Makale

İSLAM DA TASAVVUF VE TARİKATLAR

İSLAM DA TASAVVUF VE TARİKATLAR

Hazırlayanlar:
Alaattin KOÇAK
Hasan YILDIRIM

Varolduğu günden beri insanoğlunun en büyük problemi, dünya ve eşya ile ilişki konusundadır. Dünya nimetlerinden istifade ederken sınır ne olacak? İnsanoğlu dünyayı âbâd ederek kendini berbad mı edecek? Yoksa kendini âbâd edip dünyayı ihmâl mi edecek? Yaratanına karşı görevini ifa ederken ve insanlarla ilişkilerinde ölçüsü ne olacak? Bütün dinlerin ve felsefi sistemlerin cevabını aradığı soru genellikle bu noktalarda düğümlenmektedir. İlâhî menşe’li dinler insanın Allah ile, insanlar ile ve eşyâ ile ilişkisinin i’tidâl çizgisi üzere olmasını istemiştir. Ama insanoğlu bu i’tidâl çizgisini çoğu zaman yakalayamamış, ifrât ve tefrite düşmekten kurtulamamıştır.
Dünya tarihine “Asr-ı Saadet” olarak geçen Allah Rasûlünün örnekleyerek yaşayıp yaşattığı kutlu çağda bu i’tidâl ve dengenin en üstün bir biçimde yaşandığını görüyoruz. Bu çağın insanları, dinin tarif ettiği biçimde (dünyaya ancak orda kalacakları ve kulluklarına lâzım olan kadar) değer vermişlerdir. Hayatlarını manevî değerler uğrunda Allah ve Peygamber için abideleştirmişlerdir. Çünkü bu dinin peygamberi kendi hayatında dünyanın ve dünya üzerindeki bütün imkânların nihâi bir gaye olmadığını, aksine bunların ebedî mutluluğa giden yolda birer araç olduğunu belirtmiştir. Onun nezih hayatını gören insanlar, i’tidâl çizgisi üzere ruh ve beden, madde ve mânâ, dünya ve âhiret dengesini düzgün bir biçimde yürütmüşlerdir.
Dinin tamamlanıp Hz. Peygamber’in aralarından ayrılmasından sonra insanlar, bu i’tidâ- li ancak çok kısa bir süre koruyabilmişlerdir. İlk devir müslümanlarının İslâm’ı özümsemiş halleriyle dünya nimetlerine karşı müstağni tavırları ve bu nimetleri kardeşleriyle paylaşan anlayışları aynı duyarlılıkta sürdürülenıemiştir. Yeni ortaya çıkan zenginlik ve maddî refah insanları bencilleştirmiştir. Ve nihayet insanlar o paylaşım ortamını unutup terketmeye başlamışlardır. Asr-ı Saâdetteki gönül zenginliğini, ibâdetlerdeki derinliği, insânî ilişkilerdeki ahlâkî erdemi arar olmuşlardır.
Elbette bu güzellikler büsbütün silinip gitmiş değildi İslâm toplumundan. Ama belli bölgelerde insanların gözlerini bürümüş olan siyâsî ve maddî ihtiraslar, kaygılı ve mevcut durumdan tedirgin olan kimseleri bir arayışa ve özleme sevketmiştir. Din ve ilim muhitlerindeki yeni oluşumlar, yeni yeni ilimlerin ve bu ilimlerle birlikte İlmî ve felsefi bir takım tartışmaların ortaya çıkması, onları daha da kaygılandırıyor, özlemlerini daha da artırıyordu.
İman tarif edilirken “Kalb ile tasdik, dil ile ikrar” ifadeleri kullanıldığı halde; kalbin yerini aklın alması, ibâdetlerde zâhir ve bâtın ayırımının yapılıp işin özden çok zahirî şekillere münhasır kalması, ilimlerde yol ayırımının habercisi olmuştur. İman ve i’tikâd konularının ilm-i kelâm ve akâidin, ibâdet, amel ve muâmelâtın fıkıh ve İslâm hukukunun alanına girmesi; ihsan, takvâ, zühd ve ahlâk konularının da tasavvufun konuları arasında yer alması sonucunu doğurmuştur. İslâmî hayatın gönül zenginliği içinde yaşanması demek olduğu için zaman zaman ilim mi, hâl mi olduğu tartışılan tasavvuf; aslında hem ilim hem de hâldir. Hâldir; çünkü zühd, takvâ, ihsân ve rabbânîlik gibi kaibî fazilet ve ahlâkî erdemleri yaşamaktır. İlimdir; çünkü bunların nasıl ve hangi usûl ve yöntemlerle elde edilip yaşanabileceğinin sağlıklı kurallarını öğretmektedir. (1)

