Söyleşi
Dr. Sema YİĞİT
PROF. DR. ALİ ERBAŞ:
“İslam; hak, hakikat ve fıtrat dinidir. Adalet ve merhamet dinidir. Her ruhun aradığı huzuru sunan, her gönlün arzuladığı mutluluğu veren hayat dinidir. Her insanın hayatını, onurunu ve hukukunu teminat altına alan evrensel bir inanç sistemidir. ”
İnsan hakları, özgürlükler, hak ve hukuk kavramları tarih boyunca en çok konuşulan meseleler arasındadır. İnsanlığa getirdiği evrensel değerler açısından bakıldığında temel insan hakları konusunda yüce dinimiz İslam nasıl bir anlayış ortaya koymuştur?
Öncelikle ifade etmeliyim ki yüce dinimiz İslam; hak, hakikat ve fıtrat dinidir. Adalet ve merhamet dinidir. Her ruhun aradığı huzuru sunan, her gönlün arzuladığı mutluluğu veren hayat dinidir. Her insanın hayatını, onurunu ve hukukunu teminat altına alan evrensel bir inanç sistemidir. İnsanı maddi ve manevi yönüyle bir bütün olarak değerlendirmesi sebebiyle İslam, diğer tüm beşerî sistemlerden ayrılır. İnsanı, varlıkların en şereflisi, en onurlusu kabul ettiğinden her insanın yaratılış gayesine uygun bir ömür sürmesine yardımcı olacak bir düzen sunar. İnsanın Rabbiyle, kendisiyle, çevresiyle ve bütün varlık âlemiyle olumlu ilişkiler kurmasını ister. Bütün ilişkilerinde adaleti, merhameti, hakkaniyeti gözetmesini telkin eder. Hatta savaş hâlinde bile adil davranılmasını, haklara riayet edilmesini emreder. Zira yeryüzünde huzur, güven ve barış ortamının tesisi, ancak bu ilke ve ölçülere riayet edildiğinde gerçeklik bulur.
İslam’a göre insan, yaratılıştan gelen hakları ve sorumlulukları ile muazzez bir varlıktır. Yüce Allah, insanı saygıdeğer bir varlık olarak yaratmıştır. Kur’an-ı Kerim’de, “Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık.” (İsra, 15 /70.) buyurmuştur. Cenab-ı Hak, her insan için yaratılıştan gelen haklar ve sorumluluklar belirlemiş, bunları vahiyle bildirmiş ve söz konusu hak ve sorumluluklara riayet edilmesini bir görev olarak insanlığa tevdi etmiştir. Bu bağlamda ırkı, rengi, inancı, coğrafyası ne olursa olsun, bütün insanların dokunulmaz hakları vardır. Söz konusu hakların korunmasıyla ilgili kuşatıcı ilkeler getiren İslam, kuvveti değil hakkı üstün tutmuş; hakların korunmasına yönelik birçok hüküm ortaya koymuştur. Bu konuda yaşanan ihlaller karşısında da duyarlı davranılmasını, bilinçli hareket edilmesini önemli bir görev olarak Müslümanlara öğütlemiştir. Bu sebeple can ve mülkiyet dokunulmazlığı gibi maddi hususların yanında manevi hakların korunması da İslam hukukunun temel gayeleri arasında yer almıştır. Bu bağlamda manevi haklar, insanın saygınlık ve haysiyetinin korunma hakkı olarak değerlendirilebilir. Hucurat suresinin on birinci ve on ikinci ayetlerinde “alay etmesin”, “kötü lakapla çağırmayın”, “gıybet etmeyin” ifadeleri ile yasaklanan fiiller, insanın izzet, şeref ve haysiyetinin korunmasını hedeflemekte ve haklarını garanti altına almaktadır. İnsan hakları kavramının özünde de birey onurunun toplumsal hayat içinde muhafazası vardır. Bu evrensel bir norm olarak kabul edilmektedir. Dolayısıyla İslam, her bakımdan çağları aşan ilkeler barındıran ve inananlara bu ilkelere uymayı dinî bir gereklilik olarak takdim eden, barış ve esenliği esas alan bir anlayış ortaya koymaktadır.
Batılın zıddı manasına gelen hak kelimesi İslam’da oldukça önemli bir kavramdır. Kur’an-ı Kerim ve hadislerde korunması, gözetilmesi ya da sahibine ödenmesi gerekli olan maddi veya manevi imkân, pay, eşya ve menfaatler; görev, sorumluluk, borç gibi anlamlarda da kullanılmıştır. Bu tanım çerçevesinde bir Müslümanın riayet etmesi gereken hak ve sorumluluklar nelerdir?
