yöneten yönetilen ilişkisi açısından çok önemli örneklerdendir. Zira Hz. Ömer (r.a.) halife olarak göreve başladığında, “Ey insanlar, ben haktan, adaletten ve doğruluktan ayrılırsam ne yaparsınız?” diye sorduğunda cemaatten birinin, “Seni kılıçlarımızla doğrulturuz!” şeklinde cevap vermesi üzerine, “Elhamdülillah, beni kılıçları ile doğrultacak arkadaşlarım var.” diyerek sevinip Allah Teâlâ’ya şükretmesi, bu durumun en güzel örneklerindendir. Nitekim Hz. Ömer, Nureddin Zengi ve Selahaddin Eyyubi gibi İslam tarihinde öne çıkan liderlerin, adaletleriyle meşhur olmaları ve halk ile aralarında herhangi bir sınıf farkının olmaması da mühimdir.
Hz. Ömer’in Kudüs’ü anlaşmayla fethettiğinde (638) vermiş olduğu emanname de (İslam ordularına teslim olan gayrimüslimlere resmî olarak verilen güvence) gayrimüslimlerin hakları konusunda önemli bir tarihî belgedir. Gayrimüslimlerin can ve mallarını, dinî ve kültürel haklarını emniyet altına alan bu emanname, daha sonraki tüm Müslüman yöneticiler tarafından yenilenerek tatbik edilmiştir. Selahaddin Eyyubi’den Yavuz Sultan Selim’e kadar tüm sultanlar Kudüs halkı için bu emannameyi yenileyerek uygulamışlardır.
İslam hukukunda genel olarak gayrimüslim unsurlar üç sınıf altında değerlendirilmekteydi. Bunlar, İslam devletine tabi olan ve onun koruması altında bulunan zimmîler, İslam devleti ile savaş hâlinde olan harbîler ile İslam devleti ile barış anlaşması imzalamış ahid ehli olarak tasnif edilmiştir. İslam devleti, hâkimiyeti altında bulunan zimmîlerin can ve mallarını korumakla sorumluydu ve hukuki açıdan eşitlik sağlanıyordu. Zimmî statüsünde olanlar kendi ibadetlerini serbestçe yerine getirebilirlerdi. Yine kendi hukuklarına göre yargılanma talep edebildikleri gibi şayet isterlerse İslam hukukuna göre de yargılanabilirlerdi. Ticaret ve zanaatta aktif bir rol üstlenebilirlerdi. Hukukta Müslümanlara uygulandığı gibi adalet, ekonomide ise Müslümanlarla eşit hak ve yükümlülüklere sahiptiler.
Zimmîlerin bu haklar karşılığında devlete karşı sorumlulukları da vardı. Müslümanların aksine askerî hizmetten genel olarak muaf tutulduklarından, bunun karşılığında cizye vergisi öderlerdi. Zimmîler tabiatıyla yaşadıkları toplumun kamu düzenine uymakla mükelleftiler. Teoride zimmîlerin kamu görevlerinde yer alamayacağı prensibi zaman içerisinde uygulamadan kalkmış, zimmî hukukunun genişlemesiyle pek çok İslam devletinde özellikle Osmanlılarda zimmîler kamu görevlerine atanmışlardır. Osmanlı tebaası olan gayrimüslimler; millet sistemi içerisinde yaşama hakkı, din ve kültürlerini tatbik edebilme imkânına en geniş manada sahiptiler.
Endülüs’ün istirdadından sonra Müslümanlara ve Musevilere yapılanlar ile Haçlı döneminde Müslümanlara yapılan muameleye karşın, günümüzde Filistin başta olmak üzere pek çok yerde Müslümanlara yapılan zulümlerin kıyası kabil değildir. Buna rağmen İslam hukukunun zimmîlere verdiği bu haklara, günümüzde insan hakları çerçevesinde yapılan düzenlemelerde atıfta bulunulmaz.
1789 Fransız Devrimi’nin ardından insan haklarını korumak amacıyla yayımlanan Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi de temel metinlerden biridir. Fransa anayasasının mukaddimesini de oluşturan bu bildiri, tüm insanların özgür ve eşit olduklarını, insan haklarının özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya direnme haklarından oluştuğu, insanların zulme karşı direniş hakkı olduğu, egemenliğin millete ait olduğu ve devleti yönetenlerin halka karşı sorumlu olduğu, halkın devleti yönetenlerden hesap sorabileceği ve hiç kimsenin inançları yüzünden kınanamayacağını vazeder. Ancak bu bildiri, uygulamaya gelince Fransa’nın 20. yüzyıl başlarında on binlerce Cezayirliyi katletmesine, 1917’de Çad’ta yaptığı Kabkab katliamına ya da 17 Ekim 1961’de Paris’te Cezayir protestosunda bulunan 100 barışçıl protestocunun Fransız polisi tarafından katledilmesine engel olmadı.
1948’de ilan edilen BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi de Batı’nın temel aldığı en yeni tarihli metinlerden biridir. Bu beyannameye göre bütün insanlar haysiyet ve haklar bakımından eşit olarak ve hür doğarlar. Herkes ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasi veya başka bir görüş, ulusal veya toplumsal köken, mülkiyet, doğuş veya başka bir statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin beyannamede belirtilen tüm hak ve özgürlüklere sahiptir. Yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır. Herkes yasa önünde eşittir ve hiçbir ayrımcılığa uğramadan yasanın eşit korumasından yararlanma hakkına sahiptir. Herkes bu beyannameyi ihlal eden her nevi ayrımcılığa ve bu ayrımcılığa yönelik her türlü kışkırtmaya karşı eşit koruma hakkına sahiptir. Herkes, düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir; bu hak, din veya inanç değiştirmek hürriyetini, dinini veya inancını tek başına veya topluca, açık veya özel olarak öğretim, uygulama, ibadet ve ayinlerle açıklamak hürriyetini içerir. Herkes, tek başına veya başkalarıyla birlikte mülkiyet hakkına sahiptir. Herkesin düşünce ve ifade özgürlüğü hakkı vardır; bu hak, herhangi bir müdahale olmaksızın düşünceye sahip olma ve ülke sınırları gözetmeksizin her türlü araçla bilgi ve düşünce arama, edinme ve yayma özgürlüğünü de içerir.
Teorik olarak çok ileri düzeyde bir metin olan, BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi de ne Filistinlilerin topraklarının gasp ve işgal edilmesine ve Filistin halkının canice katledilmesine ne de 1995’te BM’nin güvenli bölge ilan ettiği Srebrenitsa’da yine BM’nin Hollandalı askerlerden oluşan Barış Gücü’nün gözetiminde 8000’den fazla Bosnalı erkeğin soykırımına engel oldu! 21. yüzyıla gelindiğinde, modern çağda (!) Filistin’de Gazze’de, Lübnan’da, Suriye’de, Myanmar’da ve daha pek çok yerde masum insanlar öldürülmeye, toprakları işgal edilmeye devam ediliyor. Dolayısıyla Batılı hükûmetlerin insan hakları, özgürlük, eşitlik gibi söylemleri, söylemden öteye geçmediği gibi bu davranışları timsah gözyaşlarından farklı bir anlam barındırmıyor. Batılı hükûmetlerin kibarca çifte standart olarak adlandırılan, daha açık bir ifadeyle ikiyüzlülükleri maalesef hâlâ devam ediyor.