Tasavvuf Nedir?
Tasavvuf, köken itibariyle Arapça bir terimdir. Sözlükte “yün” manasına gelen “sûf ’ kökünden türemiş ve (te- fa’ul) kalıbında gelmiş masdar bir kelimedir.
Tasavvufun ıstılah manası, İslâmiyetin temel prensiplerine dayanarak nefsi arıtma, ahlâkı, güzelleştirerek dini yaşama, ruhun yücelmesine ve kemale ermesine çalışarak Allah’a ulaşma ilmidir. Bir başka ifadeyle, tasavvuf nefsi ıslah ve terbiye eden,
Kur’an’ dan kalb ilmini çıkaran felsefedir. Binâenaleyh, diyebiliriz ki; tasavvuf; insanın sûfiyâne hayata kendini vakfetmesi ve Kur’an’ın çizdiği çerçeve içinde hareket ederek İslâmiyette sûfî olması fiilidir. (2)
Tasavvufun ne demek olduğunu mutasavvıflar değişik cümlelerle ifade etmişler ve bu konuda birbirine yakın tarifler getirmişlerdir.
Abdullah Dehlevî tasavvufu şöyle tanımlamıştır: “Kalbi kötü huylardan temizleyip, iyi huylarla doldurmak, kalpte imanın vicdanileşmesi, yani Ehl-i Sünnet itikâdmın kalpte sağlamlaşması ve şüphe getirici te’sirlerle sarsılmaması. Nefs-i emmâreden kaynaklanan tembelliklerin ve sıkıntıların giderilip, ibadetlerde kolaylık ve lezzet hâsıl olması. Gafletten uzaklaşıp her an Hakk’la olma hâli.” Tasavvuf büyüklerinin hepsi, ehl-i sünnet itikâdında idi. Bid’at sahiplerinin hiç biri, Allah’u Teâlâ’nın ma’rifetine yaklaşamamıştır. Velîlik nûrları bunların kalplerine girmemiştir.
Harkûşî Abdulmelik bin Mu- hammed de tasavvuf ehlini şöyle nitelemiştir: “Tasavvuf ehlinin üç vasf-ı vardır.
Toprak gibidir, iyiye de kötü kimseye de verir. ı Bulut gibidir, herşeyi gölgeler. Yağmur gibidir, sevilen kimseyi de sevilmeyen kimseyi de sular.”
Mutasavvıfların büyüklerinden Seyyid Abdulkâdir Geylanî tasavvufu, şu veciz sözlerle anlatmıştır: “Tasavvuf hâldir,söz değildir, söz ile ele geçmez. Tasavvuf Allah’ı anmak, hatırlamak ve Rasûlullah’ın yoluna yapışmaktır. “
Şeyh Abdullah Bayal da bu konuda şöyle diyor: “Tasavvuf; namaz, oruç ve geceleri ibâdet etmek demek değildir. Bunları yapmak her insanın kulluk vazifesidir. Tasavvuf, insanları inci tmemektir. Bunu elde eden vâsıl olmuştur (kavuşmuştur).”
Muhammed Bakî Billah’ın tasavvuf hakkın- daki görüşleri de şöyle: “İnsana lâzım olan; önce ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra şeriâte (dinin emir ve yasaklarına) uymak, daha sonra da tasavvuf yolunda yükselmektir.”
Şimdiye kadar yedi yüz velî, tasavvufun tarifinde türlü sözler şöylemişlerdir. Bu sözler şu noktada toplanabilir: “Tasavvuf; vakti en değerli şeye sarfetmektir” Bu tanım da Ebû Sâ- îd Ebu’l- Hayr’a aittir. (3)
Tasavvuf, güzel ahlâka ve selim bir kalbe sahip olmak için verilen samimî bir mücadelenin adıdır. Kalbi her türlü emraz-ı kalbiyye- 1 den, kötü niyyet ve huylardan temizleyip ıslah ’ etmek gerekir. Kalplerde iman cevherinin gelişip güçlenmesi, gönüllerde tutuşan tevhîd meş’alesinin ebediyyen parlaması için, insanın daima akıllı ve uyanık davranması icabeder. Yüce Allah’ın kendisine lütfettiği bu eşsiz nimetlerin elinden çıkmaması için bütün gücüyle çalışmak ve gayret etmek durumundadır. Bu kaygılar sebebiyle olsa gerektir ki; insanoğlu “takvâ içinde yaşamak” anlamına da gelen tasavvufa ihtiyaç duyabilmektedir.
Tasavufun Doğuşu
İnsanın iç dünyasıyla, ruhî ve mânevî yönden kendini geliştirmesiyle ilgili olarak, hem Kur’an-ı Ke- rîm’de hem de Hz. Peygamber (s.a.s) ‘in hayatında ve sahih hadislerinde bilgiler ve yönlendirmeler mevcuttur. Bu bilgiler ve yönlendirmeler, ilk dönemlerden itibaren, müslümanlann dini daha iyi anlama ve yaşama talep ve gayretlerini harekete geçirdi. İtikad ve fıkıh alanından ayrı olarak, müslüman toplumlar arasında “tasavvuf’ adı altında özetlenebilecek üçüncü bir bilim alanı ve zenginlik kazandırdı. Hicrî ilk iki yüzyılda kişinin kendi iç dünyasındaki derinlik ve zenginliği, coşkulu dindarlığı ifade için genelde “zühd”, “rikâk”, “takvâ” ve ibâdet gibi kelimeler kullanılıyordu. Böyle güzel davranışlar içinde bulunan kimselere de “zâhid” ve “âbid” deniliyordu. Hicrî üçüncü yüzyıldan itibaren daha kapsamlı olarak tasavvufta, “sûfî”, “sûfiyye” gibi terimler kullanılmaya başlandı. Bir dönem sonra da tasavvuf ayrı bir ilim ve davranış biçimi olarak ortaya çıktı.
Tasavvuf, kalp temizliğini, güzel ahlâkı tesis etmeyi ve ruh olgunluğunu konu almaktadır. Amaç, mü’minleri terbiye etmektir. Onları mânen ve rûhen yükseltmektir. Bu amaca ulaşmak için dünyadan daha çok ahirete önem vermek, maddî değerlerden daha fazla manevî değerlere bağlanmak lazım gelir. Daha nitelikli ve daha çok ibadet etmek, nefs-i emmâreyi disiplin altına almak gerekir. Zira, İslâmiyet mü’minlerin dünya hayatına ve maddi zevklere dalmamalarını, âhirete ve manevî değerlere öncelik vermelerini ister. (4)
Hz. Peygamber (s.a.s.), sahâbe, tabiîn ve te- beu’t-tabiîn dönemlerinde dindar müslümanların yaşadıktan hayat tarzı, yukarıda tasvir edilen manevî bir atmosferde cereyan etti. Bu üç neslin dindarları dünyaya nazaran ahirete öncelik veriyorlardı. Bütün davranışlarında Allah (c.c.)’m rızasını gözetiyorlardı. Zira bu tür bir hayat tarzı Kur’an’m istediği hayat tarzıydı. Bunun en güzel örneği de Hz. Peygamber (s.a.s.)’di.
Hz. Peygamber (s.a.s.) devrinde, çeşitli kaabiliyetlere sahip ve değişik alanlarda istidatlı sahâbeler vardı. Bunların bir kısmı ilim öğrenmeye, bir kısmı dini tebliğe, bir kısmı yöneticiliğe ilgi duyarken; bir kısmı da zühde daha çok önem veriyor, bu alanda yoğunlaşıyorlardı. Başta ilk dört halife ve aşere-i mübeşşere olmak üzere diğer bir çok sahâbe; Ashâbın âbid ve zâhidleri olarak tanınmışlardır. Mutasavvıflara göre tasavvuf zincirinin ilk halkaları bunlardır. Daha sonra eklenen yeni halkalarla bu silsile günümüze kadar gelmiştir. Bu halkalardaki âlim ve zâhidler, İslâm’ın ilim, ihlas, takvâ, ihsan, his, heyecan ve zühd anlayışını yaşayarak çağımıza taşımışlardır.
Tasavvuf tohumunun çimlenip yeşerdiği dönem, hicrî II. asrın sonları ile III. asrın başlarıdır. Kuşeyrî’nin de açıkça belirttiği gibi, tasavvuf ehl-i sünnetin bünyesinden doğmuştur. Bu hayat tarzının temelleri Kur’an ve sünnetin öğretisinde, önceki nesillerin sözlerinde ve yaşayış tarzlarında mevcuttur. Tasavvufı hayat tarzını sûfîler fikirleri ve manevî tecrübeleriyle geliştirip sistemleştirmişlerdir. Nitekim Kur’an-ı Ke- rim’de : “Andolsun ki, Rasulûllah’da sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir örnek vardır.”(5) buyurulmaktadır. Bu ayette, Hz. Peygamber’in Allah’ın hoşnutluğunu kazandıracak davranışlarda bulunmak isteyenler atperestlik, dalkavukluk, maddeye ve dünyaya için mükemmel ve canlı bir örnek, en büyük fa- karşı ihtiras derecesine varan aşırı düşkünlükten
hedefinin insanlığa amelî kaideler öğretmek ve bu kaideleri kendi yaşayışıyla izah ve tarif etmek olduğu anlaşılmış olmaktadır. Binaenaleyh, O’nun hayatı ve sîreti incelenirken bu nokta asla gözden uzak tutulmamalıdır.
Tarikatlar; savaş, kıtlık, bulaşıcı hastalıklar ve buna benzer çeşitli nedenlerle bunalan insanların; daha çok Allah’a yönelme ihtiyacı duymuş olmalarından ve İslâm’ın zühd ve takva anlayışını daha ileri götürmek istemelerinden doğmuştur. Savaş, katliam, zulüm ve bunların tabiî sonucu olan kıtlık, bulaşıcı hastalık, riyâ, menfafaatperestlik, dalkavukluk, maddeye ve dünyaya karşı ihtiras derecesine varan aşırı düşkünlükten nefret eden insanlar, bilgili ve erdemli saydıkları dinî önderler etrafında toplanmışlardır. Onların rehberliğinde daha çok dinî bilgi öğrenme v ibadet etme yolunu tutmuşlardır. Böylece he şeyhin etrafında kümelenen insanlar, birer tarikat oluşturmuşlardır.
İlk önceleri iyi niyetle kurulan, ferdî ve içtimai sahada önemli görevler ifa eden tarikatların bazıları; cahil ve menfaatperest “şeyh” ve “tarikatçı” Unvanıyla ortaya çıkan bazı kötü niyetli kişilerin elinde dünyaya kapalı, bid’at ve hurafelerle dolu, zararlı ve bölücü unsurlar haline getirilmişlerdir. Bugün müslümanların körü körüne mezhep, tarikat tartışmalarına girişmeleri ve gelişigüzel birbirlerini itham etmelerinin altında yatan neden de; bu gibi sahte şeyh ve müridlerin İslâm’ın özünü, tarikat ve mezheplerin oluşum esprisini, gaye ve maksadını bilmemelerinden, onları şahsî ve dünyevî menfaatlerine alet etme- lerindendir.
İnsanoğlu düşünen bir varlıktır. İnsan var olduğu müddetçe fikirler sınırlandırılamaz ve düşünceler dondurulamaz. Bu nedenle Cenâb-ı Hak; Müslümanları sürekli olarak Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in sünneti üzerine eğilmeye ve kainatın sırları üzerinde düşünmeye çağırmaktadır. Bizzat Yüce Allah tefekküre davet ettiğine göre, düşüncede ayrılığın olması, insanın fıtratının tabiî bir sonucudur. Zaten insanoğlu yaratıldığından beri fikir ve düşünce ayrılıkları daima olmuştur ve olacaktır. İslâm insanları tekdüze bir kalıp içerisine sokmayı öngörmemiş, sürekli düşünmeyi ve araştırmayı tavsiye etmiştir. Tefekkürün tabiî sonucu olarak zuhûr eden İslâmî mezhep ve tarikatları eyleme dönüşmeyen fikir farklılıklarını bu çerçevede değerlendirmek lazımdır. Ve onları İslâm düşüncesi ve kültürünün birer zenginliği, dinimizin fikir hürriyetine verdiği önemin delilleri olarak kabul etmek gerekir.
Düşünce ayrılığı; İslâm’ın temel akidelerini inkâr noktasında değilse; siyasî, ictimâî ve amelî konulardaki ihtilaflar ve Kur’an’a dayalı açıklama ve yorumlardaki farklılıklar yüzünden insanların tekfir edilmesi, horlanması, dışlanması, yadırganması; İslâm’ın ruhuna uygun değildir. Bu, İslâm’ın hürriyetçi anlıyışıyla bağdaştırıla- maz. Bütün tarikat ve mezhep mensuplarının üst kimliği “müslümanlık”tır. Öyleyse farklı düşünce ve ekollerde yer alan Müslümanların; kendileri dışındaki Müslümanlara bakış ve davranışları bu ölçülerde olmalıdır. Bütün mü’minler mezhep ve tarikat taassubundan uzak bir şekilde birbirlerine İslâm kardeşliği espirisiyle yaklaşmalıdırlar. Teferruata ait farklılıklar kin, düşmanlık ve tefrika nedeni olmamalıdır. (6)