Yüce dinimizin temel hak ve özgürlüklere ilişkin anlayışı, bu konunun diğer toplumlara kıyasla farklı ve özgün bir yaklaşımla ele alındığını göstermektedir. Düşünce tarihine baktığımızda pozitivist ve maddeci yorumların insanın hak ve özgürlükleri konusunda yüzeysel bir tutum sergileyerek dini, özelde de İslam’ı, insan hak ve özgürlükleri açısından eleştirdiklerini görürüz. Bu eleştirinin dayanağı olarak da İslam’daki “kulluk” düşüncesini öne sürerler. Hâlbuki felsefi derinlikle ele alındığında İslam’daki kulluk bilincinin insanı maddi ve manevi tüm köleliklerin bağından kurtaran gerçek bir özgürlük olduğu anlaşılır. Hakk’a kul olan, kula kulluktan azad olur. Kelime-i tevhidin özü de bu anlayışın hâkim kılınmasını ifade eder. Bu manada dinimiz teorik ve pratik boyutu ile insan hak ve özgürlüklerinin
en büyük güvencesidir. O hâlde diyebiliriz ki İslam dininde haklar, “Hakkullah” yani Allah’ın hakkı ve “Hakkunnas” kulların hakkı olmak üzere iki başlık altında değerlendirilmektedir. Hakkullah, Allah’ın yaratan ve yaşatan olması sebebiyle kulları üzerindeki haklarıdır. Genel anlamda kul hakkı ise insan ile insan, insan ile toplum ve insan ile kâinat arasındaki ilişkilerden ortaya çıkan sorumlulukları içermektedir. Cenab-ı Hak tarafından en güzel şekilde yaratılan, sayısız nimet ve imkânla donatılan insan, her şeyden önce Rabbine karşı sorumludur. O’nun haklarına riayet etmekle mükelleftir. Bununla birlikte İslam düşüncesinde “zarurat-ı hamse” diye ifade edilen ve mutlaka gözetilmesi gereken hak ve hürriyetler de vardır. Bunlar, hayat, akıl, mal, nesil ve din kavramları ekseninde ifadesini bulan temel hak ve hürriyetlerdir. Her insanın yaşama ve neslini devam ettirme hakkı vardır. Her insan, inanç, fikir ve mülkiyet hürriyetine sahiptir. Dinimizin herkes için mukaddes kabul ettiği bu haklara riayet etmek, Müslümanlar için dinî bir sorumluluktur. Aynı zamanda söz konusu hakları teminat altına alacak bir inisiyatif geliştirmek de Cenab-ı Hakk’ın, “her türlü aşırılıklardan uzak (örnek) bir ümmet” olarak tavsif ettiği Müslümanların kulluk görevidir.
Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinde adalet, hak, hayat hakkı gibi kavramları incelediğimizde, ilahi vahyin çağlar aşan mesajları günümüz insanına hak ve hukuk bağlamında neleri emrediyor?
İslam’a göre bir kimsenin temel haklara sahip olması için insan olması yeterli bir sebeptir. İslam hukukçuları evrensel bir yaklaşım benimsemiş ve “İsmet âdemiyetledir: Dokunulmazlık ve temel haklar, insan olmak hasebiyledir.” diyerek insanlar arasında din, ırk, cinsiyet, sınıf ve memleket ayrımı yapılamayacağı görüşünü, bu bağlamda vazgeçilmez bir ilke olarak benimsemişlerdir. Müslümanlar, Allah’ın haklarına riayetle mükellef oldukları gibi kul haklarına da riayet etmekle mükelleftirler. Bu noktada, “Hac ibadeti için konulan hükümler arasında harem bölgesinde hayvanları öldürmek ya da bitkileri koparmak, ihramlı olsun olmasın herkes için haramdır.” hükmünün yer aldığını hatırlatmak isterim. Buradan hareketle İslam inanç ve düşüncesinin özünde, haklar bağlamında sadece insanların değil hayvanların ve bitkilerin bile varlığına hürmet esasının yer aldığını söylemek mümkündür. Bu husus, Batı medeniyetinin egemenliğinde her türlü hak ihlalinin alenen yaşandığı günümüz dünyası için önemli mesajlar içermektedir. İslam, hak ve özgürlükler bağlamında mesajını insanlığa iletiyor; ancak esas problem, uygulamalar noktasındadır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse o sanki bütün insanları öldürmüştür.” (Maide, 5/32.) buyrulmaktadır. Bildiğiniz gibi hayat hakkı teminat altına alınması gereken en öncelikli haktır. Herkes aynı oranda değerli ve eşittir. Hiç kimse bir diğerinden daha fazla ayrıcalığa sahip değildir. Bu husus, temel hak ve hürriyetlerin her biri için söz konusudur. Bu çerçevede son dönemde dünyada yaşananlara bakıldığında, Batı dünyasının ciddi savrulmalar yaşadığı açıkça görülmektedir.