Tarikat Ne Demektir?
“Tarikat” da tasavvuf gibi Arapça bir terimdir.
Sözlükte “yol” manasına gelir. Tarikatlar daha ziyade insanların ruhî ve ahlâkî yönleriyle ilgilenirler. Onları, manen olgunlaştırmayı ve ahlâken yüceltmeyi gaye edinmişlerdir.
Asr-ı Saadette Müslümanlar ihtilafa düştükleri herhangi bir konuyu Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hakemliğine buşvurarak çözümlüyorlardı. Dolayısıyla o dönemde mezhep ve tarikat gibi farklı oluşumların ortaya çıkması mümkün değildi.
Hicrî II. yüzyıl sonlarında oluşmaya başlayan ve V. asırdan itibaren de sistemleşen tarikatlar, insanlara; “yüksek karakterli ve olgun olmalarını” öğütlemişlerdir. Onları manevî bir disiplin altına almak suretiyle, bir kültür müessesele- ri olarak başlangıçta fert ve cemiyet hayatında son derece faydalı hizmetler yapmışlardır. Kezâ; bizim tarihimizde de İslâmiyetin Batı Türkistan’da, Anadolu’da ve Balkanlar’da yayılmasında; Anadolu’nun İslâmlaşmasında ve Türkleşmesinde tasavvufi ekollerin çok önemli ve olumlu etkileri olmuştur. Müslümanların birlik ve beraberliklerinin tesis edilip; güçlenmesinde; “Alperen”, “Şeyh”, “Derviş”, “Pir” gibi tarikat öncüleri ve mensuplarının olumlu katkılarını inkâr etmek mümkün değildir.

Tasavvufun Teşkilatlanması
Tasavvufun ferdi yönü daha fazla olmakla beraber sosyal yönü de küçümsenemeyecek kadar önemlidir. Bireyler tek başına da hiçbir aracı olmaksızın tasavvuf? hayatın öngördüğü hedeflere ulaşabilirler. Ancak mutasavvıflar bu hayatın, konunun uzmanları, hocaları ve üstâdları olan şeyhlerden ve mürşidlerden öğrenilmesi gerektiğini ileri sürerler. Bu öğrenme sürecinde; “mürîd” ve “talip” denilen öğrencilerin üstâdlarıyla birlikte bulunmaları, o mânevî hayatı beraber yaşamaları gerektiğini ifade ederler. Zira tasavvvufî hayatın da tıpkı birçok sanat gibi egzersizler ve pratiklerle öğrenilir görüşünü savunurlar. Bu sebeple sufîler baştan beri sohbet denilen birlikteliğe büyük önem atfetmişlerdir. İlk zamanlarda şeyhlere daha çok ” ve “sohbet şeyhi”, müridlere (sohbete katılan öğrencilere) de “sâhip” deniliyordu.
Yine mutasavvıflara göre; ta- savvufî hayatın belli bir aşamasında mutlaka bir gizem söz konusudur. Tasavvuf sohbetlerinin asıl hedefi müridlere edeb ve erkân öğretmektir. Onları güzel terbiye etmek ve ahlâklarını güzelleştirmektir. Talebelerin tasavvufî hayata adaptasyonlarını sağlayıp, kötülüklerden ve çirkinliklerden uzaklaştırmaktır. İyilikler potasında onları olgunlaştırıp kâmil insanlığa yükseltmektir. Tasavvuftaki gizliliğin sebebi ise; manevî alt yapı bakımından eksik olanların yanlış anlama ve sapmalarını önlemektir.
Tasavvuf ekollerinde şeyhler ile müritler arasında, önceleri son derece gösterişsiz başlayan, ama gâyet feyizli ve verimli geçen tasavvufî sohbetler; kısa bir zaman sonra cemaatleşme halini aldı. Büyük sûfîlerin tasavvufî görüşleri ve yaşayışları az çok birbirinden farklı idi. Bu durum tasavvufa eğilimli olanların kendi mizaçlarına, ruh ve zihin yapılarına uygun düşen üstâd- ları tercih etmelerine imkân verdi. Böylece değişik isimler altında tasavvufî cemaatler ortaya çıktı. Bu ekollerden birine bağlanan bir mürid, manevî hayatında belli bir süre üstadının görüşlerine ağırlık veriyordu. Cemaatler arasındaki olumlu ve samimi ilişkiler ise tasavvufî gelişmelerin hızlanmasını sağladı.
Söz konusu tasavvufî sohbetler ve cemaatler, Hicri VI. asırda daha düzenli ve daha disiplinli bir örgütleşmeye dönüştü. Bu gibi örgütlere “Tarikat” denildi.
Abdülkadir Geylânî’ye (ö.562/1166) nisbet edilen Kadiriyye, Ahmed Yesevî’ye (Ö.562/1166) nisbet edilen Yeseviyye, Ahmed er- Rıfâîye (ö. 578/1183) nisbet edilen Rıfâiyye, Ebu’n Necib es- Sühreverdî’ye (563/1167) nisbet edilen Sühreverdîyye, Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî’ye (ö. 593/1196) nisbetle Şâzeliyye tarikatları bu asırda ortaya çıktı.
Bunları Necmeddin Kübrâ’ya (ö. 618/1221) nisbetle anılan Kübreviyye, Mevlânâ Celâled- din-i Rûmî ‘ye (0.672/1273) nisbet edilen Mev- leviyye, Ahmed el- Bedevî’ye (ö. 675/1277) nisbetle Bedeviyye gibi tarikatlar izledi. VII. ve VIII. asırda ise Bahaeddin Nakşibend’e (Ö.791/1389) nisbetle Nakşîbendiyye, Sirâced- din Ömer’e (Ö.800/1397) nisbet edilen Halveti- ye tarikatları kuruldu.
Bu tarikatlar, şeyhlerinin mürid ve halifelerinin aracılığıyla Fas’tan Endonezya’ya, Somali’den Kazan’a kadar İslâm ülkelerine yayıldı. Selçuklular ve Osmanlılar zamanında ise Mevlevîliğin yanı sıra Anadolu’da Hacı Bektâş-ı Ve- lî’ye (Ö.670/1271) nisbet edilen Bektaşiyye, Hacı Bayram-ı Velî’ye (ö. 833/1429) nisbet edilen Bayramiyye, Aziz Mahmud Hüdâî’ye (ö.1038/1628) nisbet edilen Celvetiyye gibi tari
katlar birbirini izledi. Ayrıca daha evvel Anadolu dışında kurulan tarikatların pek çok şubeleri oluştu. Bundan başka “Ahî Evrân” diye bilinen Şeyh Nasîruddîn (ö. 660/1262) Kırşehir’de Âhî- lik teşkilâtını kurdu. Fütüvvet ehli, Anadolu’da birçok şehirde örgütlendi. 1071’de Anadolu fethedildikten sonra Irak’tan, Suriye’den, daha fazla da Horasan’dan gelen gazi dervişler, alperen- ler ve Horasan erleri İslâmiyet’in Anadolu’da ve Balkanlar’da yayılmasında etkili oldular. (7)
Tasavvufta Kurumlaşma Devrinin
Başlaması
İlk tasavvuf tohumlarının çimlenip yeşerdiği dönemin hicri II. asrın sonlan ile III. asrın başları olduğu hususu, daha önce vurgulanmıştı. Daha sonraki süreç içinde gelişip yaygınlaşan tasavvuf ekolleri, örgütlenme dönemlerini de yaşadılar. Sonunda sûfîlik ve sûfî cemaatler ortaya çıktı. İlk dönemlerde camiler, mescidler, evler ve işyerleri sûfılerin buluşma, konuşma ve meselelerini müzâkere etme yerleri idi. Fakat örgütler gelişip yaygınlaşınca yeni mekânlara ve binalara ihtiyaç duydular. İlk tasavvuf kurumu Suriye’de Ramle’de “Hankah” adıyla kuruldu. Zamanla hızlı bir artış ve yaygınlık gösterdi. Çeşitli dönemlerde ve muhtelif bölgelerde bu kuramlara “ribat”, “tekke”, “zâviye”, “dergâh” ve “âsi- tâne” gibi değişik isimler verildi. Bu yerler isimlendirilirken, kurumun büyük veya küçük, merkez veya şûbe olması da dikkate alındı.
Tekkeler, “tarikat” ismi verilen örgüt üyelerinin devam ettikleri, toplu veya ferdî olarak zikir yaptıkları, sohbet ve istişâre ettikleri, edep-erkân öğrendikleri, usûl ve terbiye gördükleri, mânen ve rûhen arındıkları, olgunlaşıp kemâle erdikleri kuramlar olmakla beraber; çoğu zaman çeşitli dinî ve dünyevî ilimlerin öğretildiği kurumlar da oldular. Özellikle kırsal bölgelerde medreselerin görevlerini de üstlendiler. Ayrıca yolcuların ve gariplerin barındıkları önemli sosyal müesseseler haline geldiler. Tekkelere yapılan vakıflar, devlet adamlarının, hayır sahiplerinin ve tarikat mensuplarının yaptıkları bağışlar, bu kuramların görevlerini etkin bir biçimde sürdürmelerine imkân verdi. Toplumların ihtiyaç duydukları huzurlu bir manevî havayı meydana getirmelerini sağladı. Ayrıca tekkeler başta edebiyat, şiir ve mûsikî olmak üzere birçok sanatın doğduğu ve geliştiği eğitim ve kültür müesseseleri olarak hizmet verdiler.

Tekkelerde İç Düzen ve Disiplin
Tekkelerde iç disiplin ve yönetim başıboş bırakılmamıştır. Buralarda bulunan ve çeşitli hizmetler veren insanların uymaları gereken düzen ve asayişi koruma kuralları konmuştur. Bir tekkede şeyh veya halifesi, çeşitli mertebelerde bulunan müridler, dervişler, tekkede yemek hazırlama, sofra kurma, odun getirme, temizlik yapma gibi işlerde çalışan görevliler, tekkeye yardım eden ve oradaki işlere nezâret eden yöneticiler, mesafirler ve garipler bulunurdu. Bunların düzenli ve belli bir disiplin içinde çalışmaları ve görevlerin aksamaması için uyulması gereken birtakım kurallar; bir çeşit yönetmelikler vardı.
Bu kuralları ilk defa derli toplu bir biçimde ortaya koyan Ebû Saîd Ebü’l-Hayr (Ö.632/1048) oldu. Ebû Hafs Ömer es-Sühreverdî (Ö.632/1234) “Avârifü’l-Maârif” isimli eserinde, söz konusu tekke kurallarını genişletmiş ve ayrıntılı biçimde ortaya koymuştur. Bugün bu tür ekollerde bu iç düzen ve disiplinden de sapmalar sözkonusudur.

Hicri VII. Asır ve Sonrasında Tasavvufta
Gelişmeler
Fikrî Gelişmeler
Hicri yedinci asır, tasavvufta önemli gelişmelerin yaşandığı bir devrin başlangıcı olmuştur. Bu dönemde İbn Arabî (Ö.638/1240) kendisinden önceki sûfîlerin fikirlerinden de yararlanarak, “vahdet-i vücûd” terimi ile ifade edilen bir görüşü ortaya attı. “el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye” ve “Füsûsü’l-Hıkem” gibi kendi eserlerinde bu konudaki düşüncelerini genişçe açıkladı. Allah- evren, Allah-insan ilişkisinin vahdet-i vücûd eksenli bir açıklamasını gündeme getirdi. Felsefeden ve kelâm ilminden aldığı bazı delillerle fikirlerini ispatlamaya çalıştı. Sadreddin Konevî, Fahruddin-i Irâkî. Abdulkerîm el-Cîlî, Abdur- rezzâk el-Kâşânî ve daha birçok ünlü sûfîler bu yolda onu izlediler. Geniş ölçüde, “vahdet-i vücûd" fikrini birçok müslüman ilim ve fikir adamının dünya görüşü haline getirdiler,

Edebî Gelişmeler
Bir yandan yukarıda belirtilen fikrî gelişmeler yaşanırken, diğer taraftan Ebû Saîd Ebü’l- Hayr, Arapça’nın yanı sıra Farsça’yı tasavvuf dili haline getirmek için ilk defa ciddi bir adım attı. Onu bu yolda Hücvîrî izledi ve Farsça ilk tasavvuf kitabı olan "Keşfü’l- Mahcûb”u yazdı. Baba Tahir (ö. 410/1019) ve Senâî (ö. 525/1131) gibi şairler tasavvufi düşüncelerini Farsça şiirlerle ifade ederek bu tarzı âdeta tasavvufun dili haline getirdiler. Onları bu yolda Attâr (0.627/1223) ve Mevlânâ (ö. 672/1273) gibi ünlü sûfi şairler izledi. Mevlânâ’nın “Mesnevî” ve “Divân-ı Kebîr” isimli eserleri ile bu hareket zirveye ulaştı. Şebüsterî (ö. 720/1320) “Gülşen- i Râz” da, Fahruddîn-i İrâkî (ö. 688/1289) "Le- ma’ât”ta, Câmî (ö. 898/1492) çeşitli eserlerinde bu yolu takip ettiler. Büyük Türk mutasavvıfı Ahmet Yesevî Türkistan’da saf Türk dilini kullanarak Türklerin yaşadığı bölgelere "Hikmet" adlı (Divan’ı) beyitleriyle İslâm’ı yaymaya çalıştı. Dil bakımından onu takip eden Yunus Emre "Divan”ı ile Mevlânâ “Mesnevî”si ile, Hacı Bektaş-ı Velî ve Hacı Bayram-ı Velî de tarikat yoluyla Türk dilinin gelişmesine önemli katkılarda bulundular.