Selçuklu ve Osmanlı devletlerinden bugüne uzanan devlet geleneğimizde; gayrimüslimlerin ibadet ve ifade özgürlüğü, kadın ve çocuk hakları, hayat ve mülkiyet hakkı gibi hususları güvence altına alan ne gibi kurumsal yapılanmalarla karşılaşıyoruz?
Osmanlılar, kendilerinden önce kurulmuş olan tüm Türk devletlerinin insani ve içtimai kurumlarını, gelenekleri ve örflerini, inancımızın adalet ve merhamet değerleri ekseninde devam ettirmişlerdir. Bilindiği gibi Osmanlı Devleti’nde halk, Müslümanlar ve gayrimüslimler olmak üzere iki ana sınıftan oluşmaktaydı. Gayrimüslimler zimmî olarak adlandırılır ve millet sistemi adı verilen zimmî hukukuna tabi olurlardı. Tarihe baktığımızda farklı inanç ve milletten gelen toplulukların hâkim gücün etkisi ile zaman içinde asimile olduklarına çokça şahit oluruz. Ancak Osmanlılar bu toplulukları asla asimile etmemiş, uyguladığı millet sistemi sayesinde Müslüman ve gayrimüslim halk, bir arada barış içinde özgürce yaşamayı başarmıştır. Zimmî gruplar, İslam fıkhının belirlediği bir hukuki zeminde, kendi özel hayatlarında kendi inançlarına uygun bir biçimde varlığını devam ettirirken sosyal ve ticari hayatlarını da herhangi bir engelle karşılaşmadan sürdürebilmişlerdir. Çünkü İslam medeniyetinde divan-ı adalet, mezalim divanları, divan-ı hümayun gibi isimlerle insan hak ve hürriyetlerini güvence altına alan, koruyan, kollayan kurumlar tesis edilmiştir. Bu sayede herkesin can ve mal güvenlikleri, mesken dokunulmazlıkları, din ve ibadet özgürlükleri, eğitim öğretim hakları, zimmet sözleşmesi ile güvence altına alınmıştır. Bu sistem sayesinde gayrimüslimler, hak ve özgürlüklerden tıpkı Müslümanlar gibi yararlanabilmişlerdir. Kısacası İslam’ı referans alarak onun evrensel değerleriyle neşvünema bulan medeniyetimiz, insana, hayata ve çevreye, adalet, emanet ve merhamet değerleri üzerinden yaklaşmıştır. Nitekim Müslümanların hâkimiyetinde dünyamız, yüzyıllar boyu huzur ve esenlik yurdu olmuştur.
Birleşmiş Milletlerin 1948 yılında kabul ettiği otuz maddelik Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi yazılı ilk insan hakları metni olarak kayıtlarda geçiyor. Hak ve özgürlükler deyince de akıllara ilk Batı dünyası geliyor. Fakat Sevgili Peygamberimizin (s.a.s.) Veda Hutbesi üzerinden Müslümanlara ve bütün insanlığa ilettiği mesajlar, aslında dünya tarihinin ilk insan hakları bildirgesidir. O hutbede insan, aile, toplum ve bütün insanlığı içine alacak şekilde hak ve özgürlükler ifade edilmektedir. Bu haklardan hayat hakkı, mülkiyet hakkı ve ailenin korunması hakkını Peygamber Efendimiz (s.a.s.) açık bir şekilde ifade ederken bizler Müslümanlar olarak bunu tam olarak idrak edip bütün insanlığın ufkunu bu hutbeyle aydınlatabildik mi?