Tasavufî Hayatta Görülen Sapmalar ve Diğer Gelişmeler
Tasavvuf, beden ile ruhu, zâhir ile bâtını, lafız ile manâyı ayırır. Ve daima bunlardan İkincilere ağırlık verir. Ancak; birincileri de asla ihmal ve inkar etmez! Bununla birlikte tarihi seyri içinde zaman zaman zâhir ile bâtın, zâhiri (şer’î ilimlerle) bâtınî- (manevî ilimler) arasındaki mesafe °çılmıştır. Bu iki ilim ekolü arasında uçurum derinleşmiştir. Açılan mesafeyi kapatmak için şerîatla tasavvufu bağdaştıran ve kaynaştıran Ebû Nasr es-Serrâc, Ebû Talip el-Mekkî, Hücvîrî, Kuşeyrî ve Gazzâlî gibi büyük mutasavvıf alimler değerli eserler yazmışlardır. Bu eserlerde zâhir ehli ile bâtın ehli arasındaki zıtlaşmaları ve anlaşmazlıkları ortadan kaldırmaya veya en aza indirmeye çalışmışlardır. Tasavvufun, eht-i sünnet arasında daha fazla yaygınlaşmasının önemli bir sebebi de söz konusu mutasavvıf bilginlerin bu tür çalışmalarıdır.
Aslında İslâm’ın özünde olmayan zâhir ile bâtın, akıl ile kalp arasında zaman zaman görülen bu karşıtlığın ve uzlaşmazlığın sebebi, çoğu zaman tarafların birbirini anlamalarını sağlayacak yeterli bilgi donanımına sahip olmamalarıdır. Yetişme tarzının, alınan eğitimin ve mizacın da bunda büyük tesiri olmuştur. Bu hususlar ihtilafın bir dereceye kadar tabiî ve anlaşılır sebepleridir. Taraflar biribiri hakkında yeterli bilgiye sahip oldukları zaman, ihtilaf ya ortadan kalkar veya hafifler, hoşgörü sınırları içinde kalır.
Söz konusu ihtilafın diğer sebepleri, tasavvuf perdesi altında İslâm’a dış kaynaklardan sokulmak istenen yabancı unsurlardır. Diğer dinlerin, mezheplerinden, mistik akımlarından, felsefelerinden ve dinî geleneklerinden kaynaklanan sızmalardır. Bu çevrelerin kültürüne âşinâ olan zümreler ve fertler, İslâm öncesi sahip oldukları dinî inançları ve felsefi kanaatleri tasavvufa taşımışlardır. Belki iyi niyetle belki de art niyetle İslâm’a taşınan bu dinî gelenekleri ve felsefi kanaatleri tasavvuf çatısı altında yaşatma yoluna gitmişlerdir. Bunun sonucunda tasavvufi hayatta bazı sapmalar olmuştur.
Tasavvuftaki sapmalar erken dönemlerde başlamıştır. İlk sûfıler döneminde bile bu tür sapmaların mevcut olduğunu biliyoruz. Ancak ilk sûfîler bu tür hareketler karşısında çok dikkatli, hassas ve uyanık davranmışlardır. Sapmaları ve sapkınlıkları eleştirmişler, reddetmişler, böylece kendilerini onlardan korumuşlardır. Diğer taraftan söz konusu hususlar zâhir uleması tarafından da eleştirilmiştir.
Sülemî bu konuda “Galatâtu’s-sûfiyye” adıyla bir eser yazmış, Serrâc da “el-Lem’a”sın da bu konuya bir bölüm ayırmıştır. Daha sonraki mutasavvıf yazarlar da bu husus üzerinde önemle durarak müslümanları sapkınlığa karşı uyarmışlardır. Bunlardan bazı örnekleri aşağıya alıyoruz.
1 .İbadetin düşmesi inancı. Bazı sözde mutasavvıflar insanın ibadet ve kullukla Allah’a ereceğini; erince de ibadet etme yükümlülüğünün düşeceğini ve kulluktan âzat olacağını iddia etmişlerdir. Kur’an-ı Kerim’deki “Yakîn gelene kadar Rabbine ibadet et” meâlindeki âyeti bu inanç istikametinde yorumlamışlardır. 8 Hakîkî sûfîler, bir müslümanın son nefesini verene kadar dinin emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmakla yükümlü olduğu inancındadırlar. Bunlar yukarıdaki ayette geçen “yakîn” kelimesini “ölüm” şeklinde yorumlamışlardır. Allah’a kul olmak hür olmaktan daha üstündür, demişlerdir.
2. Riyadan kurtulmak ve ihlas halini gerçekleştirmek için dînî geleneklere aykırı davranmak gerektiği inancı Bunlara göre bir Müslüman Allah’a kulluk ederken halk unsurunu dikkate almamalı, Allah’tan başkasına değer vermemeli, ister doğru, ister bâtıl olsun hiçbir hususta halkla uyum halinde olmayı düşünmemelidir. Bu anlayış, esasen doğru olmakla birlikte; yanlış istikamette kullanılmış, neticede onları edep ve terbiye sınırlarım aşma, dinin emir ve yasaklan konusunda saygısız, duyarsız, kayıtsız ve lâubali olma noktasına götürmüştür. Bazı Melâmîler’de ve Kalenderîler’de bu hal görülür.
3. Velînin peygamberlerden üstün olduğu inancı Bazı sözde mutasavvıflar, Kehf Sûresinde anlatılan Mûsa-Hızır kıssasını ileri sürerek velînin nebîden üstün olduğunu iddia etmişler; çünkü velîler doğrudan, nebîler vasıtayla Allah’tan bilgi alır demişlerdir. Bu da bâtıl bir inançtır. Zira velîlik, peygamberlik meş’alesinden sadece bir pırıltıdır. Hiçbir zaman bir velî, bir nebî derecesinde olamaz. Her nebî aynı zamanda velîdir. Onda hem velîlik hem de peygamberlik birleştiğinden velîlerden üstündür.
4. Her şeyin mubah olduğu inancı Bazı sözde mutasavvıflara göre eşyada asıl olan mubah olmuştur. Başkasının hakkına tecavüzü önlemek için yasaklar konulmuştur. Başkalarının haklarına saygı gösteren bir kimse için her şey mubahtır. Bu inançta olanlara “İbâhıyye” veya “Mubahıyye” denir. Bazıları da niyetlerinin iyi, kalplerinin temiz olduğunu ileri sürerek emir ve yasakların kendilerini bağlamadığını iddia ederler.
5. Hulûl inancı Bunlara göre Allah insan bedenine girer. Bedene girince ondaki insanlık nitelikleri kalkar, yerini tanrılık nitelikleri alır. Bu inanç da bâtıl bir inançtır.
6. Cebir inancı Yine bazı sözde mutasavvıflar insana nisbet edilmesi gereken her şeyin Allah’a ait olduğunu, aslında insanların iradeleri ve tercih yapma imkanları bulunmadığını, cebir altında olduklarını iddia ederek kişilerin sorumluluğunu ortadan kaldırmışlardır. Bunlar, “Biz kapı gibiyiz, hareket ettiren olursa hareket ederiz” derler. Bu görüşte olanlar aslında sapık olup, mutasavvıf görünen kimselerdir.
7. Allah’ı görme inancı Bazı mutasavvıflar da yüce Allah’ı dünyada gördüklerini iddia ederler. Bu iddia da sapıklıktan başka bir şey değildir.
8. Allah Teâlâ’ya karşı saygısız davranmak Bazı sözde mutasavvıflar Allah’a yakın olma mertebesine erdiklerini, bu mertebede edep ve resmiyetin söz konusu olmadığını iddia ederler. Allah ile kulu arasında bulunması gereken edebi gözetmez ve Allah’tan söz ederken çok lâubali ifadeler kullanırlar.
9. Tenasüh inancı Bazı sözde mutasavvıflar, ölen bir insanın ruhunun ölmeden evvelki davranışlarına ve yaşayışına bağlı olarak insan veya,, hayvan şeklinde tekrar dünyaya geldiklerini ve cezalarını çektiklerini iddia ederler, âhirete inanmazlar.
10. İttihat inancı Bazı sözde mutasavvıflar belli bir yöntem izleyerek beşerî niteliklerden arınan bazı kişilerin Tanrı ile birleştiklerini (ittihat) iddia eder ve insanları tanrılaştırırlar. Gerçek sûfîler ise yaratıcı ile yaratılan varlığı birbirinden ayırırlar. Yaratılan varlığın hiçbir şekilde yaratıcı ile birleşip tanrılaşamayacağına inanırlar.
Bunlara ilave olarak mutasavvıfların bir kısmında kâfir veya sapık olmayı gerektirmeyen birtakım hatalı inançlar ve davranışlar da vardır. Aşırı çilecilik, dünya işlerini tümden terk (bir tür ruhbanlık), evlenmemek, et yememek, tedbir almayı tevekküle engel saymak, şeyhleri kutsal sayacak kadar yüceltmek, yoksul yaşamayı amaç haline getirmek, nefse işkence etmek, mü- bah olan nimetlerden yararlanmamak, özel giysiler giymek ve bunlarla halka karşı böbürlenmek. kılık-kıyafet, saç- sakal gibi konularda temizlik kurallarına uymamak, vakıf geliriyle geçinmek, dilenmek, toplumu terkedip inzivaya çekilmek, tasavvufu kıssacılıktan menkıbelici- likten, raks ve semâdan, evrad ve ezkârdan ibaret sanıp İlâhiler okunan meclislerde coşmak ve yapay olarak vecde gelmek, cezbelenmek gibi. Sözü edilen bu hususlar aslında tasavvufta var ise de bunların bir takım kuralları, sınırları, şekilleri ve miktarları da tesbit edilmiştir. Bu kurallara uymayan ve sınırları aşan biçimleri hatadır.9
Yukarıda on başlık altında özetlemeye çalıştığımız sapmaların bugün göze çarpan en önemli unsuru; şöhret ve dünyaperestliğe karşı oluşmuş olan tasavvuf anlayışının maddi çıkar ve şöhret aracı olmasıdır.

Tasavvutı Ekollerin Dikkatlerden Uzak Tutmaması Gereken Bazı Hususlar
Yukarıdaki bilgiler ve tesbitler ışığında, tasavvuf ve tarikat konusunda göz önünde bulundurulması gereken önemli bazı hususlar özetle şu şekilde sıralanabilir:
1. Tasavvuf, biri Kur’an ve hadisin özü, diğeri bu öz istikametinde sûfîler tarafından geliştirilen şekil olmak üzere iki kısımdır. İbadet, ahlâk ve dinî heyecandan, insanın iç dünyasını zenginleştirip ruhî ve manevî yönden kendini geliştirmesinden ibaret olan birinci kısmı kabul etmek ve uygulamak her müslümanın üzerine farzdır. İkinci kısım ise ihtiyârîdir. Zirâ bu sufilerce geliştirilen özel bir hayat tarzıdır ve bir gönül meselesidir.
2. Tasavvuf yolunu tutan ve tarikata girenler diğer müslümanları küçümseyemezler. Zira kibir haram, tevazu farzdır. Ancak, adı ne olursa olsun dinî bir hayat tarzının dinin aslî kaynakları olan Kur’an ve sahih sünnete uygun olması zorunluluğu “olmazsa olmaz” bir şarttır.
3. Tasavvuf ince ve uzun olduğu kadar zor ve tehlikeli bir yoldur. Ebû Ali Rûzbârî, “Biz bu yolda bıçağın sırtı gibi bir noktaya ulaştık, azıcık sağa sola meyletsek cehenneme düşeriz” demiştir. Onun için bu yola giren kimse, şeytan, nefis, benlik, şöhret, menfaat gibi tehlikelerin çok olduğu bu yolda gâyet ihtiyatlı ve son derece dikkatli olmalıdır.
4. Mutasavvıfların, akıl ve dinî hükümlerle bağdaşmaz görünen sözlerini işitenler ve bu tür hallerini görenler; bu konularda onları kendilerine örnek almamalı, delil saymamalıdırlar. Bu tür söz ve ifadeleri onların şahsi düşünce ve görüşü sayıp, kendileri dinin hükümlerini sağlam kaynaklardan öğrenip yaşamalıdırlar. Çünkü dinin açık hükümlerine, emir ve yasaklarına bağlı olmak esastır. Bu olmadan tasavvuf da, tarikat da olmaz.
5. Tasavvuf alanında müslümanlar asırlar boyu olgunlaşarak gelişen kültür birikimi ve gelenek sebebiyle zengin bir mirasa, büyük bir ilim ve irfan hâzinesine sahiptir. Bir müslüman tasavvuf kitaplarında gördüğü her şeyi doğru kabul etmemelidir. İnsan elinden çıkan her kitapta, doğru da yanlış da bulunabilir. Yanlışı olmayan tek kitap Kur’an-ı Kerîm’dir. Buna itiraz edenlerin dinle ve tasavvufla ilgisi yok demektir.
6. Kerâmeti vardır ve haktır. En büyük kerâmet ise iyi ahlâk sahibi olmaktır. Hatta istikâmet (doğruluk, dürüstlük) kerâmetten üstündür. Manevî kerâmetler, maddî kerâmetlerden çok daha makbuldur. Bu sebeple kerâmetleri ve menkıbeleri ölçü almamak ve abartmamak gerekir.
7) İnsanları dünya ve ahiret saadetine ulaştıracak en son din İslâmiyettir. Ve bu dinin elçisi Hz. Muhammed (s.a.s.) de son peygamberdir. Kur’an-ı Kerim’de de bu hususta şöyle buyurul- muştur: “... Bu gün size dininizi ikmâl ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim...” Ii0)
Bu tamamlanmış dini yaşarken ortaya çıkan görüş ve bakış açıları saadece Kur’an ve sünnete uyması şartıyla muteberdir. Her düşünce saygıya değerdir. Fakat, hiçbir zaman bu düşüncelerin dinin aslından kabuî edilmesine imkan yoktur. Hiçbir zaman bu düşüncelerin Kur’an ve sahih sünnetin önüne geçirilmesi, hatta onlarla eşdeğerde görülmesi dahi İslâm felsefesine uygun düşen bir anlayış biçimi olamaz.
8) İslamiyet, Hristiyanlıkta olduğu gibi “Katolik”, “Protestan”, “Ortodoks”, vb. farklı cemaatleri farklı kural ve prensiplere dayanan cemaatleşmeleri kabul etmez. Bütün müslümanları tek bir cemaat olarak kabul eder.
Bu alandaki farklı düşünce ve davranışları bir zenginlik olarak görür. Bunun ötesinde tefrikayı, zıtlaşmaları ve bölünmeleri kesinlikle reddeder. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de “Hakikaten bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de izin Rabbi- nizim. Öyle ise bana kulluk edin” şeklinde bildirilmiştir.<n)

Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Tarikatların Rolü
Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunda ve gelişmesinde tarikatların rolü büyüktür. Devletin kurulduğu dönemlerde manevî akımların, dervişlerle onları programlayan tarikatların gayretleri müsbet sonuçlar vermiştir. 13. asrın sonu ile 14. asrın başlarında Osmanlı Devleti’nin küçük bir topluluktan bir cihan devletine dönüşmesine büyük katkılar sağlamışlardır. Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan, “Kolonizatör Türk Dervişleri” adlı kitabında tarikatların tarihî süreç içinde üstlendikleri misyonu, zamanı ve yeri geldikçe topluma karşı maddî ve manevî katkılarını şöyle sıralıyor:
“...Osmanlı İmparatorluğu kurulmaya başladığı zaman, bu kadar geniş hudutlar içinde kaynaşmakta olan bir âlemin dört bucağında tekevvün eden dinî ve sosyal cereyanları, bilgi, bulgu ve tecrübeye sahip insanları ve manevî kuvvetleri kendi arkasında buldu.
Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulmakta olduğu zamanda; Anadolu’daki uç beylikleri, medenî bir hayatın kaynağı olan her sınıftan ve meslekten adamlarla doludur.
İran, Mısır ve Kırım medreselerinden çıkan hocalar, orta ve şarkî Anadolu’dan gelmiş Sel- çukî ve İlhânî bürokrasisine mensup şahsiyetler, muhtelif tarikatların mümessilleri, İslâm şövalye ve misyonerleri diyebileceğimiz dervişler...
Bunların herbirinin Türk ve İslâm dünyasının her tarafında teşkilatı bulunan tarikatlar olduğunu görürüz. Osmanlılar, kökleri bu suretle geniş Türk ve İslam dünyasına yayılmış olan bu gibi teşkilatlar vasıtası ile her tarafla temas halindedirler. Osmanlılaşmış, Rumların yardımına muhtaç olmadan, daha evvelki emsali Türk İmparatorlukları gibi büyük bir imparatorluk kurmak teşebbüsünde bu kuvvetlerden istifade etmişlerdir. 1121
Tasavvuf kuramlarının ve tarikatların tarihi süreç içinde İslâmî tebliğ alanında gösterdikleri başarılı ve verimli hizmetler, Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz tarafından kaleme alınan “Tasavvuf Gerçeği ve Türkiye” başlıklı bir makalede şöyle dile getiriliyor:
“Tasavvufî kurumlar, İslâmî tebliğde-tabir câizse-birer misyoner kuruluşu gibi faaliyet göstererek İslâm’ın yayılmasında etkili olmuşlardır. Fethedilen ülke halklarının islâmlaştırılması ve fethedilen bölgelerde İslâm’ın hayatiyetinin korunması, neredeyse bu kuramların görevi gibidir. Özellikle işgale uğrayan toprakların yeniden düşman elinden kurtarılmasında tarikatlar birer milis güç olarak da hizmet görmüşlerdir. Cezâ- yir ve Tunus’un; Fransız ve İtalyanlar’a karşı savunulmasında tarikat gruplarının hizmeti herkesçe bilinen bir gerçektir. Çok yakın bir geçmişte Bosna-Hersek’te Sırplara karşı savaşanların mayasını o bölgedeki derviş gruplarının teşkil ettiği, Çeçenistan’da Ruslar’a karşı destanlar yazan Çeçen ordusunun Kadirî ve Nakşî dervişlerinden oluştuğunu da bilmeyen kalmamıştır. ü3’
Millî Mücâdele’de Tasavvuf ve Tarikat
Grupları
Kendi yakın tarihimize dönecek olursak, Millî Mücadele’de tarikat ve tasavvuf gruplarının hizmet ve katkıları bilinen hususlardandır. Nitekim 1920 yılında Ankara’da ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldığında Meclis Başkanı Mustafa Kemâl Paşa’nın iki yardımcısının ikisi de tarikat şeyhi idi. Birisi Konya Mevlânâ Dergâhı Şeyhi Abdulhalim Efendi, diğeri ise Hacıbektaş Dergâhı Şeyhi Celâleddin Efen- di’dir. Mustafa Kemal Paşa aslında bütün tarikat şeyhlerine mektup yazarak Millî Mücâdele’de desteklerini istemiştir.” u4)
Ancak, OsmanlIların son dönemlerinde, Me- şihat’a bağlı olarak çalışan tekke ve zaviyeler bir ilim ve kültür yuvaları iken, daha sonraları büyük bir kısmı tefessüh etmiş cehalet yuvaları haline döüşmüştür. Halka iyi ahlâkı telkin eden bu müesseseler ahlâkî erdemlerden uzaklaşmaya yüz tutmuştur. Başlangıçta toplumun birliğinde ve dayanışmasında önemli roller üstlenen bu teşekküller, sonraları toplumda ayrışmalara, devlet-millet bütünleşmesini tehlikeye sokan faaliyetlere sebebiyet vermeye başlamıştır. Bu gidişat tekkeleri kapanmayla yüzyüze getirmiş ve Cumhuriyet dönenunde de kapanmıştır. O dönemi yaşayanlar; “kendilerini zaten kapatmış olan tekkelerin kapanışını Cumhuriyet yasallaştırmıştı” diye tesbitler yapmışlardır.
Tasavvuf ve Tarikat KurumlarınınTürk Kültürüne ve Toplumuna Hizmetleri
Tasavvuf kuramlarının dejenerasyona uğramadan önceki hizmet ve fonksiyonları hiç şüp- ı hesiz sadece tebliğ ve savunmadan ibaret değil! di. Fertlerin eğitimi, toplumun manevi hayatının ’ I yükseltilmesi, edebiyat-şiir, mûsikî, mimarî ve hüsn-i hat eserleriyle sanat hayatının canlandırılması tasavvufun ilgi alanına giren konulardandı. Türk edebiyatının ölümsüz şâirleri hep tarikat, tekke ve tasavvuf muhitlerinde yetişmiş , insanlardı. Hatta, tasavvuf yok farz edilecek olsa; Türk edebiyatında ne divan şiiri ne de halk edebiyatı kalır. Daha doğrusu Türk edebiyatı diye birşey kalmaz. Çünkü; bizim edebiyatımız, bin yıla yakın bir süredir, tasavvuf ile yoğrulmuş ve onunla bütünleştirilerek ölümsüzleşmiştir. Aynı şeyleri mûsikîmiz, hat sanatımız ve folklorumuz için de söylemek mümkündür. Türk tarihinde belki çok büyük filozof ve kelâma yetişmemiştir ama, çok büyük mutasavvıf ve şairler yetişmiştir. Bu bakımdan bizim kültür varlığımız tasavvufla bu kadar içiçe olmuş ve bütünleşerek ölümsüzleşmiştir. İslamiyetin Batı Türkistan’da, Anadolu’da ve Balkanlarda yayılmasında, tarikatların, çok önemli ve olumlu etkileri olmuştur.
Tasavvuf! ekollerdeki tebliğ ve irşad faaliyetlerine müsait mistik ve psikolojik eğitim yöntemleri, kitlelerin tarikatlara yönelmelerini kolaylaştırmıştır.