Veda Hutbesi, İslam’ın insana verdiği değerin Arafat’tan bütün dünyaya ilanıdır, gerçek anlamda tam bir insan hakları manifestosudur. Hz. Peygamber’in eşitlik, adalet, hürriyet, hakkaniyet, can ve mal güvenliği, şeref ve haysiyetin korunması, kadın hakları gibi ferdi, toplumsal ve sosyal hakları vurguladığı ve insan haklarının ana hatlarını teşkil eden Veda Hutbesi, evrensel bir beyanname niteliğindedir. Bu çerçevede dünya tarihine baktığımızda İslam’ın insana verdiği temel hakları, dünyanın, ancak İslam’dan asırlar sonra gündemine almaya başladığını görüyoruz. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Veda Haccı sırasında irad ettiği Veda Hutbesi, 1789 İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesi’nden 1157 yıl önce insan hakları konusundaki temel esasları ortaya koymaktadır. Buna karşın modern dünya, asırlarca devam eden şiddetli çatışmalar ve kanlı ihtilallerden sonra özgürlük fikrini konuşmaya başlamıştır. Bu süreçte pek çok millet, özgürlük için kanlarını, canlarını feda etmek zorunda kalmıştır. Sağlam bir hürriyet fikrinin modern anayasalara yerleşebilmesi de bir anda olmamıştır. Bununla birlikte bir özeleştiri yapmak gerekirse bugün İslam dünyasının da İslam’ın evrensel mesajına yaraşır bir durumda olduğu söylenemez. İslam’ın hakikatlerini ve evrensel mesajını benimsemiş bir toplumun, bugün bütün dünyaya örnek olacak bir durumda olması gerekirdi. İslam toplumlarında yaşanan hak ihlalleri, aslında Veda Hutbesinin günümüz Müslümanları tarafından yeterince idrak edilemediğini göstermektedir. Dolayısıyla fert, aile, toplum ve bütün insanlığı kuşatan bu cihanşümul hitabı, Veda Hutbesini anlamak ve ondaki evrensel mesajları hayata taşımak için daha fazla gayret göstermek gerekmektedir.
Bir taraftan Magna Carta (1215), Fransız İnsan Hakları Bildirisi (1789) ve BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (1948) deniyor, “Batı medeniyeti, Batı uygarlığı” gibi tanımlamalar ve “özgürlükçü Avrupa ve Batı” şeklinde algılar yapılıyor; diğer yandan tarih boyunca Batı dünyasının Müslümanlara reva gördüğü haksızlıklar, baskılar, sürgünler, sömürgeler, istilalar ve katliamlar da biliniyor. Batı ve Avrupa’nın bu ikiyüzlülüğü hakkında neler söylersiniz?
Modern dünyanın temel insan hakları kapsamında savunduğu ilkeler önemli ve değerlidir. Ancak, bugün dünyada yaşananlara bakıldığında, Batı’nın insan hakları ya da temel hak ve hürriyetler derken sadece kendilerini kastetmekte oldukları anlaşılmaktadır. Bugün Batı medeniyetinin hegemonyasında yeryüzü, en temel hak ve hürriyetlere hasret kalmıştır. Özellikle son iki asırdır dünyada yaşanan her travmanın, Batı merkezli küresel emperyalizmle yakından ilişkisi vardır. Varlığını mazlum coğrafyalar üzerine kurduğu sömürge düzenine borçlu olanlar, gittikleri her yere kaos, kargaşa, savaş ve ölüm götürmüşlerdir. Bugün özellikle bölgemizde yaşananlar bunu açıkça gözler önüne sermiştir. İşte, peygamberler şehri, selam yurdu Kudüs’te, Gazze’de yaşananları görüyoruz. Vicdanı, ahlakı, hukuku ve insanlığı hiçe sayan gözü dönmüş azgın bir topluluk, Filistin’de tam bir vahşet uyguluyor. Gasp edilmiş topraklar üzerinde emperyalist emellerle kurulan, sömürgeciler tarafından koşulsuz desteklenen ve tam anlamıyla ifsat aracı olarak varlık gösteren bir terör devleti, bugün tüm insanlığın huzurunu tehdit ediyor. İnsanlık adına bir utanç vesikası olan bu trajik tablo, kendilerini insan hakları savunucusu gibi göstermeye çalışan uluslararası yapıların ve devletlerin maskesini düşürmüştür. Her fırsatta insan haklarından, hukukun üstünlüğünden dem vuran Batı, bütün inandırıcılığını kaybetmiştir. İnsanlığa barış ve huzur getirme iddiasıyla ortaya çıkan Batı merkezli bütün politikalar iflas etmiştir. Bilinmelidir ki Filistin özgür olmadan insan haklarından bahsetmek mümkün değildir.