Tarikatlarda Kadınlar
İslam dininde kadınlar için ilim öğrenmek ve tahsil yapmak konusunda herhangi bir engel konmamıştır. Bilakis ilme teşvik ve davet vardır. Ancak, hanımlar, eşlerine ve çocuklarına karşı olan görevlerini ihmal etmeden, İslâm’ın öngördüğü tesettür ve âdaba riâyet ederek içtimâi faaliyetlere katılabilirler. Bu konuda dinimizin koyduğu ölçülere uyulması ve her iki tarafı da şâibe ve töhmet altına sokacak pozisyonlardan ve ortamlardan sakınılması gerekir. İffetin ve ırzın korunması, muhafazası, İslâm’ın emrettiği temel hususlardan biridir. Bazı tarikatlarda görülen İslâm dışı şeyh-mürid ilişkilerinin ne derecelere vardırıldığını -maalesef- biliyoruz.
Selçuklu ve Osmanlı geleneğindeki tarikat uygulamasında tekke ve zâviyeler, insanlardan teberrû ve hibe toplanılan değil, bilakis hizmet ve yardım sağlayan kuruluşlardı. Padişahlar tarafından temlik edilen araziler üzerinde kurulan tekke ve zâviyeler, hem o bölgelerdeki imar ve yerleşime canlılık kazandırıyor, hem de insanların ilim, irfan sahibi olmasını sağlıyordu.
Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan, özellikle Balkanlardaki tekke ve tasavvuf etkinliklerinin o dönemdeki olumlu katkılarını İlmî olarak incelemiştir. Bu bağlamda tarikat tekkeleri; yoksul insanların korunduğu, iâşe ve ibatelerinin sağlandığı, psiko- sosyal stres ve bunalımlarının giderildiği tedavi merkezleri gibiydi. Tahsis edilen vakıflar sayesinde, tekkelerin topluma sunacağı sosyal hizmetlerle ilgili ihtiyaçları karşılanıyordu. Günümüzde bu konu tam tersine dönmüş, kişilerin sömürülmesi ortamı doğmuştur.
İslam’ı haksız yere lekeleyen, samimî müslümanları derinden üzen bu davranışlar dinin yanlış algılanmasına sebep olmuştur. İslam’ın yanlış tanıtılmasına sebep olan bu gibi gayrı samimî davranışlar ve hareketler dine ve dindar müslümanlara zarar vermiştir.
Bunlara karşı önlem almak için Diyanet İşleri Başkanlığı’na her türlü kitle iletişim imkanları sağlanması ve desteklenmesi gerekmektedir.
(15)
Ancak, kanaatimiz odur ki; bu konuda en önemli husus en etkili önlem, en hayırlı çalışma; günümüzde tasavvuf ve tarikat faaliyeti gösteren toplulukların, öncelikle kendi kendilerini öz eleştiri yapmaları ve kendi kendilerini ıslah faaliyeti göstermeleridir.
Tasavvufta Sevgi ve Gönülden İnkiyâd Esastır
İslâmiyet, mü’minleri sevgi, dostluk ve kardeşlik bağlarıyla birbirine bağlamıştır. Din kardeşi kıldığı insanları aralarında kaynaştırmış, böylece fertleri biribirine kenetlenmiş bir toplum meydana getirmiştir. Sevgi bağı, hem Müslümanları Allah’a ve Resulüne hem de biribirilerine bağlar. O nedenledir ki, Müslümanlar iyi ve kötü günlerde, mutlu ve sıkıntılı zamanlarda daima birarada olurlar. Birbirlerinin yardımına ve hizmetine koşarlar. Sevginin önemine vurgu yapan Hz. Peygamber (s.a.s.), "Kişi sevdiğiyle beraberdir” buyurmuştur. "f"
Tasavvufta sevgi unsuru daima ağır basar. Zira, tasavvufun ana hedefi; kulun Allah’ı sevmesi, O’na yaklaşması, ve O’nunla bir ilişki kurmasıdır. Yaratan’dan ötürü; yaratılmışları, din kardeşlerini ve diğer insanları sevmeyi öğrenmesidir. Bütün bunların başarılmasında ve kazanılmasında sevgi unsuru temel faktördür, ana etkendir.
Tasavvuf ekollerinin ulaşmaya çalıştıktan temel amaç, bir müslümanın gönüllü olarak içtenlikle ve seve seve Allah’a ibadet ve kulluk etmesini sağlamaktır. Bu mertebeye ulaşıldığında ibadet insana zor gelmez. Bilakis ona haz ve huzûr verir. İbadet halinde olmaması ise; onu rahatsız ve huzûrsuz eder. İşte gerçekten samimi bir niyetle tasavvufa yönelen, tarikata giren, dinî inancının gereklerini derinden ve gönülden yaşamak isteyen kimseler, bu sevgi derecesini yakalamak sâikası ile o ekollere yönelirler. Yüreklerinde alevlenen engin İlâhî sevgiyi ve Allah aşkının sonsuz heyecanını benliklerinde doyasıya yaşamak isterler.
Tasavvufta Allah sevgisinin ve Allah için sevmenin ne kadar önemli olduğunu göstermek için, sûfîlerin üzerinde özenle durdukları ve önemle açıkladıkları Peygamberimiz (s.a.s.)’in şu Hadis-i şerifine dikkatle bakmak yeterlidir. Kutsî hadiste şöyle buyurulmuştur: “Kulum farz ibadetlerle yaklaştığı kadar başka hiçbir şeyle bana yaklaşamaz. Nafile ibadetlerle de bana yaklaşır. O kadar çok yaklaşır ki, ben onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Artık o benimle görür, benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür. Böyle bir kul bana sığınırsa onu korurum.
Benden bir şey isterse dileğini yerine getiririm.”
Görüldüğü üzere; sırf Allah’ı sevmek, Allah’ın emrine uymak, rızasını ve hoşnutluğunu kazan mak için Allah’a ibadet etmek çok üstün ve çok yüce bir mertebe dir. İşte bu ibadet sevgi temeline dayanır. Sevenin sevgilisine itaat etmesi türünden bir boyun eğme ve emredileni gönül hoşluğu içinde yerine getirme halidir. Bu hal ve teslimiyet, yüceler yücesi Allah (c.c.)’a kulluk ve ibadet etmeyi cana minnet bilmedir.
Tasavvuf ilmi; Allah ve Rasülünün emirleri dairesinde, din ve dünya işlerinde ifrat ve tefritten sakınarak, Hakk yolunda daim olmaktır. İstikâmetten asla ayrılmamaktır. Başlangıçta tasavvuf ehlinin tuttuğu yol, hiçbir zaman Kur’an ve sahih sünnetten ayrı ve farklı olmamıştır. Dinin aslî kaynaklarına uygun olmasının, zarûreti açısından; “Şeriat olmadan tasavvuf olmaz” sözü yine tasavvufun öncülerine aittir.
Tarikata Girmek Zorunlu mudur?
Müslüman bir ferdin, dinin gereklerini yaşaması inancının icaplarını yerine getirmesi için tasavvuf ve tarikat yoluna girmesi gibi bir zorunluluk yoktur. Farz ve nafile ibadetleri düzenli olarak yapmak, nefsânî ve ahlâkî yönden gelişmek, olgunlaşmak için, kişinin kendi çabaları ve gayretleri yeterlidir. Tarikata girmede bazı sakıncalar bulunduğunu da bilmek lazımdır. Öncelikle “Vahdet-i vücut” gibi inanışlar, fikirler ve felsefeler konusunda çok dikkatli olmak gerekir. İkinci bir husus da; kötü niyetli kişilerin taciz ve sömürülerine maruz kalmak tehlikesi vardır.
Ancak; tarikat, ya da daha genel bir terimle söyleyecek olursak tasavvuf ; dinin öğrettiği esasları ve telkin ettiği ahlâkî seviyeyi, yaşayarak öğrenmek için sistemleşmiş bir İçtimaî eğitim faaliyetidir. Tarikatlar, kendi içlerinde dua ve zikir konusunda izledikleri geleneklere göre çeşitli kollara ayrılmışlardır. Tarikatların uyguladığı eğitim yöntemlerinden olan; “takva”, “zühd”, “nefis terbiyesi”, “irşad” gibi ahlâkî eğitim unsurları İslâm’ın özünde ve Selef-i Salihîn’in geleneğinde mevcut olan uygulamalardır. Bu öze riâyet eden ve İslâm’a aykırı olmayan tasavvuf ve tarikat ekollerinin faaliyetleri Din’e -elbette- aykırı değildir. Ancak, günümüzde din ilmini öğrenmeden; sözkonusu şartları hâiz tasavvuf ekollerini tesbit etmek çok zordur.

Sonuç:
Biz bu yazımızda tasavvuf ve tarikat gerçeğini, bu gerçeğin; geçmişin izleri ile günümüze kadar geliş seyrini aktarmaya çalıştık. Ayrıntılara inmeden meseleyi ele almaya gayret ettik. Başkanlık olarak objektif bir biçimde bu konularda halkımızı aydınlatmayı amaçladık. Çok geniş bir zaman dilimini ve buna bağlı olarak çok çeşitli meseleleri içine alan tasavvuf ve tarikatlar konusu, Türk sosyal hayatının çok önemli bir unsuru olmuştur. Ferdî ve ictimâî hayatımıza etkileri geçmişden günümüze kadar süregelmiştir. Sosyal ve kültürel birtakım ihtiyaçlardan doğan, tarihimizin bazı devirlerinde siyasi misyonlar da yüklenen tasavvuf ve tarikatlar konusunu dergi sayfalarına sığdırmak elbette mümkün değildir.
Ancak, şurası bir gerçektir ki; geçmişte bu kurumlar, yüzyıllar boyunca, aynı zamanda birer ilim, sanat-kültür merkezi hüviyetinde faaliyet göstermişlerdir.
Fakat, ne yazıktır ki, diğer birçok alanlarda olduğu gibi son zamanlarda bu sahada bazı liyakatsiz ve ehil olmayan kimselerin elinde bozulmuş ve kendisinden umulanı verememiştir.
İslâmiyetin diğer dinlerden önemli farkı: “hem ahireti hem de dünyayı aynı anda öğrenmek ve yaşamak” sentezidir. Bunu kavrayabilen ve başarabilen İslâm’ın özünü kavramış olur. Tarikatların öncüleri bu sentezi anlayan ve en iyi tatbik edenler olarak öne çıkmışlardır.
Tarikat öncülerinin çevrelerinin çok geniş olması, etrafında toplanan kimselerin oldukça değişik görüşlü kesimlerden oluşması, tasavvufun ayrılıktan çok birleştirici bir unsur olmasındandır. Tarikatlar, zaman zaman geçmişi sık sık siyasi otoriteye bağlı yorumcular tarafından zedelenen, bu otoritelere ortak olan bazı zahir Ulemâsına ve onların hoşgörüsüz kararlarına karşı koyan müesseseler olmuşlardır. İslâm tarihinin bir bölümünde; halkın özlemlerine cevap verecek, birlik ve beraberliklerini muhafaza edecek, onları takva ve ihsan mertebesine yükseltecek başka müesseseler olmadığı için, tarikatlar bu zaruretten doğmuştur.
Özetle ifade etmek gerekirse, tarikatların tarih içinde önem ve güç kazanması şöyle gelişmiştir. Devlet ve din adamı işbirliği karşısında halkın manevi özlemlerini temsil ettiklerinden, İslâm dininin dünya-ahiret sentezini öğretip yaşatmaya çalıştıklarından dolayı toplum içinde kabul ve destek görmüşlerdir. Bu destek ve teveccüh bir iç organize ihtiyacını doğurmuştur.
Tarikatlarda zamanla tekke, dergâh ve bunların bakımı, şeyhin günlük işleri ile hiyerarşik çevresi ve merkez arasındaki ilişkileri, merasimler, özel kıyafetler ve bunların uygulanması ile ilgili düzenlemeler yapılmıştır. Tarikatlar siyasî iktidar karşısında manevi güç olarak siyasi tepki potansiyeli olmuşlardır. Tasavvuf ehli kimselerin kurum haline getirdiği tarikatların, maddi ve manevi gücü ulemânın gücünü aşmaya başlayınca, siyasi iktidarı temsil edenler bu gücün kendi aleyhlerine gelişmesine karşı önlem almışlardır. Bu da tarikat mensupları ile siyasi iktidarları ortaklık masasına oturtmuştur. Bundan sonra tarikatlar o zamana kadar olan işlevini ve önemini yitirmiştir. Daha sonraki dönemlerde devlet yönetiminde tesirleri azalınca, halkın siyasî güce ortaklığını sağlamayı amaçlayan bir döneme girilmiştir. Kamuoyunu temsilde yeni oluşumlar gelişmiştir. Yönetimde devlet-din ayrılığı keskinleştikçe tarikatların faaliyet alanları daha da daralmış, tasavvufun çizdiği sınırlar içine geri dönmüştür. İnsan zihninin devamlı hareket halinde olduğu modern çağda günlük meşgaleler çoğalırken, tasavvufi yaşantı kişiselliğe kadar inmiş ve kitleselliğini de yitirmiştir. Ama her şeye rağmen, tarikat tasavvufa dayanan bir gelenek olarak geri planda da olsa tamamen yok olmamıştır.
Ülkemizde, Cumhuriyet dönemi ile birlikte sosyal hayatta birtakım köklü değişikliklere gidilmiştir. Kültür kuramlarının yeniden değerlendirilmesine ve düzenlenmesine ihtiyaç duyulmuştur. Yeni Türkiye Cumhuriyeti muâsır medeniyet seviyesine ulaşmayı hedef edinmiştir. Ve demokrasiye geçişte, tekke ve tarikat gibi kurumlanıl eski fonksiyonunu yitirdiği, buralarda birtakım yanlış uygulamaların yapıldığı, amaç dışında faaliyet gösterdikleri gerekçeleriyle kaldırılmıştır. Bu dönemde, demokrasiyle birlikte kültürün şubeleri, gelenek ve görenekleri, bazı eski müesseseler, dinle doğrudan veya dolaylı ilgili düşünce ve eylemler tartışılmaya başlanmıştır. Asırların birikimini yansıtan tasavvuf kültürü bir çırpıda yok olup gitmediği gibi, sürekli siyasi temsilci bulmuş, tartışmalar içinde yer almıştır. Bu tartışmaların sebebi, toplumun bu konuda yeterli bilgi sahibi olmamasındandır. Meseleye objektif ve bilimsel olarak bakmak yerine; daha çok politik çıkar ve siyasi istismar amacıyla bakıldığından, ya da tamamen karşısına çıkarak; toplumun geçmişini dışlamalara varan önyargılarla yaklaşıldığından mesele yozlaşmıştır. Bu konuda yapılan yanlışların topluma zararı büyük olmuştur.
Her meselede olduğu gibi kasıtsız ve tarafsız bakabilmeyi becerebilirsek, mesele olmaktan çıkacak ve bir zenginlik olarak; tasavvuf, kültürümüzde gerektiği yerde duracaktır. Bugün Türkiye’de kültür tartışmalarına, sosyal çalkantılara, yenilik adına yapılan değişikliklere sebep olan meselelerin, önce bilim adamlarınca tartışılarak sağlıklı bir biçimde çözüme kavuşturulması gerekiyor. Bu yapılırken, şartlar insan hakları çerçevesinde değerlendirilip, millî, dinî ve kültürel değerlerin birleştirici unsurları gözönüne alınmalıdır.
İnsan tarikata mensup olmadan da tasavvufi bir dindarlığı icra edebilir. Ancak, bir kalp işi olan bu düşüncenin; usta- çırak ilişkisi içinde icrası kişinin kendine bırakılmalıdır. Bunda ne bir cemaat ne de bir tarikat kurumunun zorlaması olmamalıdır. Ve ne de yapılmaması yönünde başka bir baskı unsuru bulunmamalıdır. Kişiler dini yaşantıları dahil tüm düşüncelerini açıkça ifade edebilmelidir. Toplumu rahatsız etmeyecek şekilde inancının gereklerini en geniş hürriyet içinde yaşamalıdır. Bir de her konuda olduğu gibi bu konuda da toplum bilinçlendirilmelidir. Bir sır gibi yaşanmaya çalışılan tasavvufi hayat hakkında toplum bilgilendirilmelidir. İslâm bireysel düşüncelerin gelişmesini öngörmüşür. Tarikatlar bireyi ortadan kaldıran yaklaşımlar içerisinde olmamalıdır. Ve alabildiğini şeffaflaşmalı- dır. Tasavvufun doğuş ve tarikatların başlangıçtaki icraatları ile, günümüzdeki mensuplan kendi icrââtlarını karşılaştırmalıdırlar. Kur’an ve sünnete uygunluklarının ne ölçüde olduğunu test etmelidirler.
“İnsan bilmediği şeyin düşmanıdır” sözünün işaret ettiği gibi ; birtakım insanlar bilmediği konularda hükümler yürüterek toplumu yanlış yönlendirmektedirler. Sadece yapılan ferdi yanlış uygulamalar gözönünde bulundurularak, samîmî dindar kesimler ve Yüce dinimiz İslâmiyet töhmet altında bırakılmamalıdır. Binaenaleyh, yapılan hatalı ve yanlış davranışlara, yine yanlış yöntemlerle yaklaşılmamalı, bu hususta hiçbir kusuru olmayan insanlar rahatsız ve rencide edilmemelidir.
Diğer taraftan, önemle altı çizilmesi gereken bir husus da şudur: Gerçek dindarların; sahte şeyhler, sahte tarikatçılar ve din istismarcıları yüzünden karalanmasına müsaade edilmemelidir. Tasavvufi hayatı yanlış yorumlayan, yanlış uygulayan ve şahsi çıkarları için manevî kurumlan istismar edenler ile samimî müslümanların dinî hayatları karıştırılmamalıdır. Bunu önlemenin en etkin yolu ise toplumsal bilinçlenmedir. Bu konuda Başkanlığımız üzerine düşeni her ortamda yapmaya çalışmaktadır. Konu ile ilgili yazılar yazılmakta, hutbeler okunmakta, vatandaşlar tarafından yöneltilen sorulara cevaplar verilmekte ve tv. programları yapılmaktadır. Toplumu aydınlatma görevini bu konuda da titizlikle yapmaya çalışmaktadır. Çünkü din kurumu yara alırsa, milletin bütünlüğü yara alır.