Önceki soruyla bağlantılı olarak son yıllarda artan İslamofobi ve acısını derinden hissederek müşahede ettiğimiz Filistin’de, Kudüs’te, Gazze’de yaşanan soykırım ve hukuksuzluklar üzerinden Batı’nın bir türlü bitmek bilmeyen İslam düşmanlığını değerlendirir misiniz?
Tarihî kökenlerini çok eskilere götürebileceğimiz İslam karşıtlığı, maksatlı olarak körüklenen bir durumdur. İslam’ı, şiddet ve terörü besleyen bir ideolojiden ibaret göstererek bunu suni bir korku ile dünya kamuoyunda yaymak için çalışan hain ve karanlık bir projedir. Ardında kirli çıkar ilişkileri ve ırkçılık barındıran bu proje, özellikle 11 Eylül 2001’de Amerika’da yaşanan saldırıların ardından ciddi şekilde gündemde tutulmuş ve manipülatif yayınlarla her geçen gün desteklenerek, bugün tam anlamıyla bir kültürel ırkçılığa ve İslam düşmanlığına dönüştürülmüştür. Bugün emperyalist ideallerle üretilen ırkçı içerikler ve nefret dili, sosyal medyada, televizyon programlarında, yazılı ve görsel basında ve siyasi söylemlerde sorumsuz bir şekilde kullanılmaktadır. Gerçekte her insanın hayatını, onurunu ve hukukunu teminat altına alan İslam’ı terörle birlikte anmak suretiyle, yapay bir korku ve endişe ortamı oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu noktada altını çizerek ifade etmek isterim ki İslam’ı hedef alan bu menfur teşebbüsler, aslında sadece Müslümanları ilgilendiren bir sorun değildir; bilakis bütün insanlığın ortak sorunudur. Zira bu nefret dilinden dolayı İslam ile arasına mesafe koyanlar, aslında insanlığın yegâne umudu olan bir inancın hayat veren ilkelerinden ve rahmet mesajından mahrum kalmaktadırlar. Nitekim bugün İslam’ın rahmet ikliminden mahrum kalan, adalet ve merhamete dayalı bir dünya kurma mefkûresinden yoksun kalan insanlık, savaşlar, terör olayları, yoksulluk, açlık gibi sorunların girdabında tarihin en zor dönemlerinden birini yaşamaktadır. Bu sebeple bizim en temel görevimiz, öncelikle İslam coğrafyasını cenderesine alan tefrika, şiddet ve terör sorununu çözecek müşterek bir irade geliştirmektir. İslam dünyası olarak yarınlara umutla bakabilmemizin yolu, her alanda birlik-beraberliğimizi güçlendirmekten geçmektedir.
Son olarak 2025 yılının bu ilk sayısında Başkanlığımızın, toplumun tüm kesimlerini kucaklayan hizmetleri hakkında okurlarımıza neler söylemek istersiniz?
Bildiğiniz üzere Diyanet İşleri Başkanlığının temel hedefi, insanlara manevi yönden rehberlik etmek, milletimizi ve tüm insanlığı İslam’ın aydınlık çağrısıyla buluşturmaktır. Bu hedef doğrultusunda Başkanlığımız, hem ülkemizde hem de tüm dünyada cami içi ve cami dışı hizmetleriyle hem milletimize hem de bütün insanlığa ulaşmaya gayret etmektedir. Ülkemizin en ücra köşesinden tutun da yurt dışında yaşayan Müslüman kardeşlerimize varıncaya kadar din hizmeti sunduğu her yerde insanlığın ortak kazanımlarını merkeze almakta; toplumun tüm kesimlerini kucaklayan bir anlayışla mezhep, meşrep, yorum ve uygulama farkı gözetmeksizin kuşatıcı ve bütünleştirici bir yaklaşımla hizmet üretmektedir. Bunu yaparken de zamanın gerçekliklerinin farkında olarak ihlas, samimiyet, fedakârlık ve hasbilikle, dinî değerleri nebevi metotla izah eden bir hizmet anlayışını benimsemektedir. Bugün millî birlik ve beraberliğimizi pekiştiren, inancımızı diri tutan çalışmaları ve yaptığı rehberlikle Diyanet İşleri Başkanlığı, toplumumuzun kardeşlik harcı, dostluk mayası ve milletimizin göz bebeği bir kurum olmuştur. İnşallah bundan sonra da milletimizin teveccühüne layık olmak için elimizden gelen gayreti göstermeyi sürdüreceğiz.